Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Yaşam Dilimize pelesenk olmuş deyimler ve hikayeleri: Dingo'nun Ahırı, Kereban Ağa İnadı, Marko Paşa, Ali Kıran Baş Kesen, Gemileri Yakmak ve nicesi...

        Günümüzde kullandığımız deyimlerin bazıları geçmişte yaşanan gerçek kişilerin hikâyelerinden süzülüp zamanımıza ulaştı. Bunlardan ilk akla gelen Resneli Niyazi Bey’in öyküsü. Hem Meşrutiyet hem de 31 Mart sırasında İstanbul’a gelen kuvvetlerin içerisinde Niyazi Bey en önde gidenler arasında olan bir kimlik. Başındaki şapkanın üzerinde “Vatan Fedaisi” yazmaktaydı. Türk Yunan savasında gösterdiği başarı ve esir aldığı Rum askerlerinden dolayı Kendisine Padişah yaverliği unvanı verilmek istenmiş; ancak kendisi, kazaskerin 13 yaşındaki oğluna da aynı unvan verilmesi üzerine bunu reddetmişti...

        REKLAM

        ÖLDÜRÜLME SEBEBİ BİLİNMİYOR

        1913 Nisanında Arnavutluk'un Avlonya limanında İstanbul vapurunu beklerken 7-8 kişilik düzmece bir grubun, düzmece kavgasının ortasında kalan Resneli Niyâzi, kavgayı ayırmak isterken deyim yerindeyse adeta kim vurduya gider. Hürriyet kahramanı Niyâzi, böylesine garip bir şekilde ölür ve kim tarafından niye vurulduğu dahi belli olmadığı gibi, 'şehit' mi 'gâzi' mi olduğu da belli değildir. Niyâzi Bey böyle bir kuru kavgada öldüğünden, halk şu özdeyişi yakıştırır: "Ne şehittir ne gâzi, hiç uğruna gitti Niyâzi"...

        Bir diğer rivayete göre de koruması tarafından öldürülmüştür.

        GEYİK MUHABBETİ DE O’NDAN MI GELİYOR?

        Resneli Niyâzi Bey demişken...

        Balkanlar’dayken kendisi bir yavru geyik bulur ve onu besler, sever, ilgilenir ve hiç yanından ayırmaz. Bu yüzden bir lakabı da “Geyikli Niyazi”dir. Çoğu zaman geyiği ile sohbet eder, konuşur; onu sever.

        REKLAM

        Yaygın rivayet odur ki; bunu gören askeri der ki, “Aman komutanımız yine geyikle sohbete başladı, rahatsız edip kızdırmayalım” Böylece geyik muhabbeti başlamış olur. Dahası da var: o dönem İstanbul’daki gazetelerin hemen hepsi Resneli Niyazi’nin geyiğinden bahseder. Bu olay ‘geyik muhabbeti’nin perçinlenmesine yol açar.

        Kimbilir bu anlatılanlar bile başlı başına bir 'geyik muhabbeti'dir...

        CON AHMET’İN DEVİRDAİM MAKİNASI

        'Con Ahmet' lakaplı Ahmet Eryılmaz Afyonkarahisar’ın Sandıklı ilçesinde yaşadı. Uzun yıllar saat tamirciliği yaptı. Rivayete göre kıtlık yıllarında evinde pancardan toz şeker imal eder ve onu kullanırmış. Gün gelir Con Ahmet devirdaim makinası fikrine takılır. Ömrünün son zamanlarına kadar kendisi ve kardeşi ile bu makinayı icad etmek için kısıtlı imkanları ile ve saatçı tornası yardımıyla yaptığı parçalarla devir daim makinasını oluşturur. 1926 yılında Cumhuriyet Gazetesi olayı Türkiye’ye duyurur. Fakat üniversitedekiler bu makinayı yapmanın mümkün olmadığını; çünkü mekanik bir makinaya verilen enerjinin zamanla sürekli sürtünme dolayısıyla kaybolacağını ve tek bir enerji ile bir makinayı devamlı çalıştırmanın olanaksızlığını savunur. Son derece zeki ve zanaatkâr bir insan olan Ahmet Usta buluşunu çalıştıramaz; ancak adının nesiller boyu sürmesini başarmıştır. Yıllardır Türk halkı işe yaramayan buluşlar için “Con Ahmet’in Devir Daim Makinesi” deyimini kullanır oldu. Ahmet Usta’nın ‘Con’ lakabı da kuvvetle muhtemel 1900’lerin başlarında hayli taraftar bulan Jön Türkler akımından geliyor.

        DİNGO’NUN AHIRI

        İstanbul’da atlı tramvayların çalıştığı zamanlarda atların dinlendirildiği bu ahır Dingo adındaki bir Rum vatandaşa aitmiş. Atlı tramvayların yoğun olarak çalışması sebebiyle bu ahırda da her zaman bir kalabalık ve keşmekeş hakimmiş. Günümüzde kaynağını bilmeden sıklıkla kullandığımız “Burası Dingonun ahırı mı?” sözü rivayetlere göre kaynağını buradan almaktadır. Dilimizde bu söz bir yere selamsız sabahsız ve izin almadan giren insanlar için de söylenir. Söz genellikle girilen mekanın bir saygınlığının olduğunu ve buraya girmek için birtakım kurallara uymak gerektiğini anlatmak için kullanılır.

        KEREBAN AĞA İNADI

        Tanzimat döneminde yaşayan zengin birisi. Adı üstünde inatçı mı inatçı. O dönem devletin olur olmaz herşeye vergi koymasını hazmedememiş. Rivayete göre Hollanda’dan kendisini ziyarete gelen bir dostu ile Üsküdar’dan Beşiktaş’a sandalla geçmeyi düşünürlerken bir de ne görsün... Geçiş ücretlerine astronomik zam yapılmış. "Madem öyle ben de bu parayı vermeden karşıya geçeceğim" diye hırs yapmış. Karayoluyla Karadeniz sahil şeridinden Zonguldak, Sinop, Samsun, Ordu Giresun, Rize, Trabzon, Artvin, Suhum, Soçi, Novorossiysk, Kerç, Yalta, Sivastopol, Odessa, Varna, Burgaz, Mankalya, Köstence'den dolanarak Türkiye'ye giriş yaparak Beşiktaş'a ulaşmış... Jules Werne bu olaydan hareketle bir hikaye yazmıştır.

        GİT DERDİNİ MARKO PAŞA’YA ANLAT

        Marko Paşa, Sultan Abdülaziz zamanında yaşamış ünlü bir Rum hekimi. Aynı zamanda devletin bürokratik kademelerinde de bulunmuş. Marko Paşa halk arasında çok kısa sürede ünlü olmuş çünkü kimseyi başından savmaz, herkesin derdini uzun uzadıya dinlermiş. Ama gel gör ki halk çözemeyeceği dertleri de ken­disine getirir olmuş. Hatta gün gelmiş hastalık dışındaki sıkıntıları da paşaya taşımaya başlamışlar.Marko Paşa’nın gönlü kapısına geleni başından göndermeye hiç razı olmazmış. Karşısındakine derdini çözemeyeceğini de söyleyemezmiş. Derdi dinler dinler, hastanın konuşması bitince, “Anladım anladım, ama ne?” diye sorarmış. Hasta da şaşırırmış tabii. Başlarmış baş­tan anlatmaya. Yine anlatır, anlatır, lafın sonu gelince aynı tepkiyle karşılaşırmış: “Anladım anladım, ama ne?” Üçüncü anlatmadan sonra paşa yine aynı tepkiyi verince karşısındaki çaresiz kalır, en sonunda pes eder, evine geri dönermiş. Kısa zamanda Marko Paşa hekimliğiyle değil de hiçbir şeye çözüm bulmamasıyla anılır olmuş. İnsanlar o günden beri çözülemeyecek bir işle karşılaştıkları durumlarda “Derdini Marko Paşa’ya anlat” diyerek konuyu kapatmaya başlamışlar...

        Turk Kızılayı'nın kurulmasında katkıda bulunan Marko Pasa olarak bilinen Markos Apostolidis, İstanbul Kuzguncuk Rum Mezarlığında yatıyor(FOTO: DHA).
        Turk Kızılayı'nın kurulmasında katkıda bulunan Marko Pasa olarak bilinen Markos Apostolidis, İstanbul Kuzguncuk Rum Mezarlığında yatıyor(FOTO: DHA).

        BU İŞİN ARKASINDA ÇAPANOĞLU VAR

        Tarihte 'Çapanoğlu' lakabıyla anılan bir sülale vardır. Yozgat şehrini kuran Ahmet Paşa bu sülalenin ilk tanınmış kişisi olup 1764 yılında Sivas valisi iken önce azledilmiş ardından da idam ettirilmiştir. Ahmet Paşa'nın büyük oğlu Mustafa Bey ve ardından da küçük oğlu Süleyman Bey vali olurlar. Süleyman Bey bu sülalenin şöhretini zirveye çıkarmış birisidir. Yozgat şehrini bayındır hale getiren ve Osmanlı hükümet boşluğundan istifade ile Amasya, Ankara, Elazığ, Kayseri, Maraş, Niğde ve Tarsus'u içine alan bir hükümet kurup adını Celalîler listesinin serlevhasına yazdıran odur. Süleyman Bey zamanında sadece halk arasında değil; devlet kademelerinde de Çapanoğlu adı korku ve çekingenlikle anılmaya başlar. İşte o dönemde devlet memurlarından biri, verilecek bir yolsuzluk kararını kovuşturmak üzere müfettiş tayin olunur. Araştırmaları ona, Çapanoğullarından birkaç kişinin de yolsuzluklarda parmağı olduğunu gösterir. Çapanoğlu Süleyman Bey'in nüfuzundan çekinen memur, durumu yakın bir arkadaşına anlatıp fikrini ister. Aldığı cevap şöyledir:

        -Bu işi fazla kurcalama; altından Çapanoğlu çıkarsa başın belada demektir!...

        Müfettiş ne yapsın; soruşturmalarını yarıda bırakıp yuvarlak cümleler ile sonucu ilgili mercilere bildirir.

        YAĞMA HASAN’IN BÖREĞİ

        Fatih Sultan Mehmet’in Gebze Hünkar Çayırı'nda zamansız ölümünün ardından İstanbul’da adeta kıyamet kopmuş; zaten fırsat bekleyen asi yeniçeriler de İstanbul’a dağılmışlar. Kimse canından ve malından emin değilmiş. Yağmacı yeniçeriler, önce kendilerini aldatan sadrazam Karamani Mehmet Paşa’yı parçalayıp konağını yağmalamışlar. Daha sonra şehirdeki zenginlerin konaklarına hücum edip her tarafı talan etmişler. Zengin Yahudilerin oturdukları semtlere akın eden zorbalar büyük yağmalar yapmışlar.Bu sırada Hasan adlı bir yeniçerinin işlettiği börekçi dükkânını da yağma eden yeniçeriler, işin aslını öğrenince, “Oldu bir kere, Yağma Hasan’ın böreğidir” diye, börekleri yemeye devam etmişler. O gün bugün bu deyim, Hakkı olanın da olmayanın da kolayca faydalandığı, sahipsiz hiç kimsenin korumadığı mal mülk kaynağı olarak kullanılgelmiştir.

        ALİ KIRAN BAŞ KESEN

        Fatih Sultan Mehmet ağaçlara çok önem veren bir padişahtı. Bir sefer dönüşünde ormanların içinde İstanbul’a dönen padişah, ağaçların gelişigüzel kesildiğini görünce çok hüzünlenmiş.

        Kaşları çatılıp, yüzü asılan sultan bir ferman çıkararak

        -Ormanlarımdan bir dal kıranın başını keserim, der.

        Sultan’ın bu fermanı ağızdan ağza aktarıldı, kulaktan kulağa yayılır. Gel zaman git zaman, Sultan’ın ormanları kıranlar için çıkarttığı bu ferman sözü, döndü dolaştı, “Ali kıran, baş kesen” halini alır.

        BUYRUN CENAZE NAMAZINA

        Tütün tiryakisi olan Sultan IV. Murat, halka tütün kullanmasını yasaklayan bir padişah olarak tarihe geçti. Sultan zaman zaman kıyafetlerini değiştirip halkın arasına karışır, yasağa uyulup uyulmadığını denetlerdi. Yine bir gün Üsküdar’daki kahvede tütün içildiği ihbarı alınca derviş kıyafeti giyip mekana gitti. Mekanın sahibi dervişe “tütün içer misin?” teklifinde bulununaca ‘hayır’ cevabı aldı. Bunun üzerine padişaha bir kahve yapıp, getirdi. Kahveci, bir süre sonra “ismini bağışlar mısın?” deyince

        - Murat, cevabını aldı.

        Yüzü bembeyaz olan kahveci bu kez de:

        - Murat’ın sonunda, han var mı?” dedi tereddütle

        -Elbette var, cevabını alınca

        -Sultan Murat han diye kekeleyerek titreyerek kahvede oturanlara seslendi

        -Öyleyse buyrun cenaze namazına!

        Ve olduğu yere yığılıp kaldı!

        IV.Murat, kahvecinin hazırcevaplığına çok güldü ve kendisine geldiğinde onu bir defalığına bağışladığını söyledi.

        ÇÜRÜK TAHTAYA BASMAK

        Nasrettin Hoca, eşeğine yüklemiş un çuvallarını değirmenden dönüyor. Tahta köprüden geçerken çürük tahtalardan biri kırılır. Eşeğin bir ayağı, kırılan çürük tahtanın arasında sıkışıp kalır. Kurtarmak için epey uğraş verir Hoca.

        Üç, beş gün sonra yine yolu oraya düşer Hoca’nın...

        Eşeğiyle yine o köprüden geçmesi gerekmektedir. Ama eşek, köprü başına gelince birden durur.

        Hoca, iter çeker eşeği kıpırdatamaz yerinde.

        Bunun üzerine Hoca

        - Benim eşeğim Selçuklu vezirlerinden daha akıllı” der ve ekler; “Sultanlar vezirlerini sürgüne gönderiyor, zindana atıyor, kellelerini vurduruyor, onlar hâlâ vezir olmak için birbiriyle yarışıyor. Benim eşekse bir kere bastım çürük tahtaya, bir daha basmam diyor”

        GEMİLERİ YAKMAK

        Ünlü Emevi komutanlarından Tarık bin Ziyad, M.S. 711 yılında, 12 bin kişilik ordusuyla bugün kendi adını taşıyan Cebelitarık Boğaz’ndan gemilerle İspanya’ya geçti. Karaya ayak basar basmaz, adamlarına emrini verdi:

        -Gemileri yakın!

        Herkes şaşkınlık içinde alev alev yanan gemileri seyrederken bir habergeldi. İspanya Kralı Dordik, 100 bin kişilik ordusuyla üzerlerine geliyordu. Tarık bin Ziyad sevindi bu habere. Askerlerinin önünde yüksek bir yere çıktı. Gür bir sesle konuşmaya başladı:

        Askerler! Artık bizim için geri dönmek yok! Arkanızda düşman gibi bir deniz, önünüzde deniz gibi düşman var! Nereye kaçacaksınız? Direnmekten başka şansınız yok. Canınızı kılıçlarınızla kurtarmaktan başka şansınız yok! Kısa bir süre, her türlü güçlüğe katlanmayı göze alacaksınız, sonra uzunsüre rahat edeceksiniz.

        Tarık bin Ziyad ile İspanya Kralı’nın orduları o gün, orada savaşa tutuştu. Savaşı kazanan Tarık bin Ziyad Endülüs Emevi Devleti’nin temelini o gün, orada attı.

        KIRK YILLIK KÂNİ, OLUR MU YANİ?

        Şair Ebubekir Kâni, nükteli gazelleri, şiir ve yergileriyle dikkat çekince Sadrazam Hekimoğlu Ali Paşa onu İstanbul’a çağırdı. Daha sonra Silistre Valiliği’ne divan kâtibi oldu. Bükreş’te yaşamaya başladı. Yaşı kırkı bulmuşken karşalıştığı bir Romen güzeline aşık oldu. Gözü ondan başkasını görmüyordu. Kızın müslüman olmasını istedi. Ailesi şiddetle karşı çıktı ve

        "Madem öyle o hristiyan olsun. Hemen evlenin" dedi.

        İstemeye istemeye de olsa verdi kararını ve hristiyan oldu. Sevdiği kıza kavuştu.

        Haber tez zamanda İstanbul’a ulaştı. “Çok geçmeden İstanbul’a dön” çağrısı yapıldı.

        Sadrazam karşısına aldı ve

        - Söyle bakalım Kâni, nasıl yaptın böyle bir şeyi, dedi

        Kani cevap verdi

        -Efendim siz de bilirsiniz bir dini kabul ancak kalp ile onay, dilile söylemekle mümkündür. Fakir sadece dilinin ucuyla söyledi ama kalbi ile onaylamadı. Ve sözlerini tarihe geçecek bir deyimle bitirdi:

        -Kırk yıllık Kâni, olur mu Yani”

        VEHBİ’NİN KERRAKESİ

        Sümbülzade Vehbi, devrinin tanınmış bir Mesnevi şairi. Fıkra, latife ve nükteleri ile ün yapmış birşahsiyet. Devrin padişahı III. Selim aynı zamanda “İlhami” takma adıyla şiirler yazan içli bir şair olarak biliniyor. Bir gece zihni bir şeye takılır, düşünür, taşınır işin içinden çıkamaz. Sümbülzade Vehbi’nin yanına gelmesini emreder. Kendisini almaya gelenleri daha doğrusu padişahı bekletmemek için alelacele giyinen Sümbülzade kaftanını giyeceğine hanımının kerrakesini (*) üstüne alır. Ve gecenin ilerlemiş vaktinde Sümbülzade kendisini padişahın huzurunda bulur.

        Padişah hanım elbisesiyle gelen şairin bu haline çok güler ve

        - Anlaşılmaz bir muamma Vehbi’nin kerakesi, der...

        Sümbülzade durur mu?

        - Aceleyle cübbe olmuş hanımın feracesi, diye cevar verir.

        Bu deyim, telaş ve aceleyle iş görmeye çalışanların yaptıkları, beklenmedik yanlışlar için kullanılır.

        *Kerrake: Eskiden hanımların üstüne aldıkları bir nevi şal gibi elbise...

        AT MARTİNİ BRE DEBRELİ HASAN!

        Kişinin yalan söylediğini yüzüne vurmak için kullanılan bu deyim tarihi bir şahsiyetten türemiştir. Drama'da doğup büyümüş halk kahramanıdır. Yoğun olarak Drama, Kavala, Sarışaban, İskeçe bölgelerinde yaşamış ve eşkıyalık yapmıştır. Dönem dönem Serez ve Gümülcine’de de görüldüğü olmuştur. Yaşadığı dönemine göre iyi sayılabilecek bir eğitim almış olmakla birlikte eğitim hayatını tamamlayamadan dağa çıkmak zorunda kalmıştır. Adına türküler yakılmıştır:

        Mezar taşlarını Hasan koyun mu sandın

        Adam öldürmeyi Hasan oyun mu sandın

        At martinini de bre Hasan dağlar inlesin

        Drama mahpusunda Hasan dostlar dinlesin

        DOKUZ DOĞURMAK

        II. Mahmut döneminin ünlü Kaptan-ı Deryası Çengeloğlu Tahir Paşa bir dönem İzmir Valiliği yapmıştı. Paşa valiliği sırasında olaylarla çalkalanan kentte düzeni sağlamak için geceleri belirli saatlerde sokağa çıkma yasağı koydu. Bir gece yasağa uymadıkları için toplanan 9 kişinin sorgusunu bizzat kendi yaptı. Dokuzuncu sıradaki adam feryat figan mazeretini bildirdi:

        - Paşa hazretleri, karım doğuruyordu, Vallahi ebe aramaya çıktım...

        Halinden doğru söylediği anlaşılan adam serbest bırakıldı. Adam fırlayıp, evine koştu. Karısı sinirlenerek “Sen ne biçim adamsın?” diye çıkıştı. Yorgun ve bitkin bir şekilde karısının yanına çökerek

        -Ah be hatun, sen neler diyorsun! Bilmiyorsun ki başıma neler geldi. Sen bir kere doğurdun amma... Ben, sıradaki sekiz kişiden sorgu nöbeti bana gelinceye kadar dokuz doğurdum, dokuz!” dedi.

        GEMİSİNİ YÜRÜTMEK

        Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethederken Haliç’in Boğaz tarafından aşılması zor zincirlerle karşılaştı. “Madem deniz yolundan Haliç’e girmek mümkün değil, biz de gemilerimizi karadan yürütüp Haliç’e ineceğiz” dedi. Gemiler kızaklar üstünde kaydırılıp Haliç’e indirildi. Bir sabah Sultan Mehmet'in gemilerini Haliç’te gören Bizanslılar şaşkına döndüler. Direnme umutları kalmadı. Kısa bir süre sonra da İstanbul düştü. Fatih’in gemileri karadan yürütmesi, İstanbul’un fethini kolaylaştırmakla kalmadı; Türkçe’ye de yeni bir deyim kazandırdı.

        AYRANI KABARMIŞ AVRAM PAŞA KISRAĞI

        Türkçede kızıp bağırmak, öfkelenmek, coşmak, cinsel isteği uyanmak, aşırı bir cinsel istek duymak anlamına gelen bir deyim. Osmanlı Devleti'yle Mısır arasında önemli rol oynamış devlet adamı olan Abraham (Avram) Paşa, Boğaziçi’nin iki yakasında kendi adını taşıyan koruları ve çiftlikleriyle dillere destan bir kimlik.

        NUH NEBİ’DEN KALMA

        İnsanlar çok eski olan bir eşya için bu deyimi kullanmaktadırlar. Nuh peygamber çok eski zamanlarda yaşadığı için örnek olarak Nuh Nebiden kalma denmektedir.

        ÖNERİLEN VİDEO
        Haberi Hazırlayan: Mehmet Şimşek
        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ