Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        İlkokul öğretmenimiz mezuniyet töreni için bir oyun hazırlamıştı. Ben mi gönüllü olmuştum o mu beni seçmişti hatırlamıyorum... Zaten şimdi, 48 yaşımın kıyısında, elimde birbirlerine temas etmeyen bir dolu parçayla, bir daha hiç tamamlanmayacak bir puzzle’a bakar gibi bakıyorum çok uzaklardaki o günlere!

        Neyse, ben Çin İmparatoru'nun habercisi olmuştum. Annemin çiçekli basmadan diktiği, belden bağlamalı mini elbisemle oyunun en komiği bendim. Kürdan bacaklarımla sahneye çıkıp salona sırtımı dönerek imparatorun önünde eğilirken verdiğim frikik her seferinde seyirciyi kahkahalaraboğuyordu.

        Oyun bittiğinde ayakta alkışlanmıştım ya da bugün öyle olduğuna inanmak istiyorum.

        O gün,o küçük salonda yuttuğum sahne tozu benden bir oyuncu yaratmadıysa da iyi bir tiyatro sever olmama neden oldu.

        İşte tam da bu yüzden birkaç yıl önce “İki adım atsam yanına ulaşıp tokatlayabileceğim bir adam ya da kadının, beni canlandırdığı karaktere ikna etmesi mümkün değildir” diyen Ahmet Hakan’ın Zengin Mutfağı’nı izlerken sahnedeki Şener Şen’e tokat atmasından korktum!

        Neyse ki ‘iki adım atsa tokatlayabileceği’ Şen performansıyla Ahmet Hakan’ı canlandırdığı karaktere ikna etmeyi başarmış: “Vasıf Öngören’in yazdığı ‘Zengin Mutfağı’ adlı oyun, politik olup didaktik olmamayı başarmak gibi çok zor bir işin altından kalkan bir oyun. Ve oyundaki ‘Aşçı Lütfü’ karakteri, sanki Şener Şen için yazılmış gibi...”

        Çok değil 3-5 yıl önce sosyal medyada, “Sanattan anlamam ama tiyatro öldü. Eskiler, tiyatroyu iki kalas bir heves diye tarif ederler. Kalaslar işe yaramıyor artık, heves kayboldu. Tiyatro öldü” diye yazan Ahmet Hakan’ın tiyatronun ‘küllerinden yeniden doğduğu’ tespitinin doğruluğu konusunda pek emin değilim!

        TİYATROYA DÖNEN KİM?

        Doğrudur bugünlerde İstanbul’un dört biryanında her akşam yeni bir oyun “Perde” diyor. 'Lokmacı'dan çok tiyatro topluluğu var şu anda kentte!

        Serenay Sarıkaya’dan Songül Öden’e, Tuba Ünsal'dan Gökçe Bahadır’a birbirinden ünlü isimler tiyatro sahnesinde seyirciyi selamlıyor.

        Okan Bayülgen yıllar sonra tiyatroya döndü. Kıvanç Tatlıtuğ’un yakında bir oyunla seyirci karşısına çıkacağı fısıldanıyor kulaktan kulağa... Popçu Doğuş'un Hamlet oynadığı bir dönemden bahsediyoruz, boru değil!

        TÜİK verilerine göre tiyatrolarda seyirci sayısı 2017-2018 sezonunda, 2016-2017 sezonuna göre yüzde 11.9 artarak 7 milyon 841 bin 353 olmuş. 2019’da seyrici sayısının bu rakamında üzerinde olduğu söyleniyor. 2020 için beklenti daha da yüksek. 2019’da 300 olan yeni oyun sayısı 2020’de 600’ü geçecekmiş.

        Bu artışın nedeniyle ilgili “Seyirciler dizilerden sıkıldı”, “Tiyatroda daha yaratıcı işler yapılıyor” diye köşe yazıları yazılıyor. Seyirci ilgi gösterip salonlar dolunca yapımcılar da tiyatroya yönelmiş! Oyunlar için aylar sonrasına bilet bulmak bile imkansızmış... Alternatif sahneler, yeni salonlar, ele alınan yeni metinler ‘seyirci’nin tiyatroyla ‘barışmasını’ sağlamış... Ve seyirci tiyatroya dönmüş!

        Peki gerçekten tiyatroya dönen kim? Seyirci mi yoksa her gece üç kuruşa 2 saat sahnede koşturarak tiyatroda sezonda kazanabileceği parayı dizide bir haftada cebe indirmeyi tercih eden ‘popüler’ yıldızlar mı?

        Yetkin Dikinciler geçenlerde, Bloomberg HT'de Ece Saruhan'a “Tiyatroya dönen seyirci değil benim meslektaşlarım” diyordu tebessümle.

        2008’de Milliyet’te yayınlanan şu haber onu haklı çıkarıyor doğrusu: “Türk tiyatrosunda bir şeyler oluyor. Oyunların biletleri haftalar öncesinden bitiyor, kimi salona ek sandalyeler koyuluyor. Neredeyse hiçbir özel tiyatroda aynı güne bilet bulmak mümkün değil. Hatta mayısa kadar yer bulunmayan oyun bile var... Eh müjdeyi verelim o halde: Tiyatro patladı!..”

        TİYATRO NEREYE GİDİYOR?

        2500 yıldır yeryüzünde insanlar tiyatroya gidiyor. Tiyatro ne ölüyor ne de patlıyor. O hep orada. Ona gönül veren sanatçılar ve seyirciler her şartta, bir şekilde buluşuyorlar.

        90’larda Devlet ve Şehir Tiyatroları’ndaki oyunlara yer bulmak için girdiğimiz sıraları hatırlıyorum. 80’lerde Devekuşu Kabare’yi, Orta Oyuncuları’nı, Nejat Uygur Tiyatrosu’nun, Hadi Çaman'ın, Enis Fosforoğlu'nun, Kenterler'in, Gazanfer Özcan-Gönül Ülkü Tiyatrosu'nun oyunlarını hala aklımda. 1960’lar için birçok yerde ‘Tiyatronun altın çağı’ deniyor...

        Tiyatro hep var; seyircinin ona küstüğü falan da yok bence!

        Tüm bu ‘tiyatro bayramı’ coşkusu arasında, 2000’lerin başında sahnelediği oyunlarla tiyatroya yepyeni bir soluk getiren DOT’un Kanyon’daki mekanını kapanacağı haberi pek gündem olmadı. DOT'tan yapılan açıklamada “Bu mekân işleyiş modelinin görevini ve zamanını tamamladığını düşünüyoruz. Dünyada ve ülkemizde kültür ve sanat alanında oluşan ve değişen koşulların da farkındalığıyla, DOT olarak yeni bir model hazırlığı içerisindeyiz...” deniliyordu.

        Açıklamada ayrıca DOT’un, sanat üretimine yurtdışında ve İstanbul’un felsefelerine uygun mekânlarında devam edeceği bildirilirken topluluğun kurucusu Murat Daltaban’ın aynı gün attığı bir tivit dikkatimi çekti.

        Tiyatronun son 15 yılına damga vuran bir topluluğun yaratıcısı Daltaban, şunları söylüyordu: “80 sonrası gazinolarda şarkı söylemeye başlayan sinema oyuncularının döneminin bir tekrarını yaşıyoruz sahnelerde… Tiyatronun regresyon dönemi demek en doğrusu. Buradannereye varılır? Hiçbir yere! Çok yakında!!!”

        SAHNEDEKİ VASAT BAŞYAPITLAR

        Bahar Çuhadar’ın geçen hafta Hürriyet’teki ‘Tiyatroların müthiş yükselişi’ başlıklı haberinde bu yükselişin nedenleri arasında ‘tiyatroları söz söyleme açısından pek çok mecraya kıyasla özgür kalabilmesi ve oyuncuların bu görece sansürsüz ortamdaki yerlerini alması’ gösteriliyordu.

        Üzgünüm son iki sezonda izlediğim birçok oyunda ‘özgür’ ve ‘sansürsüz’ ortamda verilen mesajlar sade suya tiritten öteye gitmiyordu.

        Zaten seyircilerin birçoğu da 'sansürsüz mesajlar' dinlemeye değil ‘ünlü’ görmeye gidiyor tiyatrolara.

        (2000’lerin başında Matthew Perry ile David Schwimmer’ı ‘canlı’ görmek için Londra’da gittiğim oyunları hatırlıyorum. Keşke Friends’teki Chandler ve Ross olarak kalsalardı benim için...)

        Maalesef oyunların niceliğinin artmasıyla niteliklerinin artışı ters orantılı gidiyor. Vasat ve vasat altı metinler, sahnede oynayamayan ‘tiyatro yapan’ oyuncular...

        Bazen izlediğim bir oyunla ilgili yazılanlara bakıyorum ve “Aynı şeyi mi izledik” diye soruyorum kendi kendime... West End’de, Broadway’deki oyunlar için yazılan eleştiriler benzeri eleştiriler okumayı geçtim tiyatrodan başka her şeye benzeyen şeyler ‘tiyatro’ diye övülmesin razıyım.

        Günün sonunda ‘seyirci’ gittiği oyundan paylaştığı story’lerle ‘like’ını toplayıp, oyuncu ‘tiyatro yapmış’ olmanın gururuyla ‘alkışını’ alıp evine dönüyor.

        Alan memnun satan memnun durumu...

        “Tiyatro öldü” diyen Ahmet Hakan’ın bile ‘tiyatro’ yazıp övme noktasına gelmesi mutluluk verici bir şey...

        Ancak beni korkutan herkesin ‘ileriye’ gittiğini söylediği tiyatroyla ilgili gerçek bir ‘tiyatrocu’nun, Murat Daltaban’ın ‘tiyatronun gerileme dönemi’ demesi...

        Bir dolu ‘vasat’ oyunun sırf başrolünde ‘ünlü’ bir isim var diye ‘başyapıt’ gibi sunulması...

        Hevesle bir derdim yok beni endişelendiren kalaslar!

        Diğer Yazılar