Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Gündem Atatürk: Milli hâkimiyeti müdafaa için ölünceye kadar çalışacağım

        Annesi Zübeyde Hanım’ı 15 Ocak 1923’te kaybeden Atatürk’ün dudaklarından, cenazenin başında şu cümleler dökülüyordu: “Arkadaşlar; ben, hem annemin önünde hem de Allah’ın huzurunda ahit ve peyman ediyorum. Bundan sonra hayatta en büyük idealim, bu kadar kan dökerek kazandığımız milli hâkimiyetimizi muhafaza ve müdafaa etmek olacaktır; buna ölünceye kadar çalışacağım”

        Gündelik hayatta karşılaşılan meseleler aslında o kadar çok tekrarlanıyor ki; aynı şeylere kafa yormuş büyük insanların o durumda ne yaptığını, nasıl düşündüğünü ve çözüm bulduğunu merak eden çok oluyor. 10 Kasım 1938’de ölümünden beri, yani hayata gözlerini yummasının üzerinden geçen 79 yılda ve bugün, milyonların aklına “Mustafa Kemal Atatürk olsa ne yapardı?” sorusu pek çok olayda geliyor.

        REKLAM

        1922’den ölümüne dek Atatürk’ün yanında bulunan özel kalem müdürü Hasan Rıza Soyak’ın imzasını taşıyan “Atatürk’ten Hatıralar” adlı anı kitabı, Doç. Dr. Ahmet Kuyaş’ın 2004 baskısına yazdığı önsözdeki ifadesiyle, “İnsan olarak Atatürk’ün öyküsü”... Bu haliyle, öteki hatıra kitaplarından apayrı bir zenginlik barındırıyor. Ölümünün 79. yılında Atatürk’ü, “yakın çevresindekiler arasında bile Atatürk’e en yakın olan kişi” Soyak’ın kaleminden okuyoruz...

        HAYATA VE ÖLÜME BAKIŞI NASILDI?

        Atatürk’ün annesinin kaybının ertesinde sarf ettiği sözler, ölümü nasıl karşıladığına dair ipuçları veriyor.

        “Zübeyde Hanım, 15 Ocak 1923 gecesi İzmir’de hayata gözlerini yumdu. Atatürk, 2 gün sonra İzmir’deydi; trenden iner inmez Karşıyaka’da Osman Paşa Mescidi avlusundaki mezarı ziyarete gitti ve büyük bir teessür ve heyecan içinde, gözleri dolu dolu, şu sözlerle içini döktü: Annem ölmüş, bu hazin hakikat karşısında benim için teselliyi mucip bir nokta var; kurtuluşu, hepimiz için, bütün millet için bir gaye-i emel ifade eden bu güzel İzmir’in mukaddes topraklarında gömülmüş olması... Arkadaşlar; tabiatın en tabii bir kanunu olan ölümün bazen pek hazin tecellileri vardır. (...) Varsın, annem bu toprakların altında yatsın; fakat milli hâkimiyet ilelebet payidar olsun. Bu hâkimiyet ilelebet devam edecektir. Bu, beni teselli eden en büyük kuvvettir. Arkadaşlar; ben hem annemin önünde hem de Allah’ın huzurunda ahit ve peyman ediyorum. Bundan sonra hayatta en büyük idealim, bu kadar kan dökerek kazandığımız milli hâkimiyetimizi muhafaza ve müdafaa etmek olacaktır; buna ölünceye kadar çalışacağım.”

        REKLAM

        İŞTE ATATÜRK’ÜN HAYAT FELSEFESİ

        1937’de Ankara’yı ziyaret eden Romanya Dışişleri Bakanı Antonesco ile Ankara Palas’ta yaptığı görüşmede ise Atatürk, devlet liderleri için kanaatlerini ifade ederken hayat felsefesinin ne olduğunu da açık ediyor:

        “Vaktiyle kitaplar karıştırdım; hayat hakkında filozofların ne dediklerini anlamak istedim; bir kısmı, her şeyi kara görüyordu; ‘Mademki hepimiz sıfıra varacağız, dünyadaki muvakkat ömür esnasında, neşe ve saadete yer bulunmaz’ diyorlardı. Başka kitaplar okudum; bunları daha akıllı adamlar yazmışlardı; diyorlardı ki: ‘Mademki hayatın sonu nasıl olsa sıfırdır, bari yaşadığımız müddetçe şen ve şatır olalım.’ Ben kendi hareketlerim itibarıyla, ikinci hayat telakkisini tercih ediyorum; fakat şu kayıtlar altında: (...) Herhangi bir şahsın yaşadıkça memnun ve mesut olması için lazım gelen şey, kendisi için değil, kendisinden sonra gelecekler için çalışmaktır. Makul bir adam, ancak bu suretle hareket edebilir...”

        REKLAM

        ‘ATAM’ DENİLMESİNE NASIL TEPKİ GÖSTERDİ?

        Hasan Rıza Soyak, kitabına ilginç bir not düşmüş: “Atatürk, kendisine yalnız ‘Atam’ diye hitap edilmesini hoş karşılamazdı: ‘Benim soyadım ne Ata ne de Türk sadece. Bunun ikiye bölünerek söyleneceğini bilseydim başka bir soyadı alırdım’ derdi.”

        Soyak, Tekinalp’in 1936’da çıkan “Kemalizm” adlı kitabına Edouard Herriot’nun yazdığı önsözü paylaşırken şu cümlesini koyu harflerle not etmiş: “Türk milleti süratle Garplılaşıyor; mucize diyeceksiniz, hayır! İsteyerek, hesaplanarak yapılmış, mantıka dayanan ve millet aşkından ilham alan bir eser...” İlginç olanı ise Soyak’ın bu cümlenin altına iliştirdiği not: “Atatürk, aziz milleti ile beraber kazandığı başarılara mucize denilmesine sinirlenirdi; Mösyö Herriot bunu ne kadar güzel ve beliğ olarak ifade ediyor.”

        REKLAM

        ‘MEDENİYET AFFETMEKTİR’

        Atatürk’ün medeniyetle ilgili birçok sözü bilinir. Bu ise Soyak’ın anıları arasında not ettiklerinden: “Gerek şahsi, gerek siyasi hayatında, ilk defa işlediği bir kusuru itiraf ederek pişmanlık gösterenlere karşı daima gayet müsait davranırdı. Bu gibileri affa, hatta korunmaya layık görür, şahsiyetlerini yeniden yapmak için kendilerine fırsat vermeyi tercih ederdi. ‘Medeniyet demek af ve müsamaha demektir’ derdi.”

        “Başkomutan Mustafa Kemal, muharebeleri idare ederken emirlerini yazılı vermiş, yani emirlerini cephe veya komutanlarına dikte ederek onlara imza ettirmiştir. Bir konuşmamızda buna işaret ederek, ‘Belki bir gün benim Başkomutan olduğum da inkâr edilebilir’ diye latife etmişti.”

        1917’DE YAZDIĞI KURTULUŞ REÇETESİ

        7. Ordu Komutanı’yken, 20 Eylül 1917 tarihinde, Başkomutanvekili ve Harbiye Nazırı Enver Paşa’ya, ordunun ve memleketin acıklı ve tehlikeli durumu hakkında gönderdiği mühim raporun 4. maddesinde bizim için beliren hayati tehlikeyi bertaraf etmek yolunda düşündüğü tedbirleri şöyle açıklıyor: “Umumi duruma kısa bakıştan çıkardığım netice; artık her şey bitmiştir ve bulunacak bir çare kalmamıştır, zemininde değildir. Böyle kötümser bir kanaatin düşmanların ve tehlikelerin en vahimi olduğunu izaha hacet görmem. Kurtulma imkânı mevcuttur. Ancak isabetli tedbirleri bulmak lazımdır. Bence bugün takip olunacak kararlar şunlar olmalıdır: Jandarmayı kuvvetlendirmek, memurları ve mümkün olduğu kadar adliyeyi ve her halde iaşe işleri ile ticari ve iktisadi işleri yoluna koymak, suiistimalleri, hiç olmazsa, asgari hadde indirmek. O suretle ki, memleket sağlam bir üs halinde bulunmalıdır ve harbin devamı, yeni külfetlere ve kayıplara sebep olursa, elimizde kalacak mıntıkaları ve halkı dayanıksız, çürümüş bir durumda bulmamalıyız. Askeri siyasetimiz bir müdafaa siyaseti, yani elimizde bulunan kuvvetleri, hatta bir tek neferi son ana kadar saklamak siyaseti olmalıdır...”

        REKLAM

        Atatürk, 28 Mayıs 1936’da İstanbul’da atış talim alanında askerlerle birlikte

        ‘GÖRDÜN MÜ DÜNYANIN HALİNİ ÇOCUK?’

        “Getirdiğim kâğıtlar arasında, Mısır’a yerleşmiş bir Osmanlı generalinden (hatırladığıma göre Keçecizade İzzet Fuat Paşa) gelmiş bir de mektup vardı; Atatürk’le ordudan tanışan bu eski paşa mektubunda; özet olarak, San Remo’ya gidip son Osmanlı Padişahı Vahdettin’i ziyaret ettiğini, konuşmaları sırasında Vahdettin’in kendisinden sitayişle ve hürmetle bahsettiğini hikâye ettikten sonra, ‘Bu altı, yedi asırlık hanedan üyesinin hal ve tavrından maddi sıkıntı içinde olduğunu, yardıma muhtaç bulunduğunu sezdim” diyordu ve kendisine yardımda bulunmasını rica ediyordu.

        Bu mektubu okurken Atatürk, başını solundaki pencereye çevirmiş, dikkatle dinliyordu. Birkaç defa derin derin göğüs geçirdiğini gördüm. Mektubun okunması bitip de başını bana doğru çevirdiği zaman gözleri yaşarmıştı. Bir an durdu, gözlerimin içine baktı; sonra başını sallayarak: ‘Gördün mü dünyanın halini çocuk? Nerede o haşmet, nerede o azamet, nerede o saltanat? Şimdi hepsinin yerlerinde yeller esiyor; bu âlemde hiçbir şeye güvenilmez. Bundan dolayı insanın hayatta daima çok ölçülü olması lazımdır’ dedi. Konuşmaya devam etti. ‘Nasıl yardım edilebilir? Benim şahsi servetim yok ki, devlet hazinesi ise fakir. Hem zengin bile olsa, oradan yardıma hiç hakkımız yok. Memleketin en mamur yerleri harap oldu. Bahis konusu olan zatın da hataları yüzünden vatan, hak ve müdafaası için boğuşmak mecburiyetinde kalarak şehit olan memleket evladı, arkalarında yüz binlerce yetim ve kimsesiz insan bırakmış bulunuyor. Devlet varidatını, ancak memleketin imarına ve bu zavallıları yaşatmaya sarf edebiliriz. Binaenaleyh bu bahsi bırakalım çocuk. Yalnız bu mektubu bir vesika olarak sureti mahsusada hıfzedersiniz’ buyurdu.”

        ATATÜRK, 14 MAYIS 1935 ANKARA

        Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt (ATASE) Daire Başkanlığı arşivlerinden derlenen 25 fotoğraf ve bazı belgeler, 10 Kasım Atatürk’ü Anma Günü ve Atatürk Haftası kapsamında AA ile paylaşıldı

        KIRIK KABURGA İLE KARARGÂHA

        Atatürk’ün Cumhuriyet öncesi ve sonrasına ilişkin az bilinen fotoğrafları ile bazı belgeler günyüzüne çıktı. Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt (ATASE) Daire Başkanlığı arşivlerinden derlenen 25 fotoğraf ve bazı belgeler, 10 Kasım Atatürk’ü Anma Günü ve Atatürk Haftası kapsamında paylaşıldı. AA'nın haberine göre fotoğraflarda, Atatürk’ün sağlığında Türkiye’nin dört bir yanına gerçekleştirdiği ziyaretleri ve günlük hayatından kesitleri yansıtan kareler yer aldı. Atatürk’ün 1917’de 2. Ordu Komutanı olarak görev yaptığı Diyarbakır’da 2 subay ve 1 çocukla çektirdiği fotoğraf, dikkat çekti. Belgeler arasında, Atatürk’ün kaburga kemiğinin kırıldığını gösteren rapor da var. Atatürk’ün, Sakarya Savaşı öncesi cepheyi denetlerken attan düşmesi olarak bilinen olay sonrası doktor muayenesiyle bir kaburga kemiğinin kırıldığı ve yapılan tedavinin ardından 17 Ağustos 1921’de tekrar karargâhta bulunacağına ilişkin ifadeler de bulunuyor.

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ