Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Gündem Balçiçek İlter yazdı: Ne bu öfke, bu celal?

        Türkiye Demokrasi Vakfı olarak Brüksel’de başladığımız temasları sürdürmek için Berlin’deyiz... “Almanlardan randevu bile alamazsınız” diyenlere rağmen üst düzey görüşmelerimiz gerçekleşti. Son derece tansiyonu yüksek, gergin, hatta zaman zaman atışmalı toplantılar yaptık.

        ‘’Çok yüklü bir geçmişimiz var!’’ dedi karşımdaki Alman parlamenter. ‘’Ve bu geçmişten gurur duymuyoruz, utanç duyuyoruz...’’

        Türkiye Demokrasi Vakfı olarak Brüksel’de başladığımız temasları sürdürmek için Berlin’deyiz... ‘’Bu dönemde oraya gidilir mi? İlişkilere baksanıza... Almanlardan randevu bile alamazsınız’’ diyenlere rağmen, iletişimin gücüne inanan, “Ne durumda olursanız olun konuşmak yakınlaştırır, göz kontağı, dokunmak önemlidir, bir masanın etrafında biz oturmayı beceremiyorsak, siyasetçiler nasıl yapsın?’’ diye düşünen bizler Berlin’deydik... Siz “İflah olmaz iyimser” deyin, ben ‘’Ülkemin gücüne inanıyorum’’ diye cevap vereyim, ortada çok denklemli, çözülmesi çok ama çok zor bir durum olduğu da aşikâr... “Peki, kimsiniz siz?” diye soranlara, ‘’Bir avuç iyimser’’ diye başlarım anlatmaya herhalde... Etrafımızda canımızı sıkacak onca olay, onca demeç, gerginlik, kavga dövüş varken, bizim gibi düşünenlere de ihtiyaç var sanki...

        Uzun lafın kısası; işadamı, işkadını, sivil toplumcu, hukukçu, gazeteci derken bir de bakmışız ki, bunca farklı siyasi duruş toparlanmışız bile. Hani tabiri caizse beş benzemez. Bu beş benzemezin tutkalının hukukçu Kezban Hatemi olduğunu söylemeden geçemeyeceğim, ancak onun kararlığında bir isim böylesine farklı siyasi görüşlüleri bir arada tutabilirdi, yaptı da...

        İlk durak Brüksel’di... Birkaç ay önce... 2 gün boyunca çalınmadık kapı kalmadı, parlamenterler, aktif görevde olmayan siyasetçiler, düşünce kuruluşları, yerel yöneticiler, gazeteciler ile görüştük. Son derece verimli görüşmeler olduğunu söyleyebilirim çünkü Brüksel’de Fethullah Gülen sempatizanı olmayan farklı seslerin duyulmasına nasıl büyük ihtiyaç olduğunu şaşırarak gördük. Dışişleri tabiri caizse ortalığı öylesine bırakmış ki FETÖ yapılanmasına, dehşete düşmemek mümkün değil. Tabii dönemin hükümetinin tüm elçiliklere ‘’Gülencilerin önünü açın’’ mesajlarını da göz ardı etmemek lazım. İşin özü elbirliğiyle ortalık bu yapılanmaya kalmış, daha doğrusu teslim edilmiş. Brüksel’de görüştüğümüz her ismin açık seçik bu gerçeği anlatıp ‘’Biz çok şaşkınız bu anlattıklarınıza, kimse Gülen’i ve yaptıklarını böyle aktarmadı’’ serzenişleri, aslında diyaloğun ne kadar önemli olduğunu bir kez daha ortaya sermişti... ‘’Görüşmeler mutlaka sürdürülmeli’’ cümlesiyle döndüğümüz Türkiye’de ise birbiri ardına gerçekleşen gözaltılar bizi bekliyordu. Maalesef edebiyatçısı, gazetecisi, siyasetçisi, işadamı, akademisyeni derken, onlarca insan içeri atıldı. Tutukluluğun adeta bir cezaya dönüştüğü yalnız ve hüzünlü memleketimde işler sarpa sarpmış gözüküyor, ‘’Biz bu filmi daha önce gördük, hiç mi ders almadık?’’ düşüncesine yol açıyordu.

        Dönelim mi Berlin’e; “Geçmişimizden asla gurur duymuyoruz, utanıyoruz” diyen o parlamentere?

        ‘’Berlin’de randevu bile alamazsınız’’ diyenlerin aksine üst düzey görüşmelerimiz gerçekleşti. Almanya-Türkiye ilişkisinin bu derece kötü olduğu bir dönem ve gerginliğin bütün diplomasi kuralları hiçe sayılarak, kameralar önünde bile dozunun artması...

        O parlamenter niye geçmişi hatırlatıyordu? Çünkü Türkiye’ye Nazi benzetmesi yapıyordu, sözü dönüp dolaşıp Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a getiriyordu. İşin daha da ilginci, görüşmelerde hemen her siyasiden ve iş dünyasından aynı imayı duyduk. Pardon, “İma” demeyelim, “Bire bir suçlama” diyelim. Son derece rasyonel bulduğum, soğukkanlı olarak nitelendiğim Almanlar, konu Türkiye’ye gelince bütün sükûnetlerini yitirmiş durumdalar. Dinlemiyor, dinlediklerini anlamak istemiyor, kendi görüşlerinden farklı bir görüşün tek bir cümlesini bile duymaya tahammül edemiyorlar. Son derece tansiyonu yüksek, gergin, hatta zaman zaman atışmalı toplantılar gerçekleştirdik. Getirdikleri birçok eleştiriyi masaya yatırmaya hazır, üzerinde konuşmaya müsait bir yapıdaydım ben kendi adıma. Nasıl olmayayım? Söyledikleri birçok şey, zaten benim kendi memleketim için getirdiğim eleştirilerle bire bir örtüşüyor. Örtüşüyor da. Ne bu öfke, bu celal? Nedir bu parmak sallamalar, dinliyormuş gibi yapıp dinlememeler? Önce bir sakinleşin, öyle konuşalım.Türkiye Demokrasi Platformu’nun ev sahipliğinde Claudia Roth’un da bulunduğu akşam yemeğinde yaşanan kısa bir tartışmadan az sonra oldukça büyük bir sivil toplum örgütünün başındaki bir isim yanıma yaklaştı ve şöyle dedi: ‘’Deminden beri bizim masada kendi parlamenterlerimizin konuşmalarını dinledik ve Türkiye’ye olan tavırlarından biz utandık. Ve kendi içimizde ‘Bunlar mı bizi yönetiyor?’ diye sormadan edemedik. Evet eleştirilerimiz var ama biz Almanya olarak ne zamandan beri bir ülkenin içişlerine bu kadar karışır olduk, anlamak mümkün değil!’’

        Bir sonraki gün resmi bir toplantıda bir araya geldiğimiz iş dünyasının temsilcilerinden birinin şu cümleleri, durumu anlamaya yetiyor aslında: ‘’Şu anda Türkiye ile kavga siyaseten geçer akçe. Bu, seçime kadar böyle sürecek. Hatta ‘Dozu artabilir’ diye düşünüyorum!’’

        Şimdi bu yazıyı okuyanlar “Almanya- Türkiye dostluğu bitti” diye düşünmesin, bilakis, siyasete kurban edilmeyecek bir ortak kültür ve geçmiş var ortada. Daha çok mücadele edilmeli ilişkilerin düzelmesi için, çünkü orada da tıpkı Türkiye’de olduğu gibi at gözlüğüyle bakmayan, kendini ocu bucu olarak nitelendirmeyen ve sadece anlamaya çalışan insanlar var. Ve bu insanlar, Avrupa’nın Türkiye ile daha kuvvetlenebileceğinin farkındalar. Bizim Avrupa’ya siyasi, ticari, demokrasi açısından ihtiyacımız var kuşkusuz ama onların da bize var. Sadece masayı devirmemek lazım. “Berlin temaslarından bir yorum aktar, çok etkilendiğin” derseniz, başbakanlık sözcülüğü yapmış eski bir parlamenterin şu cümlesini yazmak isterim: ‘’Bir konuda çok haklısınız, pişmanlık duymamız lazım. Eğer sizi 15 yıl önce AB’ye alsaydık, Türkiye bu konumda olmazdı!’’

        Artık nereye çekerseniz...

        Ben ise müthiş bir kibir seziyorum bu cümlede.

        “15 Temmuz’da yaşananlar karşısında nasıl tepkisiz kaldınız, bu konuda bir özeleştiri beklerdim’’ cümleme aldığım cevap ise acınasıydı: ‘’Bizim televizyonlar sadece köprünün kapatıldığını gösterdi, darbe olduğunu anlamadık!’’

        Peki ya şimdi?

        Bırakın Türkiye’nin FETÖ iddialarını bir tarafa, İslamofobi’nin bu derece yaygın olduğu Avrupa’da, Almanya’da kendini dini bir yapılanma olarak tanıtan, pazarlayan Gülen ve ekibine verilen bu destek, insanın aklına binbir türlü soru getiriyor. Neyse, konuşmaya anlatmaya devam...

        BALÇİÇEK İLTER / GAZETE HABERTÜRK

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ