Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Yaşam Can Dündar'ın arşivinden Ecevit

        Ecevit: Mavi gömlek, siyah kasket, ilkeli siyaset ve zarafet Karaoğlan derin uykuya dalarken

        Ecevit uyutulurken biz, bir zamanların mahşeri kalabalıklarından artakalan bir avuç adam dışarıda, her daim bizi gaflet uykularından uyandıran adamın, derin uykusundan uyanmasını bekliyorduk, dualarla... Perşembe gecesi... Saat 01.00... Ankara Keçiören'de Gülhane Askeri Tıp Akademisi (GATA) hastanesi önü... Hemen karşıdaki sokakta televizyonların naklen yayın araçları kurulu... Hastane girişinde birkaç araba... Ve bir avuç adam... Tanıdıklarım: Ecevit'in en yakınında olmuş iki gazeteci: Fikret Bila ve Mehmet Çetingüleç... Partinin basın danışmanı Süleyman Yağız... Ve onun kabinesinde bakanlık yapmış Yaşar Okuyan... Az sonra TRT'deki kameramanlık günlerinden tanıştığımız DSP'nin eski milletvekili Mustafa Vural ağlayarak geliyor. Eşinin telkinlerine rağmen gözyaşlarına hakim olamıyor. 1.15'te Sağlık Bakanı Recep Akdağ hastaneden çıkıyor. Ecevit'in beyin ölümünün gerçekleştiği, yaşam destek ünitesine bağlandığı haberi geliyor. Az sonra DSP Genel Başkanı Zeki Sezer bunu yalanlıyor. Son yıllarda her fotoğraf karesinde Ecevit'lerin başucunda görünen yakın koruması Recai Birgül'ü arıyorum: "Evet, beyefendinin durumu ağır" derken ağlamaya başlıyor o da... "Karaoğlan" efsanesini yaratan yüzbinlerden artakalan bir avuç adam, geceyarısı efsanenin son durağında içerden haber bekliyor.

        Üç cümlelik açıklama

        18 Mayıs günü Ankaralıların Danıştay saldırısını protesto için Anıtkabir'e yürüdükleri saatlerde tepkisini bir basın açıklamasına döktü Ecevit...

        Yayın organlarına gönderilen açıklamada "Bülent Ecevit'in demeci" deniliyordu.

        Partisi yoktu artık; o, sadece bir isimdi.

        "Hükümet derhal çekilmelidir" başlıklı demeç üç cümleden ibaretti:

        "Laik demokratik cumhuriyete karşı Ankara'da göz göre göre işlenen korkunç cinayetten başbakan da sorumludur ve başında bulunduğu hükümet de sorumludur. Bu hükümet artık görevde kalamaz. Halkın yüzüne bakamaz."

        Bu kadar!

        Ecevit açıklamalarında alışkın olmadığımız bir cümle aksaklığı ama hep alışkın olduğumuz sorumluluk, kararlılık ve duyarlılık...

        Bir intihar girişimi

        Bu açıklamayla yetinmedi.

        Cenazeye gitmek istiyordu.

        Rahşan hanım bunu yapmaması gerektiğini söyledi. Hava sıcaktı. Cenazede bir izdiham olacağı belliydi.

        Bu halde gitmemeliydi.

        Diretti Ecevit...

        Böyle bir günü evde televizyondan izleyemezdi:

        "Aynı fikir doğrultusunda olduğumuz bir değerli insanı son yolculuğunda yalnız bırakmak istemem. O yüzden cenazesine katılacağım" dedi.

        Gri gömleğini giydi, kravatını ve ünlü "Ecevit kasketi"ni taktı.

        Ve cenazeye geldi.

        Bu, 81 yaşında, sağlık sorunlarıyla boğuşan bir insan için intihar demekti.

        Cenazede uzaktan görebildiğim kadarıyla gerçekten çok kötü durumdaydı.

        Kalabalığı yararak zar zor ilerledi, cami avlusunda, musalla taşı başında sıcakta uzun süre bekledi.

        Üzüntünün de eklenmesiyle yanındakileri tanıyamayacak hale gelmişti.

        Yanına gelen Devlet Bahçeli'yi hatırlamakta zorlandı.

        Gözlerinin içi bembeyazdı.

        Düşüyordu

        Tören bittiğinde omuzları hepten çökmüş, bacaklarını sürüyemez hale gelmişti.

        Artık ayakta duracak hali kalmamıştı.

        İki koruması iki koluna girdiler. Bir ara sendeledi, dizi yere değdi.

        Kaldırdılar.

        Kocatepe Camii avlusunu dolduranlar onu hararetle alkışlıyor, "Helal olsun" diye bağırıyordu.

        Yaşlıca bir adam sırtını sıvazladı, omzunu öptü.

        Bir başkası uzanıp omzundaki saç telini aldı.

        O ise bir an önce çıkışa ulaşmaya çalışıyordu.

        Arabaya zor bindi.

        "Derin uyku"

        Eve geldiğinde bitkindi. Dinlenmeye çekildi. İki saat sonra fenalaştı.

        Recai Birgül özel doktoru Mücahit Pehlivan'ı aradı.

        Pehlivan hemen gelip ilk müdahaleyi yaptı.

        Bilinci kapalıydı.

        Ambulansla hastaneye, acil servise götürdüler.

        Ankara hâlâ Danıştay saldırısının şokundaydı.

        Ecevit yoğun bakım ünitesine alındı. Beyin tomografisi çekildi.

        Beyin kanaması geçirdiği saptandı.

        Sağ yanına felç inmişti.

        22.30'da bir operasyon yapıldı. Dört saat sürdü. Beyindeki kanama durduruldu.

        Sonra uyutuldu.

        80 yıllık bir ömrün ve yarım asrı aşan, seçimler, zaferler, darbeler, hapisler, yenilgiler, zirvelerle dolu bir siyasi koşunun ardından gelen "derin uyku"ydu bu.

        Ve biz, bir zamanların mahşeri kalabalıklarından artakalan bir avuç adam dışarıda, her daim bizi gaflet uykularından uyandıran adamın, derin uykusundan uyanmasını bekliyorduk, dualarla...

        "Uyandırmayın, yalvarırım!"

        Ecevit, Hint edebiyatına tutkundu.

        Özellikle de Rabindranath Tagore'a hayrandı.

        Onun "Gitanjali"sini henüz 16 yaşındayken çevirmişti.

        Tagore'un Tanrı'ya ve ölüme dair dizelerini her daim yaşam felsefesi bellemişti.

        İşte onun kaleminden bir bölüm:

        "Gece onu boş yere beklemekle hemen hemen sona erdi.

        Sabaha karşı yorgun bir halde uykuya dalmışken, birdenbire kapıma gelmesinden korkuyorum.

        Ey dostlar,

        Yolu ona açık bırakın, ona engel olmayın.

        Şayet onun ayak sesleri uyandırmazsa beni kaldırmaya uğraşmayın, yalvarırım.

        Sabah aydınlığının bayramında kuşların gürültülü korosuyla, rüzgarın başkaldırışıyla uyandırılmak istemiyorum.

        Hatta kapıma ansızın Tanrım bile gelse rahatsız edilmeden uyuyayım.

        Ah benim uykum,

        Sona ermek için yalnız onun dokunuşunu bekleyen değerli uykum...

        Ah benim kapalı gözlerim, uyku karanlığından meydana gelmiş bir rüya gibi gülümseyerek önümde dururken yalnız onun gülümseme ışığına açılacak olan kapalı gözlerim...

        O bana bütün ışıkların ve şekillerin ilki halinde görünsün.

        Uyanan ruhuma neşenin ilk titreyişi onun nazarlarından gelsin.

        Ve benim kendime dönüşüm, doğrudan doğruya ona dönüşüm olsun."

        Ecevit'in Hindistan Gezisi

        Yeni Delhi

        Başbakan yarın Hindistan'a; onu yaşamı boyunca etkileyen felsefenin anavatanına gidiyor ilk kez... Can Dündar, Başbakan'ın Hindistan gezisi öncesinde Ecevit'in yaşamında Hindu felsefesinin izini sürüyor

        Bülent Ecevit, büyük Hint şairi Rabindranath Tagore'la 15 yaşında tanıştı. Savaş yıllarıydı. Bir gün eve geldiğinde babası Fahri Bey'in "Bahçıvan" adlı bir şiir kitabı okuduğunu gördü. İbrahim Hoye tarafından çevrilen kitabı babasının önerisiyle okudu. Sayfaları çevirdikçe Bengal dilinde yazan bu Hintli şairin sözcüklerinin ruhuna işlediğini fark etti.

        Ardından aynı şairin Sebati Ataman'ın çevirdiği "Postane" adlı piyesini okudu. Çok etkilendi. Hint felsefesi ve Hint edebiyatının tadına varmaya başlamıştı.

        Robert Koleji'ne başladığı yıl, Tagore'un 1910'da yazdığı ve 1913'te Nobel Edebiyat Ödülü aldığı destanı Gitanjali'yi keşfetti. İngilizcesini okurken çevirme isteği uyandı içinde... Ancak şiirin, nesre dönüştüğünde büyüsünden bir şeyler kaybettiğini düşünüyordu. O yüzden çeviriye girişirken bunu doğrudan doğruya şiir diliyle aktarmayı arzuladı. Henüz 16 yaşındayken çevirdiği bu kitapta yer alan dizeler, onu ömrü boyunca etkisi altında tutacaktı:

        Duam budur

        Fikrin korkusuz olduğu ve başın dik tutulduğu yerde

        Bilginin serbest olduğu ve dünyanın özel duvarlarla dar bölmelere ayrılmadığı yerde

        Sözcüklerin, doğruluğun derinliğinden meydana çıktığı yerde

        Berrak aklın nehrinin, ölmüş adetlerin hazin çölünde yolunu kaybetmediği yerde

        Zekanın sürekli olarak genişleyen fikir ve fiile senin tarafından sevk edildiği yerde

        Tanrım, sen benim memleketimi, işte bu özgürlük cennetinde uyandır

        Benim sana duam budur

        Allah'ım, bana sevinçlerimi ve üzüntülerimi kolayca kaldırabilecek gücü ver

        Bana fikre saygısızlık etmeyecek ve küstah kudretin önünde diz çökmeyecek gücü ver

        Bana başımı her günkü değersiz şeylerin üzerinde tutacak gücü ver

        Yıllar sonra CHP'nin Genel Başkan koltuğuna oturduğunda annesi Nazlı Hanım'a gazeteciler, oğlunun başarısının sırrını soracaklar, o da şöyle diyecekti: "O, küçükken bile vaktini devamlı kitap okuyarak geçirirdi. Daha 16 yaşında Tagore'un Gitangali'sini çevirmişti."

        Ecevit'in ilk çeviri kitabı böylece basıldı. Henüz 16 yaşındayken gelen bu başarı genç Ecevit'i çok gururlandırdı. Kitabını önce anne ve babasına hediye etti, sonra da dönemin efsanevi Milli Eğitim bakanı Hasan Ali Yücel'e... O kitap, bugün Hasan Ali Yücel'in kızı, Can Yücel'in kızkardeşi, Canan Eronat Yücel'in arşivinde bulunuyor.

        Ecevit kitabı Yücel'e 29 Nisan 1941 günü imzalamış ve imzalarken de kendi el yazısıyla üzerine kısa bir not düşmüş. Bu not, savaşın kızgınlaştığı o günlerde hem Avrupa'yı, hem Türkiye'yi etkisi altına alan şeflik ikliminin ağır izlerini taşıyor:

        "Kültür Başbuğumuz Hasan Ali Yücel'e

        Emrinizdeki ordunun bir neferi tarafından ilk savaş armağanı olarak...

        Robert Koleji talebelerinden Bülent Ecevit..."

        Ecevit, Robert Koleji'ni bitirdikten sonra bir süre Hukuk Fakültesi'ne gitti. 19. Yüzyılın ikinci yarısında, şiire ve Batı düşüncesine açık bir ortamda yetişen Tagore, bu hukuk eğitimi için İngiltere'ye gitmişti. Ancak Ecevit hukuktan çabuk sıkıldı; Dil Tarih'te bir süre İngiliz dili ve Edebiyatı tahsil ettikten sonra, çevirdiği yazarın peşinden Londra'ya gitti.

        1946 yılıydı. Türkiye ilk çok partili seçimine giderken, Ecevit de Rahşan Hanım'la evlenmiş ve Londra Basın Ataşeliği'nde mali katip olarak çalışmaya başlamıştı. Burada da Tagore'un izinden ayrılmadı. Boş zamanının bir kısmını Belgalce ve Sanskrit öğretimine ayırdı. Bu tutkunun peşinden London Scholl of Oriental and African Studies'e gidip birkaç ay dil dersleri aldı.

        KENDİNİ BULDU

        Dünyanın yaşayan en eski dili sayılan ve bir fonetik harikası olarak nitelenen Sanskritçe'ye hayranlığı büsbütün arttı. Bengalce'yi öğrendikçe Tagore'a kendini daha yakın hissetmeye başladı. Bengalce hocası Miss. Summers'ın sınıfındaki tek öğrenciydi Bülent Ecevit... Bunun rahatlığıyla ondan bir şey istedi: "Benim Bengalce öğrenme isteğim Tagore'un şiirlerine ve düşüncesine olan hayranlığımdan kaynaklanıyor" dedi; "Acaba bana Bengalce'yi doğrudan doğruya Gitanjali ile öğretmeye başlayamaz mısınız?"

        "Memnuniyetle" diye yanıtladı hocası... Böylece Ecevit, Bengalce'yi öğrenirken aynı zamanda Rabindranath Tagore'un 9 şiirini Bengalce orijinalinden çevirme olanağı buldu. Çeviriyi yaparken çok mutlu oldu. Çünkü bu destanda Türk mutasavvıflarından izler görmüştü:

        "Ayağının tozuna değsin başım...

        Ne'm varsa benlik adına, boğsun gözyaşım

        Bana gelen her san lekedir onuruma...

        Ölüm getirir her an çevremde dolanışın

        Ne'm varsa benlik adına boğsun gözyaşım".

        1950 yılında yurda döndü. Ulus ve Halkçı gazetelerinde çalıştı. Ama nereye gittiyse Tagore da kendisiyle birlikte geldi. Rabindranath Tagore, şair ve ressamdı, ama aynı zamanda ülkesinin bağımsızlığıyla, siyasal gelişmeleriyle de yakından ilgiliydi.

        Ecevit de bir yandan şiir çevirileriyle birlikte Ulus'ta resim ve sanat eleştirilerini sürdürürken, öbür yandan da siyasetle daha yakından ilgilenmeye başlayacak ve babasının dışlandığı CHP'yle dirsek temasına girecekti.

        BOŞ VERSEK İŞİ GÜCÜ

        Aileyi yakından tanıyan bir profesör, o dönem Ecevit'in ciddi bir hastalık geçirdiğini anımsıyor. "Ecevit'i uzun süre yatağa bağlayan ve neredeyse yürüyemez hale getiren bir hastalıktı bu" diyor. Doktorların bile yeniden yürütme umudunu yitirmeye başladığı bir anda Ecevit'in, sağlığına yeniden kavuşmasını sağlayan mucize, eşi Rahşan Ecevit'ten gelmiş. Rahşan Hanım, eşine günler boyu sevgiyle masaj yaparak onu iyileştirmiş. "Sevginin her derdin en iyi ve yegane çaresi olduğu" yolundaki Hint inancını Ecevit'ler böylece bizzat yaşayarak test etmişler.

        Bülent Ecevit, 1957 yılında Rockefeller bursuyla Amerika'ya gitti. Harvard Üniversitesi'nde sosyal psikoloji ve Ortadoğu tarihi üzerine çalıştı. Dönünce de 1957 seçimlerinde CHP'den milletekili adayı oldu. 43 yıl sürecek uzun bir siyaset maratonu başlamak üzereydi.

        O günden sonra, aslında pek de sevmediği siyasetin hepten yoğunlaşıp, hayatını doldurduğu günlerde Hint felsefesine, özellikle de Tagore'a sığınacak ve Gitanjali'den kendi çevirdiği şu dizileri okuyarak rahatlayacaktı.

        "Girmesek bugün evden içeri dost Girmesek evden içeri, Basıversek de göğü bugün, yağma etsek enginleri, Sularda köpükler gibi, rüzgarda gülüşler koşuyor bak Boş versek de işi gücü, günü türkülerle harcasak".

        Ancak siyaseti boş vermesine imkan yoktu. Tersine siyaset, her geçen gün onu biraz daha kendisine bağlayacak ve günün birinde kendisini partiye sokan lidere meydan okuyup, koltuğuna aday olma noktasına getirecekti. Ve İnönü'ye karşı CHP liderliğine aday olmaya karar verdiği gece, Ecevit yine Hint felsefesine sığınacaktı.

        'Prens' Ecevit İnönü'ye karşı

        Ecevit "İnönü'ye karşı nasıl tavır alırım" diye düşünürken, bir Hint destanı kahramanı Krişna ona ilham verdi: "Gir savaşa, günah işlemezsin." Ecevit girdi savaşa ve kazandı

        1963 yılının 20 Mayıs geceyarısı Ankara Radyosu bir ihtilal bildirisi okumaya başladı. Radyo, Albay Talat Aydemir'e bağlı Harbiyeliler'in eline geçmiş, darbeciler duruma tamamen hakim olmuşlardı.

        O gecenin öyküsünü İnönü kabinesinin genç Çalışma Bakanı Bülent Ecevit'ten dinlemiştim. Ecevit, bildiriyi dinledikten sonra her şeyin bittiği kanısına vardığını anlatmıştı. Rahşan Ecevit'le birlikte evde darbecilerin gelip kendilerini almasını beklemeye başlamışlar. O sırada Bülent Ecevit, eşinden kendisine bir bavul hazırlamasını rica etmiş; biraz çamaşır, biraz giyecek ve birkaç da felsefe kitabı... Ecevit, yıllardır isteyip politika nedeniyle ertelediği Sanskritçe çalışmalarına "içerde" yeniden dönebileceğini umuyormuş. O yüzden yanına aldığı kitaplar arasına Sanskritçe sözlüğünü ve "Gitanjali"yi de koymayı ihmal etmemiş:

        "Bu ayrılış gününde bana bol şans dileyin arkadaşlarım

        Şafağın sökmesiyle gökyüzü aydınlandı, benim yolum güzel bir manzara arzediyor

        Beraberimde ne götüreceğimi sormayın. Seyahatime boş eller ve ümideden bir kalple çıkıyorum

        Düğün çelengini takınacağım. Benim elbisem seyyahın güvez renkli elbisesinden değildir ve yolda tehlikeler olmakla beraber içimde hiç bir korku yoktur."

        Ecevit'in daima kalbinin köşesinde sakladığı bu gizli dil, zaman zaman, özellikle de kriz dönemlerinde yeniden ortaya çıkacak ve o eski arzu yeniden depreşecektir. 21 Mayıs sabahı darbe girişimi bastırılınca Ecevit'in Sanskritçe tercüme hevesi yarım kalsa da, daha sonraki darbe girişimlerinde de hazırlanan her bavulda o kitaplar olacaktır.

        İNÖNÜ'YE KARŞI

        CHP'nin Genel Sekreteri Bülent Ecevit 1972 yılında İnönü'ye rakip oldu.

        12 Mart müdahalesinin kendisine karşı yapıldığını düşünüyordu. "Ortanın solu" fikriyle ortaya çıkmıştı. Artık partiyi bu fikrin sürüklemesi gerektiğini düşünüyordu, ama karşısında koca İsmet Paşa vardı. Sevip saydığı bir lidere karşı aday olmak, ağır geliyordu. Sancılanıp durduğu bir gece, gençliğinde okuduğu, çevirdiği ve o günden beri zor günlerde hep başvurduğu bir kitabı anımsadı:

        Bu, Hint felsefesinin İncili sayılan Sanskriçte "Mahabharata" destanıydı. Bin yıl önce manzum olarak yazıya dökülmüş 1000 bin beyitten oluşan bu kutsal destandaki öykülerden biri ("Ruhun Şarkısı" anlamına gelen Bhagavadgita'nın) Krişna'nın Prens Arcuna'ya öğütlerini anlatıyordu:

        Öyküde, Komutan Prens Arcuna bir savaşa girme kararının eşiğindedir. Ama savaşacağı insanlar arasında çok sevip saydığı akrabaları da vardır. Arcuna sancılanır, "Ben bunlarla nasıl mücadele edebilirim. Bunlar benim en sevdiğim, en saydığım insanlar" der kendi kendine; "Ben onların hiç birine kıyamam. Eğer onlarla mücadeleye girmem gerekiyorsa onlar beni hedef alsın, öldürsünler daha iyi..." Ve bu düşünceyle Arcuna silahını yere atar... Ona yol gösteren Krişna burada devreye girer ve der ki: "Sen eğer kendin bir şeyler kazanmak için bu savaşa gireceksen, girme. Ama bu savaşın yapılması gerektiğine inanıyorsan ve kendin için bir şey beklemiyorsan, bu savaşa girmek zorundasın." Böylece Prens Arcuna yüreğine taş basarak mücadeleye girer.

        Tıpkı "İnönü'ye karşı nasıl tavır alırım, onunla nasıl mücadele ederim" diye kendi kendisiyle kavga eden "Prens" Ecevit'in, Krişna'nın öğütlerini okuyunca liderliğe soyunma kararı alması gibi... Ecevit Gitanjali'de "Acıyla tadı/yitimle kazancı/yengiyle yenilgiyi/bir tutarak gir savaşa/o zaman işte/günah işlemezsin" diye yazmıştır. Girer savaşa... Ve kazanır.

        Ecevit'in hayatında benzer bir sahne 1974 Kıbrıs çıkarması döneminde yaşandı. Harekattan sonra New York Times'dan bir gazeteci, Başbakan Ecevit'e "Böylesine zor bir kararı nasıl aldığını, karar verirken zorlanıp zorlanmadığını" sordu. Ecevit, yine Hint klasiklerine atıf yaparak yanıtladı:

        Harekat kararını aldığı gece, uykularından sık sık uyanıp yine "Mahabbarata" destanını ve o destandan Bhagavadgita'yı okumuştu. Komutan Arcuna bu kez kendi içindeki "iyi" ile "kötü"nün çatışmasını yaşıyor. Destanın bir yerinde bir toprağın elde edilmesi için ordularını gönderip göndermeme kararıyla başbaşa kalmış ve içindeki iyilik ve kötülüğünün çatışması sonucu kararını, orduları yollama şeklinde vermişti. Destanın sonunda ordu, zafere kavuşuyordu. Ecevit demecinde harekat kararı arifesinde "dönüp dönüp Bhagavadgita'yı okuduğunu" anlatmıştı.

        KİTAPTAN GERÇEĞE

        11 Eylül gece yarısı askerler tanklarla Or-an'daki evinin kapısına dayandığında Ecevit yeniden Tagore'a ve kitaplarına döndü: "Gece karanlık çöktü. Günümüzün işi bitmişti. Zannettik ki gecenin son misafiri de gelmiş ve köyde bütün kapılar kapanmıştı. Yalnız bazıları hükümdarın geleceğini söylediler. Biz güldük, 'Hayır imkanı yok' dedik. Kapı vuruluyormuş gibi geldi ve biz 'Bu, rüzgardan başka bir şey olamaz' dedik. Lambaları söndürdük ve uykuya yattık. Yalnız bazıları 'Bu, habercidir' dediler. Biz güldük ve 'Hayır, rüzgar olmalı' dedik. "Gecenin ölü ıssızlığında bir ses duyuldu. Uyku içinde sandık ki bu, uzaktaki fırtınaydı. Yer titredi, duvarlar sarsıldı, uykumuzda rahatsız olduk. Yalnız bazıları bunun, tekerleklerin sesi olduğunu söylediler. Uykuda bir mırıldanışla, 'Hayır, bulutların gürlemesi olmalı' dedik. "Trampet çalındığı zaman gece hâlâ karanlıktı. 'Uyanın gecikmeyin' sesi duyuldu. Ellerimizi kalplerimize bastırdık ve korkudan titredik. Bazıları, 'Bakın hükümdarın bayrağı' dediler. Ayağa fırladık ve bağrıştık: 'Kaybedecek vaktimiz yok!' Gök gürülder. Karanlık şimşekle titrer. Paralanmış hasırı çıkar ve avluya ser. Fırtınayla beraber, ansızın korkunç gecemizin hükümdarı geldi."

        Ecevit o dönem yargılandı, mahkum oldu ve hapse girdi. Hapiste, kaldığı tek kişilik koğuşun komşuları günler geceler boyunca daktilosunun tıkırtılarının hiç kesilmediğini anlattılar. Sürekli yazıyordu. Hindistan'ın büyük lideri Jawaharlal Nehru da öyle yapmıştı. Hapiste yazdığı "Dünya Tarihine Bakış" adlı kitap, daima Ecevit'in başucu kitabı olmuştu. Bir sohbette o kitap için "Issız bir adaya düşsem yanıma alacağım tek eser" demişti.

        O dönem savcılıktaki Ecevit'in soruşturma dosyasının içinde MHP'lilerin 12 Eylül öncesi yaptığı bazı ihbarlar da vardı. Yaşar Okuyan imzalı bu ihbarlardan biri de, Ecevit'in "Sanskritçe öğrenmek suretiyle bölücülük yaptığı" iddiasıydı. Ecevit, bundan yargılanmadı. Yaşar Okuyan ise 20 yıl sonra kendi kabinesinde bakan olacaktı.

        SÜSLERİ TERK

        12 Eylül'den kısa bir süre sonra CHP Genel Başkanlığından ayrıldı Ecevit... Evine çekildi. Kamuoyu bunun aslında bir ricat değil, yeni bir savaş hazırlığı için yığınak süreci olduğunu çok yakında anlayacaktı. Tagore'da İngilizler'in verdiği "Sir" ünvanından, Pencap'taki ayaklanmanın İngiliz askerlerince kanlı bir şekilde bastırılması üzerine vazgeçmemiş miydi?

        Hem ne demişti Tagore, Tanrıyla sohbetlerinde: "Artık bütün adi süsleri terk ediyorum. Kalbimin tanrısı, bundan sonra benim için ne beklemek ve köşelerde ağlamak, ne de utangaçlık ve tatlı tavırlar yok. Süslenmek için sen bana kılıcını verdin. Artık bana süslenme yok".

        Ecevit, o kılıcı kuşandı ve 12 Eylül'de başlattığı mücadeleyi yoktan var ettiği bir partiyle zafere ulaştırdı. "Adi süsleri" iktidarda da kuşanmadı. Lüks makam arabalarını, uçakta özel muameleyi, pahalı markalar giyinmeyi hep reddetti. Ama gizli bir hayali kalbinde sakladı. "Bir gün Hindistan'a gidebilmek ve Tagore'un okulunu ziyaret edebilmek." İşte Ecevit'in bu hayali bu hafta sonu gerçek oluyor...

        Sanki ikinci vatanı

        Uzun yıllar dış politikada Pakistan'a yakın duran Türkiye, Hindistan'a açılıyor. Bu yakınlaşmada usta şair Tagore'yi Türkçe'ye kazandıran Başbakan Bülent Ecevit'in Hint kültürüne duyduğu ilginin büyük payı var

        1922 yılı Ağustos ayında Afyon'dan Türk ordusunun galibiyet haberi Hindistan'a ulaştığında Jawaharlal Nehru, Lueknow bölge hapishanesinde tutsaktı. O gece zafer haberini nasıl büyük bir mutlulukla kutladıklarını daha sonra "Dünya Tarihine Bakış" kitabında şöyle anlatacaktı:

        "Bulduğumuz eski ve artık süslerle hapishane kışlamızı dekore ederek kutladık Türk zaferini... Hatta akşam, zayıf da olsa bir ışık gösterisi girişiminde bulunulmuştu."

        Nehru, o coşkuyla kutladığı zaferi ve zaferin komutanını örnek alarak bir süre sonra bir benzerini Hindistan'da yaratacak ve "eskisinin küllerinden doğan" modern Hindistan'ın mimarı ve ilk başbakanı olacaktı.

        Ecevit'in Hindistan gezisi, biraz da bu nedenle Yeni Delhi'de tahminlerin üstünde heyecan yarattı:

        Türkiye'nin anti-emperyalist mücadelesini örnek almış bir liderin kurduğu ülke, Hint felsefesini rehber edinmiş bir Başbakanı ağırlıyordu.

        İtiraf etmek gerekirse Hintliler kadar, ben de heyecanla Ecevit'i bekliyordum, çünkü son iki gündür Sabah'ta yayınlanan "Ecevit ve Hinduizm" yazı dizisini okuduktan sonra hem de Meclis'teki cehennemin ortasında ısrarla beni arattığını öğrenmiştim. Hindistan'da olduğumu öğrenince "İyi o zaman, orada görüşürüz" demişti.

        Hindu felsefesi ve Sanskritçe çevirileri aracılığıyla onun iç dünyasına bakmaya çalıştığım için "ne düşündüğü konusunda" doğrusu biraz da endişeye kapılmıştım. Başbakan Taç Otel'e gelir gelmez kaygılarımı giderdi. Yazıları övüp iltifat etti, o bilgileri nereden bulduğuma hayret ettiğini söyledi. Ama benim için daha önemli mesaj, şu cümlede gizliydi:

        "Bir araştırmacı gazetecinin ötesinde bir psikolog gibi yazmışsınız."

        İşte bu doğruydu.

        Çünkü kitapları dikkatle okunduğunda tercüme ettiği her satır, Ecevit'in ruh dünyasının labirentlerine kapılar aralıyordu.

        Asıl ilginci Meclis krizinden 3 gün önce yazılan ve Ecevit'in her krizde Hint felsefesine sığınışını konu alan dizi, Tagore'un şu dizeleriyle bitiyordu.

        "İktidarımın son sınırında seyahatim nihayete ermişti./

        Önümüzdeki yol kapanmış, azığım tükenmiş ve sessiz karanlıkta

        yerleşmek zamanı gelmişti."

        Başbakan bu satırları okuduğu sırada yeni bir krizin hemen ardından, "İktidarının son sınırında" Hindistan'a seyahate gidiyordu.

        İşte bir kez daha, yeni bir krizde yanında Gitanjali'yi taşıyarak sessizliğe çekiliyordu.

        Cumhurbaşkanlığı kriziyle ilgili soruları yanıtlamayacağını söylediği için geziyi izleyen meslektaşlarla Tagore okuyup, Başbakan'ın muhtemel kararını tahmin etmeye çalıştık.

        Bence "işaret", biraz önce yazdığım mısraların ardından gelen dizedeydi:

        "Tanrım, anlıyorum ki, sen bende hiç bir son beklentisinde değilsin"

        Hemen belirtelim ki, Hindistan'daki Ecevit hiç de kaygılı görünmüyor. Tersine, kendisine ilham veren topraklarda olmaktan son derece mutlu...

        22 ortaklı koalisyon

        1970'lerde Başbakan olduğu dönemde Ankara'da Hindistan Büyükelçisi olan Narayan'la bugün Hindistan Cumhurbaşkanı olarak görüşürken neşesine neşe katan diyaloglar yaşandı. Söz, siyasetten açılınca Ecevit, "Biz sizin siyasette uzlaşma kültürünüzden çok şey öğreniyoruz" dedi. Hindistan'daki 22 partili koalisyon gündeme gelince de imalı konuştu: "Biz de 3 partiyle ahenk içinde işbirliği yapmaya çalışıyoruz."

        PAKİSTAN'DAN MESAJ

        Ecevit-Narayan görüşmesinin önemi, Başbakan'ın cebinde Pakistan'ın bir mesajını taşımasıydı.

        Bugüne dek Hindistan karşısında hep Pakistan'a yakın durmuş olan Türkiye, ilk kez İslamabad'ın davetini geri çevirip, Yeni Delhi'ye geliyordu. Ecevit, bunun yarattığı sempati iklimi içinde Narayan'a "Pakistan sizinle diyalog istiyor" dedi. Hindistan'daki silahlanmanın artışının orada yarattığı rahatsızlığı belirtip, Pakistan yönetiminin, sorunların askeri olmayan yöntemlerle çözümünden yana olduğunu dile getirdi.

        Narayan bu mesajı diplomatik bir dille yanıtladı. Özetle "Laftan çok icraata bakmalıyız" dedi. "Pakistan'dan somut işaretler beklediğini" vurguladı. Beklenen işaret, Keşmir'deki silahlı saldırıların durmasıydı.

        Bu arada Hindistan ile ısınan ilişkilerin ilk somut sonucu da bu görüşmede filizini verdi. Yıllardır Kıbrıs konusunda Yunan tezlerine daha yakın duran Hindistan'ın Cumhurbaşkanı, adadaki son gelişmeleri Ecevit'ten dinledikten sonra, ilk kez son derece temkinli bir dille "Bu gelişmelerden, KKTC'nin giderek daha fazla kabul gördüğü anlamı çıkardığını" belirtti.

        1 milyar nüfuslu Hindistan, özellikle ekonomik açıdan Türkiye için bir fırsatlar diyarı gibi görünüyor.

        Ancak iki ülkenin üretim kalemlerinin (tarım, tekstil gibi) benzeşmesi, işbiriliği alanlarını daraltıyor. Buna karşın özellikle altyapı yatırımları, müteahhitlik hizmetleri ve Hindistan'ın en çok gurur duyduğu enformasyon teknolojileri alanlarında alışveriş ve ortak yatırım imkânları daha fazla...

        Başbakan'ın heyetindeki işadamları bu imkânları somutlaştırmaya çalışıyorlar. THY'nin Delhi seferlerinin yeniden başlaması, üniversitelerarası öğrenci değiş tokuşu, kültürel alanda Hindistan'daki Türk izlerinin sempozyumlar ve belgesellerle incelenmesi gibi konular da gündemde...

        Gezinin resmi görüşmelere ayrılan kısmı bugün öğleyin sona erecek. Öğleden sonra "asıl Hindistan"la tanışma gezisi başlayacak.

        Ecevit'ler, "Doğu'nun incisi" Tac Mahal' i ziyaret edecekler ve Başbakan Asya mistisizminin kucağında Ankara'nın toz dumanını unutmaya çalışacak.

        GİTANJALİ

        Bölüm 136

        Kurtuluşu reddetmem. Serbestliğin binlerce zevk bağıyla beni sarışını

        hissediyorum. Sen her zaman bana, bu toprak testiyle ağzına kadar

        doldurarak, bol renkli ve bol kokulu şarabının özünden verirsin.

        Benim dünyam yüzlerce çeşitli lambasını senin ateşinden yakacak ve onları senin tapınağının adak taşına koyacak. Hayır ben hiçbir zaman hislerimin kapısını kapatmayacağım. Görüş, işitiş ve dokunuşun zevki senin zevkini taşıyacak. Evet benim bütün hayallerim neşenin ışığı halinde yanacak

        ve bütün arzularım aşk meyveleri halinde olgunlaşacak.

        Tagore'den çeviren: Bülent Ecevit

        Ecevit karnesindeki 2 "iyi"

        Şu aralar okullarda şenlik var. Bir yanda dönem sonu hazırlıkları, bir yanda karne telaşları, bahar kutlamaları, mezun buluşmaları... bir faaliyettir gidiyor.

        Bizler de davet eden okulların şenliklerinin yanı sıra, kendi ilkokulumuzun, lisemizin, üniversitemizin kutlamalarına da gidiyor, "nostalji yapıyoruz".

        Bu buluşmaların en keyiflilerinden birini - savaş dönemine rastladığı için - sizinle paylaşamamıştım.

        Ankara Mimar Kemal İlkokulu mezunlarının buluşmasıydı bu...

        76. yılını kutlayan ilkokulumla beni yeniden buluşturan Altan Öymen oldu. Onun "Bir Dönem Bir Çocuk"unda (Doğan Kitap, 2002) bir fotoğraf dikkatimi çekti:

        Küçük Altan Öymen, koyu renk önlüğü ile okulumun merdivenlerinde oturuyordu. Aynı merdivenlerde benim de bir fotoğrafım vardı. O fotoğrafı Altan Ağabey’e götürdüm. O da beni Mimar Kemalliler Derneği’nin toplantısına götürdü.

        * * *

        Cumhuriyetin ilk kuşak mimarlarından Kemalettin Bey’in adını taşıyan okulumuz, Ankara’nın ilk okullarından biri, Ecevit’in deyimiyle "devrimin mutfağı" idi. Yüksel Caddesi’ndeki bu sevimli binada memur çocuklarıyla, mebus çocukları bir arada okurdu.

        Okulun sınıfları Bülent Ecevit, Murat Karayalçın, Ali Bozer, Çetin Altan, Hasan Cemal, Mehmet Barlas, Seçil Heper, Ahmet Oktay, Vecihi Timuroğlu, Şevket Pamuk gibi pek çok tanıdık ismi ağırlamıştı.

        10 yıl önce de Süleyman Yüzübenli tarafından mezunlar derneği kurulmuş ve o sayede Mimar Kemalliler yeniden buluşmuştu.

        * * *

        Daha kapıda bir sınıf arkadaşımın elime tutuşturduğu, şimdi bir ömür kadar uzak görünen siyah beyaz bir fotoğrafla, o boğazı dilim dilim doğrayan beyaz kolalı yakaların ve kara önlüklerin, okuma yazmayı sökenlere takılan kırmızı kurdelelerin, müsamerelerde çaldığımız mandolin ve blok flütlerin, gazoz ve leblebi tozu satılan kantinlerin, "şans, talih, kader, kısmet 5 kuruşa" kazınan 1970’lerin Türkiyesi’ne gittim.

        Bana okuma yazmayı hem öğretip hem sevdiren sevgili öğretmenim Cuyibar Bölükbaşıoğlu’na şükrettim.

        Sonra okulumuzun en ünlü mezunu Bülent Ecevit de aramıza katıldı ve 3 mezun kendimizi bir anda sahnede bulduk.

        Ecevit 1930’ların, Öymen 1940’ların Mimar Kemal’ini anlattı, bana 70’ler kaldı.

        1936 mezunu Ecevit’e karnesi ve diploma şahadetnamesi hediye edildi. "Çoğu pekiyi" karnede sadece iki "iyi" vardı:

        "Hal ve gidiş" ile "diş koruma"...

        * * *

        Öğrencilerden biri "Hiç kopya çektiniz mi" diye sordu:

        Ecevit "Çekmedim, ama çekenleri de yadırgamadım" yanıtını verdi.

        Öymen, "Ben bir kez denedim; yazıp dizime koymuştum, ama sınav sırasında düştü, yakalandım" dedi.

        Yanımda oturan Ecevit yoldan gelmişti. "Soruları kısa keselim, konuğumuz yorgun" dedim. Kulağıma eğilip "İstedikleri gibi sorsunlar, ben çok mutluyum" diye fısıldadı.

        Yıllar önce kaybettiği ailesini yeniden bulmuş çocuklar gibi şendik o gün...

        O güne dek "meslektaşötık, artık "mekteptaş" olmuştuk.

        İyi ki doğdun Ecevit!

        O bir İkizler!

        Ecevit'in yaşgününde burç tahliliyle karışık bir lider anatomisi...

        Onun ikiz kişiliğinde, İkizlerin ruhsal med-cezirine dair bir analiz denemesi...

        Bugün Karaoğlan'ın yaşgünü... 1925'in 28 Mayıs günü Beşiktaş Akaretler'de dünyaya gelmişti Bülent Ecevit... İkizler burcu.

        Benim burçlarla ilgim yoktur pek... Kendiminkini bilirim. Burcumla ilgili söylenenleri kendime benzetirim.

        Ecevit'e burç sayfalarından bakınca öyle çok benzerlik fark ediyorum ki... Evet, o, tam bir İkizler...

        Rıdvan Akar'la birlikte "Karaoğlan" belgeseli için onu bir hafta sürecek bir söyleşi maratonuna çıkardığımızda saatler boyu siyaset hayatının girdaplarını anlatmış ve sonunda kulaklarımıza inanamadığımız bir söz söylemişti:

        "Biliyor musunuz, Rahşan da ben de siyaset sevemedik."

        Rıdvan'la birbirimize bakakalmıştık.

        Düşleri, bir kır evinde resim yapıp şiir yazarak ömür geçirmekti.

        Kader onları bambaşka bir yazgıya sürükledi.

        Yarım asır, hiç sevmedikleri bir uğraşın baş aktörleri oldular.

        İki peri

        Böyledir İkizler; madden asık suratlı bir koltukta otururken ruhen bir salıncağın oturağında semaya kahkahalar savurabilirler.

        Çoğunlukla birbirine taban tabana zıt ilhamlar veren iki farklı peri, iki farklı yöne kanatlandırarak seni, ruhunu bedeninden koparabilir.

        Bir çocuk kadar coşkuluyken aniden karabasanlara sürükleyebilir.

        Canın tembellik çekerken doludizgin çalıştırabilir.

        Aynı anda hem kendi kabuğunda yapayalnız hem kalabalıklara yön veren bir yıldız olmak istemene yol açabilir.

        Öfkeyle sükunet, hoşgörü ve nefret, inkar ve ibadet, karmaşık bir kişiliği dokuyan ibrişimler gibi birbirine dolanabilir.

        Doğum gününde ölümü düşündürebilir.

        Seni bile şaşırtan bu med-cezirler, yanına, ardına düşenleri öyle şaşırtır ki; bu şaşkınlıkla ancak bir başka İkizler baş edebilir.

        İkizler birbirinin çelişkisini anlayabilir.

        Tıpkı, şimdi benim yapmaya çalışacağım gibi...

        Popüler ve seçkin

        Hayatı mitinglerde, kitlelerin içinde geçti Ecevit'in... Kitlelere ses verdi; kitlelerin sesi oldu.

        Onların kasketini taktı, mavi gömleğiyle meydanlarda fark yarattı.

        Çalışma bakanlığı döneminden son hastane yolculuğuna kadar yol arkadaşları işçiler, köylüler, madencilerdi.

        Seçkinler arasında yer almayı hiç sevmedi.

        Gösterişli makam arabalarından, göz alıcı markalardan, "çok önemli kişi" ayrıcalıklarından uzak durdu.

        Havaalanlarında VİP çıkışını kullanmadı, birinci sınıf uçmadı; yeri, hep arkalarda halkın arasındaydı.

        Robert Kolej mezunu bir şair olarak solcuların köylülere önem vermemesinden, seçkinlerin köylüyü hor görmesinden yakınırdı.

        Ama özel hayatında yalnızlığına düşkün bir "seçkin"di o...

        Yanına, derinine pek az kişi sokulabildi. Her daim mesafeli bir kibarlıkla uzak tuttu yakınlaşmak isteyenleri...

        Öyle dokunarak iletişim kuranlardan, rakı sofralarında sabahlayanlardan, ha babam siyaset konuşanlardan değildi.

        Belki de onun aynı anda bu kadar "uzak" ve bu kadar "yakın" olmasının intikamıydı, kitlelerin bir dönem milyonlarla peşine düşüp hemen ardından onu derin bir yalnızlığa terk etmesi...

        Bir dönem umut belleyip, bir dönem "İş çıkmaz" demesi...

        "Kurtar Karaoğlan"la "Yetti Karaoğlan" arasında gidip gelmesi...

        Ciddi ve çocuksu

        En yaman siyasi rakipleri bile teslim eder ki Ecevit, sözü ciddiye alınan, dengeli, ilkeli bir liderdir.

        Ciddidir.

        Onu eğlenceli bir parti gecesinin içki sofrasında kendisine uzatılmış mikrofona türkü söylerken, bir mitingde işçilerle halay çekerken, bir televizyon mülakatında fıkra anlatırken göremezsiniz.

        Kravatını, ceketini pek nadiren çıkarır, zoraki gülümser, kahkahası işitilmemiştir.

        Meydanlarda Demirel, Erbakan tarzı bir tuluat gösterisi izletmez insanlara...

        Şimdi çevirelim madalyonu ve onu hastaneye sürükleyen nedene bir daha bakalım:

        Kan ter içinde cenazeden çıkmış ve anlaşılan o ki, çıktığında o elim beyin kanaması çoktan başlamış.

        Korumaları bir an önce eve götürüp dinlendirme telaşında...

        Yolda Ecevit, "Bir yerde duralım da dondurma yiyelim" diyor.

        "Bir an önce eve gitsek" diyenlere çocukça boyun büküp "40 yılda bir dondurma istedim, bunu da çok mu görüyorsunuz?" diye serzenişte bulunuyor.

        Dondurmacıya gidiliyor ve süreç hızlanıyor.

        "Karaoğlan" belgeselinde kullandığımız bir görüntüde, çalışma bakanlığı döneminde "işten kırdığı" bir saatte Gölbaşı'nda donmuş bir gölün buzları üzerinde taşları tekmeleyerek kaydırırken görünüyordu.

        Muhtemelen aynı saatlerde "ikizi", işçi sorunlarıyla cebelleşiyordu.

        "Karaoğlan" bir kır evinde şiir yazmayı hayal ederek, kapalı bürolarda geçirdi ömrünü...

        Laik ve dindar

        Ecevit Atatürkçüdür.

        Laiklik konusunda da ödün vermez bir tavrı vardır.

        Merve Kavakçı'nın türbanla Meclis'e geldiği gün kürsüde "Lütfen bu hanıma haddini bildiriniz" diye kükreyişi hâlâ hatırlardadır.

        Lakin o, iki laftan birinin arasına Atatürk'ü sıkıştıran "gardırop Atatürkçüleri"nden değildir.

        Özellikle din ve laiklik konusundaki yaklaşımı, son derece özgündür.

        Robert Kolej'de unvanı "Hacı"ydı.

        Allah'ı konu alan "Robot" şiirini daha 15 yaşındayken yazmıştı.

        Kaynağını Hint felsefesinden alan bir inanç yapılanmasının etkisindeydi; ama bu inancı ustaca kendine saklarken inançlı insanları her daim kollamaya özen gösterdi.

        1960'larda yazdığı "Atatürk ve Devrimcilik" kitabında şapka devriminin köylüye ekonomik ve sosyal bakımdan bir şey kazandırmadığını belirtmişti.

        1973'te, "Bir halk, sosyal adalet getirecek düşüncelere açıksa beş vakit namaz kılsa da, oruç tutsa, dinine, törelerine bağlı olsa da ilericidir" diye yazmıştı.

        Dinin siyasete alet edilmesi konusundaki aşırı hassasiyetine rağmen siyasi hayatı boyunca dindarların dışlanmaması, dine bağlı kesimlerin kazanılması gerektiğini ısrarla savundu.

        Tarih ve yurt bilgisini entelektüel birikimiyle harmanlayınca bu özgün görüşlere ulaşıyordu.

        Laiklik konusunda Atatürk'ü İnönü'den daha esnek bulduğunu, son sultan Vahdettin'i hain olarak değerlendirmediğini söylemesi, laik camiada tam bir şok yarattı.

        Fethullah Gülen'le diyaloğu ve onun laik kesimin kuşkuyla baktığı okullarını öven demeçleri, "laiklikle bağdaşan tarikatlar / bağdaşmayan tarikatlar" ayrımı yapması, bazı tüyleri diken diken ediyordu.

        Son dönemde, Osmanlı'nın son dönemini inceleyen, CHP'nin altı okunu tartışmaya açan ve o ilkelerin günümüzdeki geçerliliğini tartışan bir kitap üzerinde çalışıyordu.

        İnatçı ve uzlaşmacı

        Demirel, Ecevit'i son ziyaretinde

        "O inatçıdır. Bunu da aşar" dedi.

        "Ecevit'in inadı" meşhurdur.

        Nitekim o inat, itirazlara rağmen katıldığı cenazede kendisini yatağa düşürmüştür.

        Bütün dünyaya karşı tek başına kalsa bile fikrini savunacak kadar dikbaşlı ve inançlıdır.

        Ama aynı Ecevit, Türk siyasi tarihine uzlaşmaların adamı olarak geçecektir.

        Daha 1970'lerde laiklerle dindarlar arasındaki cepheleşmeyi "tarihsel bir yanılgı" olarak tanımlayıp bu yanılgıya son vermek için MSP ile koalisyona giden odur.

        1970'lerde canına kasteden MHP'lilerle 1990'larda koalisyon kuran da odur.

        Bu konuda, kendisinden daha katı davranan eşinin itirazını bile dinlemeyecek kadar "uzlaşmacılıkta inatçı" olmuştur.

        'Geçmiş olsun Bülent!

        ‘Aziz dostlarımız Rahşan ve Bülent, Bülent’in geçirdiği, çok şükür, hafif rahatsızlık herkes gibi bizi de endişelendirdi ve üzdü.

        Çabuk derlenip toparlanması teselli etti. Bunlar yaşamı sürdürmenin kaçınılmaz bedeli. Rahmetli kayınvalidem ‘İnsanlar yaşadıkça, bir yerleri mutlaka ağrır’ derdi.

        Temennimiz, aynı yaşlara gelmiş sizlerin, bizlerin bu bedeli mümkün olduğu kadar az sıkıntılı ödememiz.

        Geçmişler olsun.

        Sevgiyle gözlerinizden öperek,

        Özden Toker, Metin Toker"

        * * *

        Bu mektubu Metin Toker, 6 Mayıs günü Bülent - Rahşan Ecevit çiftine yollamıştı.

        Başbakan, yeni taburcu olmuştu.

        Bu mektubu yanıtladı mı bilmiyorum, ancak dün meslektaşı Metin Toker’in cenazesi başında üzgün görünüyordu.

        Yaşamı sürdürmenin bedelini sıkıntısız atlatmasını dileyen "aynı yaşlara gelmiş" bir meslektaşı, o bedeli canıyla ödemişti.

        Ve tabutu başında konuşan Bülent Ecevit politikacılığını biraz da ona borçluydu.

        * * *

        Metin Toker’den dinlediğime göre, 1957 seçimleri öncesi Akis’in iktidarla başı dertte olduğundan CHP’liler kendisine dokunulmazlık zırhı sağlar diye Ankara’dan milletvekilliği önermişler, ancak Toker, "İstemiyorum, ben riski ne olursa olsun gazeteci kalacağım" demişti.

        Bunu duyan Bülent Ecevit, Akis’e gelmiş, "Amerika’dan yeni döndüm. CHP’den aday olmak istiyorum, ama listeler dolu, senin yerin varmış, istemiyormuşsun. Lütfen İsmet Paşa’ya kendi yerine beni tavsiye et" demişti.

        "Senden iyisini mi bulacaklar" diye yanıtlamıştı Toker...

        İsmet Paşa’ya talebi iletmiş

        Ayten Sokak’ta, Erdal inönü’nün evinde, salonun arkasındaki kütüphanede, İsmet Paşa ile buluşmuş, Kasım Gülek’in yanında Bülent Ecevit’in talebini iletmişti.

        Toker’in aktardığına göre Paşa başta bu ismi hatırlayamamış, "Fahri Bey’in oğlu... Ulus’tan" diye tanıtılınca "Tamam o zaman" demişti.

        Seçimleri Ankara’da CHP kazanmış ve Ecevit’in siyasi hayatı böyle başlamıştı.

        * * *

        Yarım asır önce siyasette kendi yerini Ecevit’e açan eski dost, yarım asır sonra ona daha sıkıntısız bir hayat diledikten sonra ondan önce veda etmişti hayata...

        Pembe Köşk’te karşılaştığım doktorlarından biri, "iyi direndi" dedi. Oldukça ilerlemiş hastalığına rağmen, anılarını bitirme gayreti, bir süre daha ayakta tutmuştu onu.

        Yaşam iksiri

        Ecevit de, doktorlarının tavsiyesine uyup yataktan çıkmadığı dönemde konuşamaz haldeyken, tavsiyelere boş verip politikayla yeniden buluşunca şaşırtıcı bir şekilde dirilmemiş miydi?

        İster hırs deyin buna, ister meslek aşkı, tıbbın tanımadığı bu ilaçta muhteşem bir yaşam iksiri var.

        Metin Ağabey’de biz bu tutkuyu görmüş ve şapka çıkarmıştık.

        Yukarıdaki mektubu da hem Toker’in nezaketini göstermek için, hem de bugün Ecevit’in ömrü üzerinden siyasi hesap yapanları uyarmak için yayınladım:

        Kimin kimi uğurlayacağı hiç belli olmuyor şu hayatta...

        BAŞBAKAN'IN YAKIN ÇEVRESİNE GÖRE 5+5 KRİZİ ÇÖZÜLMEZSE ECEVİT ÇEKİLEBİLİR

        Gerçekten görülecek bir tabloydu. Başba­kan Ecevit dün yeryüzünde aşk için ya­pılmış en büyük abi­de sayılan Taç Mahal'i ziyaret etti. Üzerinde mavi gömleği vardı. 40 dereceye varan sıcak altında yürümekte zorlandığı gözleniyordu. Ama zorlandığı noktada yanıbaşındaki 54 yıl­lık eşi Rahşan Ecevit'le el ele tutuşarak gezdi "ebedi aşkın tapınağı"nı... Ecevitler Pers ve Hint mimarisinin en soylu özelliklerini taşıyan bu romantik ve sade ma­bette doğu mistisizmini soluyarak ölümsüz bir aşka tanıklık ettiler.

        AŞKIN GÖZYAŞLARI

        Taç Mahal tarihin en hazin aşk hikayesi anısına dikilmiş bir anıt... Moğol imparatoru Şah Cihan eşi Mümtaz Mahal için yaptırmış bu görkemli türbeyi. Mümtaz Mahal ölümsüz bir aşk ve tam 13 çocuk vermiş Şah Cihan'a... Bu çocukların sadece 7'si yaşayabilmiş.

        14'üncü çocuğa hamileyken Şah Cihan savaştaymış. 1629 yılında eşinin doğum sırasın­da fenalaştığı haberi gelmiş cepheye... Yetişti­ğinde Mümtaz Mahal ölümle pençeleşiyormuş. Sadece vasiyetini söyleyebilmiş Şah Ci­han'a; "Benden sonra kimseyle evlenme" de­miş son nefesinde...

        Öyle yıkılmış ki Cihan Şahı eşinin anısına dev bir anıt yaptırmaya karar vermiş.

        Orta Asya'dan getirtilen 20 bin işçi sefer­ber olmuş Taç Mahal'i yapabilmek için... Hintliler mermerin en beyazını taşımışlar. Hicaz'dan mimar, Osmanlı'dan kalfa, Fransa ve İtalya'dan dekoratör gelmiş.

        Ancak Taç Mahal'in yapımı sürerken Şah Cihan kendisi için de nehrin karşı yakasına benzer bir türbe yaptırmaya niyetlenmiş. Bü­tünüyle eşininkine benzeyen ancak siyah mer­merden yapılan bir türbe...

        Lakin oğlu direnmiş bu karara... Zaten iş­çiler için ödenen 16 milyon rupi imparatorlu­ğun belini bükerken bir yenisini kaldıramaya­caklarını düşünmüş ve babasını Agra kalesine hapsettirmiş. Öykünün bundan sonrası daha da hazin:

        Devrik şah Taç Mahal'i inşaatına hapse­dildiği kalenin penceresinden izlemiş 5 yıl bo­yunca... 1653'te tam 22 yıllık bir çalışma sonu­cu türbe bittiğinde o da "bir daha evlenme­den" ölmüş ve oğlunun isteğiyle eşi Mümtaz Mahal'in yanına gömülmüş.

        Bu efsanenin iki kahramanı halen yan ya­na yatıyorlar Taç Mahal'de... Türbenin asıl sa­hibesi Mümtaz Mahal ortada, Cihan Şah onun hemen yanında... Tümüyle simetrik bir anlayışla inşa edilen Taç Mahal'de simetrik olmayan bu iki mezar...

        Bu görkemli türbeyi en iyi Tagore'un şu di­zesi tanımlıyor:

        "Taç Mahal ebediyetin yanağında aşkın döktüğü bir damla gözyaşıdır."

        Gezinin tüm romantizmine rağmen Türk heyetinin aklı hâlâ Ankara'daydı...

        Ecevit'in nihai kararını ziyaret sonrasına ertelemesi, dönüş yaklaştıkça heyette heyeca­nın da artmasına yolaçıyor. Her köşe başında bu konu konuşuluyor, herkes Ecevit'in bu ko­nuda bir çift laf etmesini bekliyor ancak Ece­vit bilinen ketumiyetini burada da koruyor ve dönene kadar konuşmamaya kararlı görünü­yor. Lakin heyette Ecevit'i yakından tanıyan­lar Başbakan'ın muhtemel kararına ilişkin tahminler yürütmekten geri kalmıyorlar.

        Yaygın kanı tek ve kısa bir cümlede özet­leniyor: "Ecevit çekilebilir...!"

        İSTİFAYA DOĞRU MU?

        Bu siyasi yaşamı boyunca benzer sürpriz­lere hiç tereddütsüz imza atmış duygusal bir lider için şaşılacak bir adım olmayacaktır. Başbakan'ın Pazartesi'den sonra Ankara'da liderlerle görüşerek bir çözüm arayışına giri­şeceği biliniyor. Demirel'in seçilebilmesi için "gizli grup karan" dahil birtakım önlemler üzerinde çalışılabileceği de söyleniyor. Ancak Ecevit'in Köşk için Demirel dışında bir formü­le sıcak bakmayacağı anayasa değişikliğinin referanduma sunulmasına da razı olmayacağı ifade ediliyor.

        Bunlara rağmen Meclis'ten Demirel çık­mazsa geriye bir tek yol kalıyor: Ecevit'in Köşk'e çıkıp istifasını sunması...

        Başbakan'ın Hindistan uçağına binmeden hemen önce kullandığı "kırgınım" ifadesinin anlamım bilenler onun bu kırgınlığın acısını bir şekilde çıkaracağına inanıyorlar. Ecevit'in kamuoyuna "Ben bu hükümeti uyum içinde çalışabilecek bir ortaklık olarak kurmuştum. Şimdi bu uyumun zedelendiği ve bir güven sorunu doğduğu anlaşılıyor. Formülüm des­tek bulmadığına göre bana çekilmek düşer" diyerek istifa edebileceği belirtiliyor.

        Peki sonra ne olur? Bu tuhaf satrançta taşlar öylesine ilginç konumlandı ki, kimse üç hamle ötesini göre­miyor. Ancak anayasa gereği 16 Mayıs'a ka­dar Cumhurbaşkanı'nın seçilmemesi duru­munda ülkenin seçime gideceği biliniyor.

        Ecevit, acaba gerçekten muhtemel bir er­ken seçimden Köşk'ü de kurtarabilecek bir zaferle çıkabileceğini mi umuyor, yoksa "çe­kilme psikolojisi" yayarak liderlerle görüşme öncesi, göze alabileceği risklere ilişkin bir işa­ret mi veriyor; bunu kestirmek güç. O yüzden

        ECEVİTLER TAÇ MAHAL'DE

        Başbakan Bülent Ecevit ve eşi Rahşan Ecevit ile beraberindekiler dün Agra'da, Taç Mahal'i de ziyaret etti. Şah Cihan tarafından sevgili eşi ve 14 çocuğun annesi Mümtaz Mahal'in ölümüm üzerine yaptırılan Taç Mahal içinBülent Ecevit özel deftere şu notu düştü: "Büyük mimar ve sanatçılar tarafından yaratılmış olan Taç Mahal dünyanın en büyük harikalarından biridir. Aynı zamanda farklılıkları barış ve ahenk içinde birleştirmiştir." Rahşan Ecevit ise Taç Mahal'in dünyanın 7 harikasından biri sayılması gerektiğini söyledi. Erhan Seven

        Bugünlerde Ecevit'i konu alan her haberi ihti­yatla karşılamakta yarar var. Ancak şu, rahat­lıkla söylenebilir;

        Ecevit, bugün kendi "gurusu" sayılan ?Tagore? un okulunu ziyaret ederek hayatının en büyük düşlerinden birini gerçekleştirmiş ola­cak ve yarın Türkiye'ye "haklı olduğun dava­da savaşılması gerektiğine inanıyorsan sonu­na kadar savaşmak zorundasın" diyen bir fi­lozoftan feyz almış olarak dönecek.

        Ankara, savaş baltalarını çıkarsa iyi olur...!

        Gazeteciler darbeyi sordu

        AGRA/KALKÜTA- Başbakan Bülent Ecevit, dün Hindistan gezisinin üçün­cü gününde, Hindistan basınının yöneticilerim kabul etti. Gazeteciler, "Pakistan'a askeri darbe nedeniyle mi gitmediniz?" diye sorunca Ecevit şu yanıtı verdi: "Güneydoğu Asya'da çok önemli ülkeler var. Ben Hint felsefesine duyduğum özel ilgi nedeniyle Hindis­tan'a ayrı bir önem veriyorum. Hep düşlediğim bu seyahati tek başına gerçekleştirmek istedim. Ama diğer ülkeleri de ziyaret edeceğim. Türkiye'deki ağır iş programı nedeniyle: Pakistan prog­ramını ileriye aldık. Pakistan'da demokrasinin kesintiye uğraması üzüntü verici. Ankara ziyareti sırasında bunu Sayın Müşerrefe de söylemiştim. Bir an önce demokrasiye dönülmesi gerektiğini be­lirtmiştim. Buraya gelmeden önce Pakistan sefiri beni ziyaret etti. Keşmir sorunun diyalog yoluyla çözülmesi için Hindistan yetkililerine mesaj götürmemi istediler."

        ORDU LAİSİZMİN SAVUNUCUSU

        Başbakan Ecevit, 'Türkiye'de de darbeler oluyor" şeklin­deki bir konuşma üzerine, "Türk Ordusu her zaman demok­rasiye dönmüştür. Ordu laisizmin her zaman savunucusu ol­muştur" yanıtını verdi. Ecevit, gazetecilerden sonra muhale­fet lideri ve öldürülen eski Başbakan Rajiv Gandi'nin ital­yan eşi Sonia (Gandi'yi ve Maliye Bakanı Yashvvant Sinha ile görüştü.

        MEHMET ÇETİNGÜLEÇ

        Bülent Ecevit haykırıyordu: 'Beni de vurun kalleşler'

        Nevşehir'e gitmişken, 12 Eylül öncesi şehirde yaşananlara da bir göz atalım:

        1980'in haziran ayında CHP Nevşehir İl Başkanı avukat Zeki Tekinel ile bir arkadaşı 3 ülkücü tarafından öldürüldü. CHP il yetkililerine göre; saldırganlar Abdullah Çatlı'nın girişimiyle açılan Ülkü Yolu Derneği'ne doğru kaçmışlardı. Bu yüzden Tekinel'in Nevşehir'deki cenazesinde "Kahrolsun faşizm " sloganları atıldı. Cenazeye CHP lideri Ecevit ve 100 CHP'li milletvekili gelmişti.

        Ecevit konuşmasını yaparken cenazeye katılanların üzerine yine Ülkü Yolu Derneği'nin bulunduğu sokaktaki bir inşaattan yaylım ateşi açıldı.

        Kurşunlar Ecevit'in başını sıyırarak taşımakta olduğu tabuta saplandı. Ecevit heyecanla haykırmaya başladı:

        "Vurun, beni de vurun kalleşler...!"

        Kurşunlar, 5'i CHP milletvekili, 7 kişiyi yaralamıştı.

        Ecevit, Başbakan Demirel'i arayarak, "Nevşehir'de devletin olmadığını" söyledi ve Kayseri'den askeri birlik gelinceye kadar da şehirden ayrılmadı.

        Basın ertesi gün olayı, "Ecevit'e suikast" diye verecekti.

        Peki Zeki Tekinel'in öldürülmesi davasında ömür boyu hapse mahkûm olan ülkücü kimdi? Ömer Ay... Papa davasında Ağca'nın yanında bulunduğu öne sürülen Ömer Ay da Nevşehir Emniyet Müdürlüğü'nden pasaportluydu.

        Şimdi pasaport numaralarına dikkat:

        Ağca'nınki: 136 635 Ay'ınki: 136 636

        Eşler ve Dostlar

        Kadın ile erkeğin birleşip genişlettikleri bahçelerinin en dirençli ayrıkotudur dostlar...

        Daha o ortak bahçe kurulmadan vardırlar bir tarafın hayatında...

        Eşten eskidirler.

        Eşin bilmediğini bilir, duymak istemediğini söyleyiverirler.

        Belki bu yüzden iki taraf da yekdiğerinin yakın dostlarına karşı tahammülsüzdür çoğu kez; eşini kendisinden çok seven ya da eşinin kendisinden çok sevdiği birine katlanamaz. Kadın, "saf erkeği"ni dostlarının sömürdüğüne yanar; erkek, eşinin dostlarıyla geçirdiği zamanı kendinden çalınmış sayar.

        Bu gergin sarkacın gelgitlerinde zorlanır iki taraf da... Dost ise, dostuna yardımcı olmakla onun hayatını hepten güçleştirmek arasında sıkışır. Ekseriyetle, bu üçlü ilişkinin kaybeden tarafıdır.

        * * *

        Siyaset podyumuna geri dönen Hüsamettin Özkan'ın Habertürk Basın Kulübü'ndeki sözleri yazdırdı bu satırları bana:

        "Biz Ecevit'le bir baba-evlat ilişkisi içinde olduk. Eşiyle görüş ayrılığına rağmen beni korudu. Onun açısından güç bir durumdu. Evli olanlar bunu iyi anlar" dedi Özkan...

        Evliler iyi anladı.

        * * *

        Bülent-Rahşan Ecevit çiftiyle Özkan ilişkisi tam da sözünü ettiğim türden sancılarla, gözler önünde yaşandı.

        Gerçi Özkan, Ecevit'lerin ilişkisinde eski değildi; çok köklü bir bahçeye sonradan girmiş, zor gününde Ecevit'e kol kanat germişti.

        Ama Ecevit'in kanatları vardı zaten... Rahşan Hanım kadınca bir önseziyle, baştan itibaren bu yeni kanatların eşini yanlış ufuklara sürükleyeceğini fark etmiş, ancak dinletememişti.

        Bülent Ecevit, eşiyle dostu arasında kıskaçtaydı şimdi...

        İkisinden de vazgeçemedi. Geceleri dostunun icraatı için eşini, gündüzleri eşinin uyarıları konusunda dostunu iknaya çalışarak geçirdi iktidar devrini...

        Arada ezildi.

        Sonuçta Ecevit'in sıkıntısını gören ve "Hakkınızı helal edin" diyerek çekilen Özkan oldu.

        * * *

        Rıdvan Akar'la birlikte "Karaoğlan" belgeseli için Bülent-Rahşan Ecevit çiftiyle günler süren bir röportaj yapmıştık. Son gün konu Özkan'a gelince Bülent Ecevit, "O konuya girmek istemiyorum" diye kesip attı.

        Ancak Rahşan Hanım konuşmaya kararlıydı.

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ