Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Gündem AB'ye vize ne zaman kalkacak?

        KÜRŞAD OĞUZ / koguz@haberturk.com

        10 yıldır Ankara’da çalışmalarını sürdüren Başbakanlık Avrupa Birliği Genel Sekreterliği, AB ile yürütülen üyelik görüşmelerinin gölgede kalmış kahramanı aslında.

        Sık sık gündeme gelen AB ile müzakere başlıklarının açılması, müktesebatın uyumu için gerekli kanunların çıkarılması gibi konularda ilk ve en temel çalışmaları yapan kurum, 1.5 yıldır başında Başmüzakereci Egemen Bağış’ın bulunduğu bu kurum.

        Burak Erdenir, kuruluşundan bu yana AB Genel Sekreterliği’nde çalışan, bugün de Başbakanlık AB Genel Sekreter Yardımcılığını yürüten 39 yaşında çok parlak bir isim. Siyasi kriterleri içeren 23 ve 24. fasıllardan sorumlu. Parlaklığı, aynı zamanda iyi bir akademisyen olmasından kaynaklanıyor.

        ODTÜ mezunu Erdenir, Georgetown Üniversitesi’nde işletme okuduktan sonra Harvard’da kamu yönetimi yüksek lisansı yaptı, ardından Ankara Üniversitesi’nde kamu yönetimi ve siyaset bilimi doktorası aldı.

        AB ile ilişkilerin son 10 yıllık tarihine çok yakından tanık olan Erdenir’in “Avrupa Kimliği – Avrupa Birliği’nin Yarım Kalan Hikâyesi” adlı kitabı geçen gafta Alfa Yayınları tarafından yayımlandı.

        Erdenir kitabında Avrupa kimliğini eleştirel bir yaklaşımla ele alırken birlik ve Türkiye’ye ait çok önemli araştırma ve verileri de değerlendiriyor.

        Erdenir’le kitabında yazmadıklarını, Türkiye – AB ilişkilerinin tarihini, gelecek tahminlerini, planlanan hedefleri konuştuk.

        “TEKNİK SÜREÇLER BAŞTA YOKTU”

        * AB ile ilişkilerin teknik kısmı hayli karmaşık. Fasıllar açılıyor, kapanıyor, görüşmeler oluyor. Bu iş nasıl yürütülüyor? Türkiye görüşmelerde ne noktada?

        Türkiye 1959’da o zamanki AET’ye başvurdu. Altı AET ülkesinin kurduğu AB, zaman içinde 27 ülkeye ulaştı. Aslında o dönemde böyle teknik süreçler olmadı. Ama özellikle 10 + 2 ülkeyi kapsayan genişleme dalgasıyla birlikte bu kadar teknik detaya inildi. İspanya, Portekiz, Yunanistan girerken Kopenhag Kriterleri yoktu. Dediler ki “Bunların emekleyen demokrasilerini güçlendirmemiz lâzım, yoksa ortada kalırlar, bunları alalım.” Kimse onlardan siyasi kriterler istemedi. Şunu vurgulamak istiyorum. Zaman içinde süreç de değişiyor. Çünkü yeni ülkeler girdikçe o birliği bir arada tutmak için farklı kriterler getiriyorlar. Müktesebat dediğimiz, AB’nin bütün yasal metinlerine yeni gelecek ülkelerin uyum sağlamasını istiyorlar. Bunun için de bir müzakere süreci var.

        * O müzakere süreci nasıl işliyor?

        Müzakere süreci “ben bunu aldım sen şunu al” gibi olmuyor; daha ziyade takvimleri ve mali yükümlülüklerin hangi sürede yerine getirileceğini içeriyor. Bir mevzuatın hangi sürede yerine getirileceği gibi. Yani geçen hafta Gıda Güvenliği başlığı açıldı. Bu başlığın açılması bütün tarım, bitki sağlığı, gıda güvenliği, gıda işletmeleri alanında Türkiye uyum sağladı anlamına gelmiyor. Ama mesela deniyor ki, gıda işletmeleri şu kadar süre içinde şu kurallara uyum sağlayacak. Bir önceki dönem Çevre faslı açıldı, atık yönetiminde Türkiye şu tarihe kadar şunları yapacak dendi. Onların müzakeresi yapılıyor.

        * Böyle kaç başlık var?

        35 tane başlık var ama aslında 33 başlık üzerinden konuşuluyor. İki tanesi doğrudan süreç bittiğinde müzakereye konuyor. 33 başlıkta her dönem başkanlığında fasıl açılmaya çalışılıyor. Fasıl açmak ne demek? Bu süreci başlatmak demek. Oturup mali yükümlülükleri, takvimleri, sürecin detayını tartışmak ve sonunda bağlamak demek. Şöyle düşünün, bir konunun başlığı açılıyor, sonra kapanıyor. İki ayağı var bunun.

        “AB KENDİ HALKIYLA DA KOPUK”

        * Kapanması demek sonuçlanması mı demek?

        Sonuçlanması demek ama toplamda bütün fasıllar bitene kadar hiçbir şey tam bitmiş sayılmıyor. Çünkü o süre zarfında değişiklik oluyor. Mesela biz Bilim ve Araştırma faslını açtık, geçici olarak kapandı dediler. Kapandı demediler. Çünkü bilim ve araştırmada bizim üye olacağımız tarihte bir şey olursa, yeni bir mevzuat gelirse onu da üstlenme yükümlülüğümüz var. Ama bu teknik bir süreç. İnsanların çok ilgisini çekmiyor. Avrupa Birliği konusu çok eğlenceli bir konu değildir. Bu teknik süreçten dolayı AB’nin kendi içinde de halkıyla kopukluğu var. Ama şu hakkı da vermek lâzım AB’ye; 500 milyon insanı bir arada tutmak için bazı mekanizmaları geliştirmeleri gerekiyordu. Onların yöntemi ekonomik, siyasi ve kültürel entegrasyon oldu. Ne kadar yaptılar bunu, ne kadar yapıyorlar, bu tartışılır. Kitapta da bunu tartışıyoruz. Dediğim gibi bu teknik bir süreç. Dün 13. faslımızı açtık biz.

        * Fasıl açılınca süreç nasıl yürüyor?

        Önce bürokratlar çalışır. Bu süreç Türkiye’de daha ziyade AB Genel Sekreterliği koordinasyonunda yürüyor. Ayrıca bakanlıklar devreye giriyor. Mesela en son İspanya’nın dönem başkanlığında açılan Gıda Güvenliği başlığında Tarım Bakanlığımız ön saftaydı. Çevre faslında Çevre Bakanlığı ön saftaydı. Dışişleri Bakanlığı her zaman sürecin içinde. Bizim temel işimiz ise Avrupa Birliği Komisyonu’yla.

        * Ama ana koordinasyonu siz sağlıyorsunuz…

        Evet. Müzakere sürecinin koordinasyonunu biz sağlıyoruz. Mesela bu Gıda faslının müzakere pozisyon belgesinde son ana kadar sayın Egemen Bağış ve sayın genel sekreterimiz Volkan Bozkış’ın girişimleriyle büyük değişiklikler oldu. Son ana kadar açılmama riski vardı. Dolayısıyla burada bir koordinasyon sağlamak zorundasınız. Karşı tarafta da Avrupa Birliği Komisyonu var. Onların da bürokratları var. Ama sonunda tabii üye ülkelerin siyasetçilerinin olduğu Avrupa Konseyi karar veriyor. Yani siyasiler devreye giriyor. Süreçte önce bürokratların çalışmaları yapmaları lâzım, nihai olarak da siyasi otorite karar veriyor.

        BAŞMÜZAKERECİ İŞE YARADI MI?

        * Siz de Başmüzakereci’ye bağlı çalışıyorsunuz…

        Evet. AB Genel Sekreterliği Sayın Egemen Bağış’a bağlı bir kuruluş. Bir buçuk sene önce kendisi atandığında ilk defa münhasıran AB’den sorumlu bir başmüzakereci oldu. Çünkü daha önceki bakanlarımızın farklı portföyleri de vardı. Sayın Ali Babacan hazineden sorumluydu, dışişleri bakanı oldu, dışişleri bakanı olarak hem dışişlerini hem AB’yi birlikte yürüttü. Ama sayın Bağış sadece AB’den sorumlu. Bu da çok önemli bir kan değişimi sağladı.

        * Egemen Bağış bu konuma atandığında ciddi tartışmalar olmuştu. Bana objektif olarak söyleyebilir misiniz, işe yaradı mı?

        Ben bu kurumun en eski elemanıyım. AB Genel Sekreterliği, 1999 Helsinki Zirvesi’nin hemen akabinde, 2000 yılında kuruldu. Ben 1999’dan bu yana burada çalışıyorum. Değişimi bizzat kendim yaşadım, gördüm. Bir kere kurumsal kimliğinizi kazanıyorsunuz. Türkiye’de AB meselesi her zaman için Cumhuriyet tarihinin en önemli projelerinden biri olarak adlandırılsa da, bürokratik olarak hep ikinci sırada yer aldı. Fakat bu atılımla çok önemli değişimler gerçekleşti. Bir kere geçen sene teşkilat kanunumuz yenilendi, yeni istihdam yapabiliyoruz. Yeni uzmanlar alıyoruz. Bu hafta itibariyle 90 yeni uzman yardımcısı göreve başlayacak. Bu çok önemli, uzun zamandır yeni eleman alamıyorduk. Altı başkanlığımız vardı, 14 başkanlığa çıkardık bunu. Mesela AB İletişim Başkanlığı kurduk, ilk defa münhasıran AB’den sorumlu bir iletişim başkanlığımız var. AB Hukuk Başkanlığı kurduk. Şimdi vize konusu en önemli konu. Takip edecek birilerinin olması lâzım. Dışişleri Bakanlığı’nda da hukuk müşavirliği var ama Dışişleri Bakanlığı Türkiye’nin bütün uluslararası hukuki sıkıntılarında görev alıyor. AB ile münhasıran yüzleşecek bir hukuk birimine ihtiyaç vardı, o oldu. Çeviri Eşgüdüm Başkanlığı kurduk mesela, bütün belgelerin çevrilmesi lâzım çünkü. 100 bini aşkın müktesebat var. Bunun koordinasyonundan sorumlu birinin olması lâzım. Bunlar teker teker gerçekleşiyor. Tabii bunlar kamuoyunda çok fazla duyulamayabiliyor, çünkü çok fazla teknik konular.

        * AB Genel Sekreterliği’nde kaç kişi çalışıyor?

        150 kişi çalışıyor şu anda. Toplam kadro sayımız 300 oldu. Bu hafta 90 arkadaş gelecek işte. 60 eksik kalıyor, onu da tamamlayacağız. Ama yönetici kadrosu olarak 20 kişiyiz. Genel sekreter var, genel sekreter yardımcıları var. Bir de gelecek ay Brüksel’e daimi temsilci yardımcısı gönderiyoruz.

        * Türkiye’ye dönük neler yapıyorsunuz?

        İletişim anlamında çok önemli çalışmalar yaptık. Ankara’da Gençlik Parkı’nda 9 Mayıs Avrupa Günü’nü kutladık. Çok güzel bir kutlama oldu. Milli Piyango bileti, pul çıkardık. En önemlisi, iletişim stratejimiz. Farklı kurumları içeren esnek bir yapıda; devletçi, tek merkezli, otoriter bir strateji değil de, herkese açık, sivil toplumla iç içe bir iletişim stratejimiz var.

        “ARTIK EZBERLER BOZULUYOR”

        * Biraz garip değil mi, Türkiye Cumhuriyeti’nin son 50 yılını belirleyen bir politikadan bahsediyoruz, AB’ye girme hedefi var. Ama bunun için gerekli kurumlar son iki yılda oluşturulmuş…

        Dediğim gibi, en başta bu kadar teknik kriter yoktu. Ama aslında Türkiye’nin 1999’daki Helsinki Zirvesi sonrasında adaylık aldıktan sonra ciddi bir yapılanmaya gitmesi gerekiyordu. AB Genel Sekreterliği o zaman kuruldu evet ama o zaman tek başımıza bu işi pek fazla yürütemedik. Farklı aktörler vardı. Başınızda bir siyasi otorite olmalı. Bu bürokraside çok önemli. Bu işe, sürece sahip çıkmak anlamında. Çünkü Türkiye’nin gündemi o kadar hızlı değişiyor ki, AB her zaman için gündemden düşebilir. Bu iş sizin işiniz olacak. Takip edeceksiniz. Biz de bunu yapıyoruz. O bakımdan 2004 – 2005 dönemi sonrasında müzakerelerin açılması ve 2009’da başmüzakerecinin atanması çok önemli bir adımdı. İşleri tersine çevirdi. Bakmayın aslında küçük küçük adımlar atılıyor, çok belirgin değil belki ama Avrupa Birliği ülkelerinde Türkiye karşıtı söylem değişiyor. Bu politikacı bazında oluyor tabii. Doğrudan halka müdahale olarak iletişim stratejimizde de bazı unsurlar var. Sayın Egemen Bağış şu ana kadar 20 AB ülkesini ziyaret etti. Sürekli çalışıyor, sürekli aynı söylemi, aynı mesajları vermeye çalışıyor. Düşünce kuruluşlarıyla görüşüyoruz, geçen hafta Romanya’daydık. Her ülkeye gidip insanlara o mesajları aktarmak önemli. Sonunda “doğru ya, Türkiye’nin argümanları gerçekten de haklı” diyorlar. Geçen hafta ilk çeyrek büyüme rakamları açıklandı. Türkiye’nin rakamları AB’nin 25-30 katı. Türkiye çok farklı bir noktaya gidiyor. Başından beri iddia ettiğim bir şey vardı: Türkiye kendi rotasını kendi çizer. Müzakere fasılları vs. var ama biz Baltık cumhuriyeti değiliz, Romanya ya da Bulgaristan değiliz. Bizim gerçekten büyük, tarihi, vizyonu olan bir ülke olarak daha farklı bir yerde olmamız lâzım. Türkiye bu kimliğine kavuşuyor.

        * Bu çalışmaları sürdürürken temel felsefeniz ne?

        Belirli bir politika belirleyeceksiniz ve onun üzerine gideceksiniz. Türkiye’de bunu yapabilecek kadrolar var ama harekete geçirilmesi lâzım. Türkiye’de inanılmaz bir genç nüfus potansiyeli var. Bilkent’te, Ankara Üniversitesi’nde ders veriyorum, insanlar işsizlikten master yapıyor. Bizim bu insanları oyuna sokmamız lâzım. Çok da zor değil bu. Kadroları genişletin işte. Yarın AB üyesi olduğumuzda komisyona 300 – 500 memur göndermemiz gerekecek. Nereden göndereceksiniz? Birçok bakanlıkta yeterli sayıda adam yok. Şunu söylemek istiyorum. Bir politika belirlediğiniz zaman Türkiye’nin başarısız olma ihtimali çok düşük. Bence yapılan politika değişikliği bu oldu. Üzerine gidildi AB’nin. Üzerine gittikçe de çözüm arayışları arttı. Mesela Kıbrıs konusunda… Kıbrıs’ta Annan Planı’na çok karşı çıkıldı. Aslında bir nevi risk alarak ortaya kondu bu. Türk tarafı kabul etti, Rum tarafı hayır dedi, Türk tarafı haklı duruma geldi. Aynı yaşlardayız, Kıbrıs sorunuyla büyüdük. Her zaman haksızdık, ambargo gördük. Şimdi çözüldü mü, çözülmedi, ama çözülecek. Bakın, doğrudan ticaret tüzüğü var şu anda parlamentoda görüşülüyor. Bunlar açılacak, dağılacak. Kıbrıs Rum Kesimi, Türkiye Cumhuriyeti’nin üyeliğini engelleyemez. Siz inatçı, kararlı bir şekilde bu politikayı izlerseniz başarılı olursunuz. Yapılan da o. Tabii mükemmel değil her yaptığımız. Ama mükemmel de iyinin düşmanıdır. Biz sonuçta burada iyi civarında bir şey yapmaya çalışıyoruz. Diyeceksiniz ki çok zaman kaybettik, 51 sene olmuş. Belki haklısınız ama kitabımda da yazıyorum, bunun kabahati hepimize ait. Bürokratından, siyasetçisinden vatandaşına kadar. Bu işin içindekinden dışında kalana kadar. Dışında kalan da suçlu umursamadığı, ihmal ettiği için. Çünkü bu, cumhuriyetimizin en önemli çağdaşlaşma projesi. Ama artık öyle bir noktaya geliyoruz ki, ezberler bozuluyor.

        “ÜYE OLSAK TERSİNE GÖÇ OLUR”

        * Nasıl oluyor bu, açar mısınız?

        Türkiye için bugüne kadar hep “too big, too poor, to Muslim” dendi. Yani çok büyük, çok fakir, çok Müslüman… Şimdi bakıyorsunuz bu üç argüman da Türkiye’nin lehine dönmeye başladı. Geçenlerde Boston’da bir toplantıdaydık, Macar Dışişleri Bakanı “Türkiye’nin üyeliğinin önündeki engel zayıf olması değil, güçlü olması” dedi. Egemen Bağış’la yaptığı ikili görüşmede söyledi bunu. AB’nin gelecekte ne olacağına ilişkin bir Gonzales Raporu yayımlandı. AB, Asya’nın bir yarımada uzantısı olarak mı kalacak diye korkuyorlar. Bunu kendileri dile getiriyor. Raporu yazan İspanya’nın eski başbakanı Gonzales. Yani AB’nin akil adamları. AB, ne yapacağına karar vermek zorunda. Türkiye genç ve dinamik nüfusuyla geliyor ama bu artık eğitimsiz bir nüfus değil. Gidip Almanya’da iş aramak falan bitti. 10 sene içinde biz üye olalım, tersine göç olacaktır. Oradaki gurbetçiler buraya gelecektir.

        “TÜRKİYE’DEKİ ALGI: KOKOREÇ YEDİRMEYECEKLER”

        * Yani Türkiye’nin bahsettiğiniz üç alanda gelişmesi mi şimdi de AB’ye üyeliğe engel?

        Bunu bu kadar açık söylemek kolay değil tabii. Sonuçta AB de bu kadar akıldan yoksun bir mekanizma değil. Burada şunu ortaya koymak lâzım. İşte bize haksızlık yapılıyor falan deniyor ya… Tamam ahde vefa diye bir uluslararası kural var ama uluslararası hukukun ne zaman ne kadar geçerli olduğu tartışılır. AB, çıkarları çerçevesinde karar veren bir organ. AB’yi zaten tek başına hareket eden bir mekanizma olarak da görmemek lâzım. Türkiye’deki algı ise şu: 27 ülke bir araya gelmiş, bizim altımızı oyacaklar, kokoreç yedirmeyecekler… Böyle yaklaşmamak lâzım. Bu adamların da içlerinde müzakereler var. Yarın Türkiye AB’ye katıldığında bizim en fazla katkımız Yunanistan’a, Fransa’ya olacaktır. Bize en fazla karşı çıkan ülkelere yani. Akdeniz Birliği yüzünden. Tarımda aynı şeyleri üretiyoruz çünkü. Makro olarak şunu bilelim: Avrupa Birliği çıkarları çerçevesinde karar verir. Bunu bir kenara koyarsanız rahatlıyor işler, çünkü siz de çıkarlarınız çerçevesinde karar veriyorsunuz. Yarın Türkiye’nin üyelik günü geldiğinde belki diyeceğiz ki, “biz istemiyoruz ya... Sizde çok yaşlı var, sizin sosyal güvenlik primlerinizi ödemek istemiyoruz. Biz bu mükellefiyet altına girmek istemiyoruz…”

        * Sizce AB de Türkiye’nin güçlendiğini düşünüyor mu?

        Bunu görmesi lâzım. En son 10 + 2 ülkeyi aldılar. Romanya’yı da gördük, Baltık cumhuriyetlerini de... Bu ülkeler AB’ye nasıl girmişler diye merak ediyorum. Bizim 80’lerdeki görüntülerimiz bunlar. Siz büyük nüfusu nasıl çevireceksiniz? Eğitimle. Yoksulluğu, eşitsizliği nasıl gidereceksiniz? Teknolojiye yatırım yaparak. Türkiye Çin’den sonra teknolojik Ar-Ge’ye yatırım yapan ülkelerin başında geliyor TÜBİTAK rakamlarına göre. Ekonomik büyüme rakamları ortada. Ayrıca kitabımda da var. 9/11 sonrasında Medeniyetler Çatışması tezini düşündüğümüz zaman Türkiye’nin gerçekten güçlü bir aktör olarak ortaya çıktığını görüyoruz. Zaten Medeniyetler Çatışması’na karşı kurulan Medeniyetler İttifakı’nın da eş başkanlığını yürütüyoruz.

        OYSA DAHA ÇOK GÖÇMENE İHTİYAÇLARI VAR…

        * AB ülkelerinde göçmenler ciddi bir sorun. Müslümanlar’a tepkinin temel sebebi de işsizlik oranını arttıran bu göçmenler. Ama siz kitabınızda AB’nin aslında daha fazla göçmene ihtiyacı olduğunu söylüyorsunuz. Bu tezat nasıl çözülecek?

        AB’nin göçmenlere ihtiyacı olduğunu ben söylemiyorum. BM raporları söylüyor. AB’de çalışan nüfusu belli seviyede tutmak için Avrupa’nın 2050’ye kadar yılda 1.4 milyon göçmene ihtiyacı var. Oysa şu anda bu rakam 850 bin. Tabii küresel krizin olduğu, işsizliğin patladığı bir dönemde yabancılara karşı tepki her zaman, her ülkede olur. Çünkü kaynakların paylaşımı noktasında sıkıntılar çıkıyor. Özellikle istihdam bu kadar sorunken… İspanya’ya Yunanistan’a baktığımız zaman işsizlik yüzde 15 – 20’lere gidiyor. Yabancı istemezler tabii ama bunu çözerken yapısal olarak çözmeniz lâzım. AB, rekabet gücünü arttırmak için Lizbon Stratejisi’ni uygulamaya çalıştı ama yapamadılar bunu. Şimdi 2020 stratejisini çıkardılar. Diyorlar ki, enerji kaynaklarına ulaşımda, rekabet edebilirlikte ve genç nüfusta sıkıntımız var...

        “BUNLARI ALAYIM, BİZİM GÖÇMENLERİ VEREYİM”

        * AB ülkelerinde Türkiye’ye bakış da göçmenlere bakışla mı örtüşüyor?

        Türkiye’ye bakış da bunun bir parçası. 1960’lardan sonra özellikle gönderdiğimiz Türk işçileri orada misafir işçi gibi göründüğü için, belli bir süre sonra dönecek diye beklenmiş. Bunlar orada kalınca, hiçbir politika geliştirilmemiş ve ortada kalmışlar. Hem Almanlar ya da Fransa, Belçika gibi ev sahibi toplumlar, hem de göçmenler zor durumda kalmış. Onun için yeni politikalar üretmeye çalışıyorlar. Bir entegrasyon sıkıntısı olduğu ortada. Kendi vatandaşlarımızı da bu sorunun denklemine koymamız lâzım. Onların da etkisi var. Burada iki tarafın da sorumluluğu var. Bu entegrasyon sorununun çözümü çok önemli. Ama size şunu da söyleyim. Buraya Hamburg Belediye Başkanı geldi bir ziyaret için. Kızılay’a gitti, dolaşırken “ben buradaki vatandaşları alayım, benim oradaki göçmenleri size vereyim, benim için daha iyi” dedi. Onun bakış açısını sunuyorum. Şu anki ortalama Türk insanının, entelektüelinden falan bahsetmiyorum, AB’ye entegrasyonunda hiçbir sıkıntısı olmaz.

        * Zaten şu anda AB ülkelerine en çok entegre olan göçmen grubu Türkler değil mi?

        Tabii. En düşük suç oranı Türkler’de. En fazla istihdamı yaratan Türk işadamları. 5.5 milyon Türk var orada, birçok ülkenin kendi nüfusundan bile daha fazla. Onun için hep sayın Bağış, “ne zaman gireceğiz” diye sorduklarında “Zaten biz AB’deyiz” diyor. Ama tabii entegrasyon sorununu aşmış bir Türkiye’nin onlara sunulması lâzım. Avrupalılar’ın hâlâ Türkiye’yle ilgili ciddi bir imaj problemi var. Tanımıyorlar çünkü. Neden? Türkiye vatandaşlarının sadece üçte birinin pasaportu var. Bunların büyük bir kısmı da ya gurbetçi dediğimiz kesim ya da onların akrabaları. Orta sınıf dediğimiz Türk insanı gidemiyor. Aslında son beş altı senedir insanlar uçaklara biniyor. Bunları iyi gözlemlemek lâzım. Bu insanlar orayı görecek ki, onlara karşı önyargılarını kıracak, onların bize karşı önyargısını alacak. Bu tamamen etkileşim ve sosyal psikoloji meselesi. Temas olacak ki, karşılıklı önyargılar yıkılacak. Mesela Erasmus diye bir öğrenci değişim programımız var. Binlerce Türk öğrencisi gidiyor Avrupa’ya. O çocukların vizyonu o kadar değişiyor ki… Ve Avrupalı’nın Türkiye’ye bakışı o kadar değişiyor ki… Zaten yeni kuşaklar çok farklı, entegrasyon sorunu falan kalmayacak. Türkiye’de gayrimenkul edinen yabancıların yüzde 92’si AB ülkelerinden. Gelip buraya yerleşiyorlar. Adam belki yıllarca “AB’ye girerlerse Türkler’le beraber yaşayacağım” korkusuyla yaşıyor, sonra gelip Antalya’nın, Alanya’nın merkezinde, caminin dibinde Türkler’le beraber yaşıyor. Hayatını orada sona erdiriyor. Demek ki birlikte yaşayabiliyoruz.

        * Peki sorun ne öyleyse?

        Başka şeyler devreye giriyor. Siyasetçiler önemli. Sağduyulu, vizyon sahibi liderlerin olması lâzım. Sarkozy’nin, Merkel’in ilelebet orada kalmayacağını biliyoruz. Ama Türkiye de mutlaka ekonomik kalkınmasını yapmalı. Bu sosyo ekonomik dönüşüm gerçekleşirse biz zaten Romanya’dan, Bulgaristan’dan, Litvanya’dan çok daha iyi durumdayız…

        “51 SENE GEÇMİŞ, SONUÇ ALSANIZ DA VERİM TARTIŞILIR”

        * Kitapta iğneyi kendimize batıralım diyorsunuz ama çuvaldızı batıralım bence. AB’nin demokrasi kültürü açısından baktığımızda da Türkiye insanının ciddi problemleri var. Sizin de söylediğiniz gibi Türk insanı hâlâ otoriteci, devletçi bir yapıya sahip. Darbeyi onaylayanlar var hâlâ. Orada da kendimizi sorgulamamız gerekmiyor mu? Türkiye’de bir demokrasi kültürü eksikliği yok mu? Siz buna “kasaba mantığı” da diyorsunuz…

        Çok doğru. Entegrasyon sorunu diyoruz ama Türkiye’nin kendi içinde de entegrasyon sorunu olmuş. Kırdan kente göçte varoşlarsın, gecekonduların oluşması çok kötü olmuş. Türkiye gerçekten 1970’lerde 80’lerde çok vakit kaybetmiş. Geriye baktığınızda çok üzülüyorsunuz. Hiçbir planlama yapılmadan bu insanlar gelmiş. Onlar da bir kültür taşımışlar, onlara da kızamazsınız. O kuralsızlığını, kural taşımazlığını taşımış. Hâlâ biz onun bedelini çekiyoruz. Bu ciddi bir sorun ve insanların zihniyeti sosyoekonomik gerçekleriyle şekilleniyor. Kendisi “yaptım, ettim, oldu, bitti”yle yapıyorsa o zaman “yaptım, ettim, oldu, bitti her zaman iyi bir çözümdür” diyor. Otoriter zihniyeti öyle kabul ediyor. Gelsin kardeşim askeri yönetim halletsin bu işi kökünden gitsin, diyor. Oradaki incelikleri, bunun kaç yıla mal olacağını düşünmüyor. İfade özgürlüğünü, demokrasiyi, bireysel hakların nasıl zedelendiğini düşünmüyor. Bu ciddi olarak Türkiye’nin kültüründe var ama sosyoekonomik dönüşümü gerçekleştirdiğimiz sürece, ki biz zaten o süreçten geçiyoruz, insanlar da bu mantıktan kopuyor. Türkiye’de bir referandum olsa askeri darbeye desteğin bu sefer o kadar yüksek çıkacağına inanmıyorum. Türkiye 80’lerden bu yana ciddi mânada değişti.

        * Tamam hedef AB’ye üyelik ama bu süreç de işimize yaramıyor mu? Yapılan tartışmalar, konuşmalar, Türk insanının demokrasi kültürünü de geliştiriyor mu sizce?

        Kesinlikle. Burada sonuca değil sürece odaklanmak lâzım. 51 sene olmuşsa artık zaten sonuç alsanız bile ne kadar verimli sonuç aldığınız tartışılır. Ama bu güzel bir seyahat. Bu seyahatten zevk almak lâzım. Bu Türkiye’nin dönüşümüdür. İşte en son açılan Gıda Güvenliği faslı. İçinde gerçekten güzel şeyler var. Açıkta gıda ürünleri satılmayacak diyor. Türkiye’nin belası olan bazı işletmelerdeki usulsüzlükleri ortadan kaldırın diyor. Ciddi yaptırımlar getiriyor. Bunun Avrupa’da yaşayan bir adamla alâkası yok ki, bu tamamen Türkiye Cumhuriyeti’ndeki vatandaşla alâkalı. Bebek mamalarında genetiği değiştirilmiş organizma kullanılmayacak. Çevre faslıyla beraber, dolmuşlarda kullanılan motorin kullanılamayacak. Bu bizim için de iyi bir şey. Bunlar tamamen bir süreç. İnsanlar da bunu algılıyor. Birçok ülkede sigara yasağı farklı şekilde uygulanıyor. Türkiye’de uygulanamaz dendi, uygulanıyor.

        EKSEN TARTIŞMALARI AB’DE NASIL YORUMLANDI?

        * Siz sürekli yurtdışındaki AB ülkeleri temsilcileriyle bir aradasınız. Başbakan Erdoğan’ın Gazze’yle ilgili çıkışları, Türkiye’Nin yüzünü Doğu’ya döndüğü eleştirileri, eksen kayması tartışmaları AB bürokratlarına nasıl yansıyor? Onlar da Türkiye’nin Doğu’ya kaydığını mı düşünüyorlar?

        Çok açık söyleyim. Benin katıldığım toplantılarda, ki genelde sayın Egemen Bağış’la ikili toplantılara ya da Avrupa Komisyonu’ndaki toplantılara katılıyoruz, karşı tarafın böyle bir şey dillendirdiğini görmedim. Bu daha çok yorumcuların açıklamaları, ama buna da saygı duymak lâzım. Bana sorarsanız, bunu bir köprü metaforu olarak görüyorum. Türkiye bu ilişkilerini güçlendirmeli çünkü AB’ye karşı bir kozdur bu. Biz kozumuzdan neden feragat edelim ki? Türkiye’nin bulunduğu coğrafyada her bakımdan ayağını güçlendirdiğini görüyoruz. Eksen kayması tartışmaları var. Türkiye yıllarca köprü olarak görüldü. Köprünün sadece bir ayağını güçlendirirseniz o köprü çöker. İki ayağını da güçlendireceksiniz. Doğu ayağı da Batı ayağı da güçlü olacak. Ki gittiğiniz zaten AB’ye, benim onlarla aram kötü derseniz, onlarla da iyi değil ki… Onlara diyeceksiniz ki, “benim Doğu’yla aram iyi, her konuda arabulucu olurum, sorun çözerim…” Bu size kredibilite getirir. Ben resmi toplantılarda hiç bunun dile getirildiğini görmedim. Tam aksine Türkiye’nin aktif politikasından, arabuluculuk rolünden onlar, AB’li diplomatlar çok memnun.

        “SARKOZY AHMET DAVUTOĞLU’NU ARIYORDU…”

        * Fransa, Almanya gibi ülkelerde de böyle mi?

        Tabii Fransa’nın Türkiye’ye resmi tutumu şu anda çok farklı, biliyorsunuz. Ama Sarkozy bile Ortadoğu’da görüşmelere giderken o zaman Başbakan Erdoğan’ın danışmanı olan Ahmet Davutoğlu’nu arıyordu. Davutoğlu’nun o toplantılarda bulunmasını istiyordu. Mesela Suriye’ye giderken… Çünkü biliyordu ki, Türkiye’den ulaşılıyor Ortadoğu’ya. Bunu kendisi talep ediyordu. olayısıyla Türkiye’nin konumunu o noktada görmek lazım. Bunu bizim bir silahımız olarak görmek lazım. 9/11 sonrası iddia ettik. Dünyadaki Medeniyetler Çatışması’nı çözebilecek tek ülke Türkiye diye. Bunu yerinizde oturarak çözemezsiniz. Gidip konuşacaksınız.

        EN SERT İSPANYA ŞİMDİ EN YUMUŞAK…

        * AB’nin bir Hıristiyan kulübü olup olmadığı tartışmalarına gelirsek… Birliğin kuruluş anlaşmaları yapılırken İspanya ve Portekiz gibi ülkeler bunun bir Hıristiyan birliği olmasını savunuyor, Fransa ve Almanya buna karşı çıkıyor. Oysa tam tersine bugün Türkiye’yi daha fazla destekleyen ülkeler İspanya ve Portekiz. Bu bize neyi gösterir? Birlik içinde ülkelerin konumunun sürekli değiştiğini mi? Bu kriterlerin çok da önemli olmadığını mı?

        Sorunun cevabını siz verdiniz. AB ülkeleri çok farklı kültürlere sahip. “Farklılık içinde birlik” sloganları da bunu çok güzel yansıtıyor. İspanya ve Portekiz Katolik ülkeler, AB’nin Taslak Anayasası’nda Hıristiyan değerlerine vurgu yapılmasını istediler. Ama Fransa laik bir kimliğe sahip olduğu ve onu vurguladığı için, Almanya daha Protestan, daha yumuşak bir şekilde yaklaştığı için buna karşı çıktılar. Bu Anayasa’ya girmedi, girmesi de mümkün değildi. Çünkü bu anayasaya Hıristiyanlığı koyarsanız 18 – 20 milyon Müslüman’ı, milyonlarca Budist’i, ateisti Avrupa Birliği vatandaşı olmaktan dışlarsınız. İspanya öyle dediyse bile onların da içinde ciddi tartışmalar vardı. Günün sonunda önemli olan siyasi konjonktürdür. Burada inişler çıkışlar hep olacak. Fransa’da Sarkozy’nin, Almanya’da Merkel’in olması tabii ki Türkiye karşıtlığını çok güzel pompalamış durumda. Her ne kadar söylemlerini son dönemde yumuşatmışsalar da Türkiye’ye karşı olduklarını çok açık şekilde beyan etmiş liderler bunlar. Onlar Hıristiyan kulübü olarak falan değil, Türkiye’yi politik kültür temelinde dışlamak istiyor. Kitapta da bundan bahsediyorum. Sarkozy bırakın politik kültürü coğrafi olarak Türkiye’nin Avrupa’da olmadığını söylüyor. “Boğazlar’da biter Avrupa” diyor. Tabii onun farklı nedenleri var, göçmen bir aileden geliyor, Türkiye’yle ilgili kötü anıları olabilir. Merkel’in de çok açık biçimde göçmenlerle ilgili sorunu var. Hepsinin bir açıklaması var.

        * Genel karşı çıkma nedenleri ne peki?

        Türkiye’nin üyeliğine karşı olanlara baksak beş-altı neden çıkar karşımıza. Bunların hepsi biraz önce söylediğim, “too big, too poor, too muslim”ı içeriyor. Biri diyor ki, sizin demokratik kültürünüz yok. İkincisi, Müslümansınız, kültürel olarak yeriniz yok diyor. Kurban kesiyorsunuz, kadınları dışlıyorsunuz vs. Üçüncüsü diyor ki, çok büyüksünüz, katılma süreçlerimizi darmadağın edeceksiniz diyor. Dördüncüsü bölgesel eşitsizlikleriniz var, diyor. Beşincisi, işsizlik diyor. Bunları beş-altı maddede toparlayabiliriz. Ama hangi argümanı hangi kontekstte söylediklerine bakmak lâzım. Yani elmalarla armutları karşılaştırmamak lâzım. Bu Hıristiyan kulübü tartışmaları her zaman olacak. Avrupa’nın iki yüzü var aslında, kitapta da onu vurguluyorum. Biri muhafazakâr, “kardeşim bizim geçmişten gelen bağlarımız var, kendimizi böyle tanımlarız” diyor. Hıristiyanlığı, Eski Yunan’ı, Roma’yı, Aydınlanma’nın bazı değerlerini alıyor. Fakat sonra bir bakıyor, insanlar onun etrafında toplanamamış. Çünkü bunlar büyük söylemler. Sokakta yaşayan bir Yunanlı için Antik Yunan neyi ifade eder? Ya da bir Estonyalı için Roma Hukuku neyi ifade eder? Hiçbir şey. Kimlik kavramı oysa ki, bunun günlük olarak size ne verdiğidir? Bir marş duyduğunuzda gerçekten ayağa kalkma ihtiyacı hissediyor musunuz? Etkileniyor musunuz bir bayrağı gördüğünüz zaman? Ulusal kimliğin unsurları bunlar. Dolayısıyla burada çok önemli bir şey var: Farklı noktalarda farklı Türkiye karşıtlığı olabiliyor, ama siyasi konjonktür önemli her zaman. Çünkü AB çıkarları çerçevesinde hareket eden bir örgütken ulusal devletlerin kendi çıkarlarına göre hareket etmemesini beklemek yanlış olur. Bakmayın 27 ülke var ama her ülke kendi menfaati çerçevesinde hareket ediyor orada. Mesela Fransa devlet yardımlarıyla ilgili kendisi bir icraat yapacaksa yapıyor. Uçak sanayini koruması gerekiyorsa koruyor. Yunanistan’ın yaptıkları ortada, bakın ne hale getirdiler, kendi ekonomilerini batırdılar. Sonuçta ulusal devletler, ulusal öncelikler her zaman için ön planda.

        KASIM’DA SARKOZY GELECEK

        * Sarkozy’ye gelmişken, Kasım ayında Türkiye’ye gelecek. Fransız basını bunun ilişkileri yumuşatabileceğini zira G20’nin bir sonraki ev sahibinin Fransa olduğunu söylüyor. Bu mümkün mü?

        Çağımızda siyasi ilişkileri ekonomik ilişkiler belirliyor. Fransa’nın TÜSİAD’ı MEDEF’in üyeleri geçenlerde Egemen Bey’le görüşmeye geldi. Türkiye hayranı hepsi, ilişkileri arttırmak, Türkiye’de ihalelere girmek istiyorlar. Farklı düşünen bir siyasetçi bunu bozamaz ki. Kaç yüzyıllık ilişkimiz var. Kaç cumhurbaşkanı, kaç padişah gitmiş gelmiş, bu ilişkiler devam etmiş. Türkiye – Fransa dostluğu ilişkileri günlük değil ki. Biz cumhuriyetimizi Fransız ekolü çerçevesinde kurmuşuz. Fransız işadamı da diyor ki benim burada çıkarlarım var sayın başkan, gidin Türkiye’ye! Ekonominin bu kadar ön plana çıktığı bir ortamda bunu nasıl engellersiniz? Fransız firmaları nerede yatırım yapacaklarını bilemiyorlar. Türkiye’de yapmak istemiyorlar Fransa’daki işlerim gider diye, Fransa’da yapmak istemiyor, maliyet girdileri yükselecek diye. Ortasını bulmaya çalışıyor hem Türkiye hem Fransa’da yapıyor.

        AB GERÇEK BİR BAŞARI HİKÂYESİ

        * AB’nin kendi içinde başka sorunlar da var. Mesela AB Parlamentosu seçimlerine katılım oranı her yıl düşüyor. Avrupa halkları da işin siyasi tarafını sahiplenmiş görünmüyor. Ortak değerler çok muğlak. AB’yi nasıl bir gelecek bekliyor? Gerçekten belki biz girerken AB diye bir şey kalmayacak mı?

        AB’nin temeline bakmak lâzım. II. Dünya Savaşı’ndan sonra kömür ve çelik gibi savaş sanayinin iki ana ham maddesini bir ortak yüksek otoriteye devredelim diyorlar. O noktadan buraya geliyorlar. Ve sonunda 500 milyon insanı barındıran bir refah alanı kuruyorlar. Öyle ya da böyle. Her türlü eleştirebilirsiniz ama AB entegrasyon süreci insanlık tarihinin en önemli projelerinden biri. Federal yapıyı, konfederal yapıyı, bir anayasayı tartışıyor olmak, başarısızlığa uğrasa bile çok önemli bence. Avrupa Birliği gerçek bir başarı hikâyesi, bunu ortaya koymak lazım. Sıkıntılar her zaman olacak. Avrupa coğrafyası dünya tarihinin en sıkıntılı coğrafyası. Ortadoğu’dan daha sıkıntılı. Çünkü sanayileşme burada gelişmiş, sömürgeleşme sürecinde burada birbirlerini yemişler, milyonlarca çocuklarını öldürmüşler. O noktadan bu noktalara getiriyorlar ve bir demokrasi kültürü ve bazı değerler çerçevesinde bunu şekillendiriyorlar. Hepsinin kendi kültürü var, dedik ya farklılık içinde birlik diye. Kimsenin ulusal kimliği, kültürü aşınmıyor, erimiyor. Bu ABD’deki “melting pot” gibi bir eritme potası değil. Fransız Fransız, Alman Alman orada. Sıkıntıları yok mu, var. Anayasa’yı çıkaramadılar, onu Lizbon Anlaşması olarak farklı bir şekilde adlandırdılar. Ama orada bile önemli bir şey var. Temel Haklar Şartı ilk defa dahil oldu anlaşmaya, dolayısıyla adı konmasa da bir anayasa ortaya çıkardılar. Tek para birimleri var; tamam 16-17 ülke buna katılmış olabilir ama bu noktaya gelmeleri, yani Alman Markı’nı yok etmeleri çok önemli. Almanlar’ın en temel unsuruydu bu. Ekonomik sıkıntılarını da uzun vadede çözeceklerine inanıyorum. O kapasitede insanlar. Avrupa’nın entelektüeli bunu çözecektir.

        * Ama halklar ilgisiz…

        Sizin bahsettiğiniz sorun, ilgisizlik, buna “demokratik açık” diyorlar. Bu nedir, kendisini temsil eden kurumlar var ama Avrupalı yok aslında orada. Avrupalı’nın adına hareket eden bir AB Komisyonu var. Tepeden inmeci süreç diyorlar. Orada çok fazla parlak, seçkinci bir süreç olsa da Avrupalı’nın pek ilgilenmediği, umursamadığı bir süreç sözkonusu. AB’ye yeni katılan birçok ülkede de “katılsak da olur katılmasak da” havası var. “En önemli sorunumuz güvenlikti, NATO üyesi olunca bunu da aştık zaten” diyorlar. Ekonomik sıkıntıları aşacaklar ama siyaseten aşılacak sıkıntılar için de belli mekanizmalar oluşturuyorlar. Avrupa Parlamentosu’nun yetkileri genişletildi mesela. Oybirliği dediğimiz karar alma mekanizmalarını azaltmak zorunda olduklarını anladılar. Çünkü her şeyi oybirliğiyle alamıyorlar artık, 27 ülke, herkes aynı şeyi söyleyemez ki. Veto kartını iyice ellerinden almaya başladılar. Genişlemeyle ilgili süreç bunun istisnası olarak kaldı. Ama Avrupa vatandaşlığına da ulaşmaya çalışıyorlar. Nasıl ulaşırlar? Avrupalılar arasında iletişim kurmaları lâzım. Avrupa çapında bir sivil toplum oluşturmaları lâzım. Bir TV, bir radyo, gazete… Bunlar kolay şeyler değil. Dediğim gibi herkesin ulusal kültürü öncelikli. Bir Türk’ü ilgilendiren bir Litvanyalı’yı ilgilendirmiyor ki…

        “EN BÜYÜK KAZANIMIMIZ SERBEST DOLAŞIM OLACAK”

        * Bu durum Avrupa Parlamentosu seçimlerine de yansıyor doğal olarak…

        Bu kültürü oluşturmak kolay değil ve bu AP seçimlerine de çok güzel yansıyor. Yüzde 50’lerin altına iyice düştü. İlgiyi artırmak için çok farklı yöntemler arıyorlar ama ben yine de 1992’deki Maastricht Anlaşması’yla gelen “Avrupa yurttaşlığı” kavramının bir noktaya geldiğine inanıyorum. Çünkü bence AB’nin en önemli unsuru serbest dolaşımdır. Siz 500 milyon insanı 27 ülke sınırları içinde serbest dolaşıma sokup onların farklı yerlerde ikamet etmesini, çalışmasını, yaşamasını sağlayabiliyorsanız bu büyük başarıdır. Bence Türkiye’nin en önemli kazanımı da bu olacaktır: Serbest dolaşım. Bunu söylemek istemem, üyelikten daha önemlidir demek istemem, üyelik önemlidir, uluslararası aktör olarak Türkiye’nin o grupta yer alması lazımdır ama bizim için en önemli nokta serbest dolaşımdır. Onun için biz de, bu son zamanlarda vize konusunu, serbest dolaşım konusunu bu kadar zorluyoruz. Bir noktaya gelecek.

        “VİZEYİ DESTEKLEYEN DARBE YÖNETİMİYDİ”

        * Tam üyelik gerçekleşmeden serbest dolaşım gibi bir şey sözkonusu olur mu?

        Karıştırmamak lâzım. Bir serbest dolaşım hakkı var. Tam üyelikle gelen bir şey. Avrupa yurttaşı olduğunuz zaman tamamen serbest dolaşımı, çalışma hakkını elde ediyorsunuz. Bir de vize var. Vizelerin kaldırılması. Türkiye’nin şu anda kilitlendiği hedef şudur: Vizelerin kaldırılması. Yani bizim artık Schengen alanına girmemizdir. Schengen’in pozitif listesi vardır, bizim o listeye girmemizdir. Yani bizim vatandaşlarımızın AB ülkelerine vizesiz seyahatidir. Biz bunun peşindeyiz. Çok enteresandır, 1980’lerde darbe sonrasında vize koymuşlar TC vatandaşlarına ve o zamanki Türk devleti de buradan siyasi ilticalar olacak diye desteklemiş bunu. Karşılıklı anlaşmalar yapılmış, o zamanın belasından bir türlü kurtulamadık. Biz bu vizesiz seyahati sağlamalıyız. Bu vize kolaylığı belli bir süreç sonunda peyderpey olsa da bunu zorlamalıyız. Birçok ülkeyle onu yaptılar. Geri kabul anlaşması diye bir anlaşma var, bunu onaylamak için üyelik konusunda da AB’den adımlar bekliyoruz. Vizesiz seyahati vatandaşlarımıza sağladığımızda Türkiye’nin çok önemli bir kazanım elde edeceğini düşünüyorum.

        * Yakın dönemde olur mu?

        Olacağına inanıyorum, çok fazla uzamayacak artık. Çünkü dediğim gibi, bir politikaya odaklandı Türkiye. Buradan artık vizesiz seyahat konusunda bir noktaya gelinecek.

        “2013’Ü HEDEF YIL OLARAK BELİRLEDİK”

        * Hedef ne? Ne zaman girecek Türkiye AB’ye. Genel Sekreterliğin bir tarihe göre çalışması vardır.

        Tarih söylemek her zaman için çok sıkıntılıdır. Biliyorsunuz eski siyasetçiler hep tarihler söylediler şimdi hâlâ gazete manşetlerine haber olurlar. Bizim ortaya koyduğumuz gerçekler, sayılar, bütün mevzuat listeleri kapsamında yaptığımız hazırlıklar var. 2013 yılını önemli bir yıl olarak belirledik. 2013’ün sonuna kadar Türkiye’nin mevzuat uyum çalışmalarını tamamlaması için bir planımız var.

        * Fasılların kapanması anlamına gelmiyor ama bu?..

        En azından idari yapılanmanın bir kısmını yapmış oalcağız, uygulama devamında gelecek. Burada iki ayak var. Bir, mevzuatınızın değiştirilmesi; iki, uygulamanın yapılması. Uygulamayı yapmak kolay değil. Gümrüklerle ilgili bir kanun çıkarıyorsunuz, gümrük muhafaza memurlarının hepsinin o noktaya gelmesini bekliyorsunuz. Türkiye’nin en sıkıntılı alanlarından biri gümrük muhafaza memurluğu. Bu sıkıntıyı aşmak için peyderpey buraya yatırım yapılmalı, onlar eğitilmeli. O bir süreç gerektirir. Ama mevzuat uyum çalışması olarak biz 2013 yılının sonunu hedef belirledik. Neden? Çünkü AB 7 yılda bir bütçesini yeniler. 2014’te de yeni bir bütçesi olacak. 2013 yılı içinde bütçesel büyüklükler, rakamlar belirlenmiş olacak. Eğer Türkiye’nin üyeliği öngörülüyorsa 2013 yılının sonunda zaten diyecekler ki, “biz Türkiye’nin üyeliğiyle ilgili bir şey koyuyoruz bütçeye.” Türkiye buna hazır olmalı.

        “AB TÜRKİYE’Yİ RİSKE EDEMEYECEK”

        * Fasıllarda son durum ne?

        Biz 35 müzakere faslından 13’ünü açtık. 17 – 18 tanesi siyasi nedenlerle kilitlenmiş durumda. Sadece üç tane faslımız kaldı. Bir tanesi zaten sosyal politikalarla ilgili, işte sendikalar kanunu geçecek. Bir de kamu alımları ve rekabet fasılları kaldı. Her bakımdan bir noktaya geliyor süreç. Onun dışında kilitleniyor. Kıbrıs meselesi aşılmak zorunda. Fransa’nın artık kendisini ortaya koyması lâzım. Ben bu kilitlenmenin aşılacağını düşünüyorum. AB Türkiye’yi riske edemeyecek. Bu süreç aşılacak. Bakın Hırvatistan bütün müzakere fasıllarını açtı geçen hafta itibariyle. 20 – 21 tanesini de kapadı. 2011’de üye oluyor. Biz de o noktaya geleceğiz. Bu yüzden teknik olarak hazır olmamız lâzım. Yani o Kıbrıs sorunu çözüldüğünde bizim o on sekiz faslı tak diye açmamız lâzım. Üç faslı geçici olarak kapamamız lâzım. Biz o noktaya geleceğiz ki, Avrupa Birliği artık geri adım atamasın. Gıda Güvenliği’nde öyle bir hazırlık yaptı ki bürokrat arkadaşlarımız, adamlar hayır diyemedi. Çünkü bütün altyapı çalışmalarını hazırlamıştık zaten. Burada çeviriler yapıldı, tablolar, müzakere pozisyon belgesi hazırlandı. O yüzden 2013’ü bir tarih olarak koyduk. 2013 sonuna kadar bu çalışmaları bitireceğiz. Ha olur mu olmaz mı, yüce Meclis’ten geçiyor tabii bunlar. Biz bürokrat olarak hazırlıklarımızı sunuyoruz, Meclisimiz kabul ederse bunları yaparız. Ben Türkiye’nin geleceğinden umutluyum. Türkiye güçlü olduğu sürece AB süreci kendiliğinden açılacaktır. Kıbrıs’ın da bir noktadan sonra üyeliğimizi engellemeye gücü yetmeyecek. Avrupalı aydınlar buna izin vermeyecek.

        * Türkiye’de AB’ye giriş konusunda bir sıkıntı yaşanmaz mı?

        81 ilde bir vali yardımcısını temas noktası olarak belirledik ve mutad olarak toplanıyoruz. İl koordinasyon kurulları kuruldu. Orada vilayetten, belediyeden, sivil toplumdan, odalardan, özel sektörden temsilciler oluyor. Bu heyecanı yaymaya çalışıyoruz. İnsanlara diyoruz ki, kardeşim bu süreç sizin lehinize işler. Gidin AB projelerine başvurun, AB’nin imkânlarından yararlanın. İnsanlar zaten bunu benimsiyor. Türkiye’de çok büyük sıkıntı olacağını düşünmüyorum. Türkiye’de en büyük sıkıntı komplo teorileri. AB bizi bölecek, bu bir Hıristiyan kulübü gibi… AB’nin çifte standartları var elbette ama, AB’nin bizim altımızı oymak için toplanmış 27 ülkeden oluştuğuna inanmıyorum. Ama bize bile fakslar, mailler geliyor, ayıp değil mi ülkeyi bölmeye çalışıyorsunuz diye… Ama anlattığınızda anlıyor. Türk insanı duygusaldır ama makuldur. Yarın üyelik için referandum olsa yüzde 80 – 90’la kabul eder.

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ