Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Gündem İşte o röportaj

        Başbakan Erdoğan’ın siyasi Başdanışmanı ve AK Parti Adana Milletvekili Ömer Çelik ile “Türkiye markası”ndan ekonomi, siyaset ve sanat uzanan bir söyleşi ...

        “Siyasetçilerin hayatının genel olarak Türkiye'de çok renksiz olmasının temel sebeplerinden biri budur. Dolayısıyla edebiyatla, sanatla, müzikle hayatın çeşitli alanlarıyla süslenmemiş ve zenginleştirilmemiş bir siyasetin, tehlikeli olduğunu da unutmamak lazım. Yani siyaset ne kadar sanatla, müzikle, edebiyatla, kültürel alanla iç içeyse, bence demokratik zihniyete o kadar yatkındır. Bunlardan ne kadar uzaklaşırsa, otoriter bir zihniyete; hatta pop-faşizme yol açan bir otoriter rejime daha uygun hale gelir.”

        “Bir siyasetçi, “Orhan Pamuk’un ödül alması iyi oldu ama onu siyasi konularda eğitmeliyiz” dedi. Bu Stalinizmdir. Siyaset ve devlet için edebiyat yaratmanın en vahim örneği Stalin dönemidir.Siyaset edebiyatı eğitmez, siyasetin haddine düşmez bu. Edebiyat, siyaseti eğitir.”

        “Çukurovalı bir siyasetçi olarak, Zülfü Livaneli’nin, Çukurova’nın büyük yazarı Yaşar Kemal için söylediği, “Yaşar Kemal, Türkiye’dir” sözünü selamlıyorum.”

        “Oysa insanı “insan” yapan çok önemli bir şey var: Başkalarının acısını, oradaki vicdan sızısını hissedemediğiniz zaman, yaşadığınızı da, aldığınız nefesi de hissedemezsiniz.”

        “Siyasetçiler, kendilerini ülkeyi yöneten insanlar olarak görmekten çok, o ülkedeki “özgürlüğün bekçileri” olarak görmeliler; siyaseti marka yapacak olan şey budur…”

        “Atatürk'ün okuduğu kitaplara şöyle genel olarak bir göz attığınızda, Ortadoğu’da veya Osmanlı coğrafyasında rastlanmayacak kadar ilerici ve devrimci bir Cumhuriyet, ilericilik ve özgürlükçülük fikri içerisinde olduğunu görürsünüz.”

        “Bağdat işgal edilir edilmez, Koalisyon Güçleri hemen Petrol Bakanlığı'nı korumaya aldılar; ama dünyanın en büyük ve en eski eserlerini barındıran Bağdat Müzesi'ni yağmaya terk ettiler. Yani insanoğlu şunu yaptı: pahalı bir tabut satın alma karşılığında kendisini ölüme terk etti...”

        “Bob Geldof ile konuşurken; ona şöyle bir öneride bulundum. Dedim ki; Boğaz Köprüsü'nün üzerine çok uzun bir yemek masası koyalım ve Porta Allegre'ye katılan liderlerle, Davos'a katılan liderleri yan yana, bir akşam yemeğinde bir araya getirelim. Bu yemeği Boğaz Köprüsü'nün üzerinde verelim ve yemek masasının üzerine de masa örtüsü olarak bir dünya haritası koyalım. Liderler aynı anda kafalarını yanlarındaki lidere çevirdiklerinde Asya'yı; soldaki lidere çevirdiklerinde Avrupa'yı görsünler. Bir diğer yön de Afrika'ya uzanıyor. Önlerinden hemen bir diğer yönde de Asya, yukarıda Avrupa duruyor olsun.”

        Türkiye markalaşmalı mı? Markası nedir, neyi ifade eder? İyi yanları, körü körüne bağlı kalınmaması gereken tarafları nelerdir? Bu soruları biz gazeteciler çoğu zaman sorarız, karşımızda da cevabını aradığımız kişiler genellikle siyasetçiler olur … Ama bu kez bir fark var; 7.’si 7 Aralık’ta gerçekleştirilen Marka 2006 Konferansı’nda bir değişiklik oldu ve Adana Milletvekili ve Başbakan Siyasi Başdanışmanı Ömer Çelik, bir siyasetçi ve entellektüel olarak, Türkiye’nin marka değerinin nasıl yönetilmesi gerektiğini kendi kendine sormuş olduğu soruların cevaplarında aradı, paylaştı.

        Ömer Çelik, genç bir siyasetçinin vizyoner açılımında, ülkesini dünya haritasında; kültürel ve sosyal bölümünde görmek istediği gibi, olmasını istediği şekliyle, bir siyasetçi duruşu ve bir genç enerjisiyle anlattı. “Genç” diyorum ama Türkçe’deki yerleşik anlamıyla “tecrübesiz” olarak anlaşılmasın. Zira Çelik, Kıbrıs ve Avrupa Birliği gibi en kritik müzakere süreçlerinde imzası olan başarılı bir siyaset adamı. Sadece, altına imza attığı işlere göre, Türkiye’de rastlanmadık şekilde yaşı genç bir isim.

        Entelektüel kişiliğinin yanı sıra, siyasal stratejist olarak da öne çıkan Çelik, siyaset arenasında yeni siyaset kavramları üreten ve yeni politikalar belirleyen bir isim olarak tanınıyor. Az konuşmasına, basında az yer almasına rağmen, en çok merak edilen isimlerden biri olmasının kişiliğiyle de çok yakından ilgisi var: Entelllektüel, genç, karizmatik, modern, başarılı ve siyaset bilgisine, yaşına ve tecrübelerine göre tartışılmaz bir yerde oluşu; Çelik’i siyasetin vitrininin ön sıralarına taşıyor.

        Ve, Çırağan Sarayı’nda bir pazartesi öğleden sonra çekilen fotoğraflar eşliğinde, bu buram buram siyaset kokan söyleşinin satır aralarına çok hafif de olsa hayata dair ufak, ama anlamı yüksek cümleler giriveriyor.; iktidardaki genç bir siyasetçinin gözünden Türkiye, edebiyat, politika, sanat ve işte Ömer Çelik…

        Ömer Bey, MARKA 2006 Konferansı'na siz de konuşmacı olarak katıldınız ve "Türkiye Markası Nasıl Algılanıyor? Nasıl Yönetiliyor?" başlıklı bir konuşma yaptınız. Bu konuyu biraz açabilir miyiz?

        Benim bu konferansı kabul etmemin sebebi, konumun Türkiye markasıyla ilgili olması… Bu ülkede yaşayan biri ve bir siyasetçi olarak ülkemin nasıl algılandığı her zaman öncelikli meselelerimden biri olmuştur. Yurtdışına yaptığım gezilerde temel olarak iki tür ülke olduğunu görüyorum. Bunlardan birincisi geleneklerine sımsıkıya sarılmış; bu durumu radikalleştirerek geçmişine mahkum olmuş; kendi kültürünü korumak için dış dünyaya kapılarını kapatmış ülkeler. Bunlar, kültürlerinin melezleşmesinin, kültürel alanda gelişimin tek şartı olduğunu reddeden; dolayısıyla da herhangi bir marka varedemeyen, insan odaklı ekonomik değer geliştiremeyen ve refah üretemeyen ülkeler. “Ulusal bir devlet” olmaktan ziyade hala “ulusal bir köy” gibi yaşıyorlar.

        “Ulusal köy” derken neyi kastediyorsunuz?

        Bu tanımı içe kapanma, gelişmemişlik anlamında söylüyorum. Yani geçmişe sığınmak dışında bir tutumu olmayan ve bugünün gündeminde yer alamayan devletler. Bunlar bir bakıma tarihten silinmeyi gönüllü olarak kabulleniyorlar. Kuzey Kore, Suudi Arabistan gibi ülkeler bunlar... Bir de bu tür ülkelerin karşısında birçok marka üretmiş; artık neredeyse bir ülke olmaktan çıkarak “ulusal bir şirket”e dönüşmüş ülkeler var. Güney Kore bunlardan bir tanesi… Şöyle düşünün, Güney Kore denilince aklınıza ne o ülkenin değerleri ne de tarihi geliyor… Sadece şirketleri geliyor. Dolayısıyla tezimi şu şekilde özetleyebilirim: Bir ülkeyi, kendisi yapan değerler etrafında marka haline getiremezseniz; o ülkenin ekonomik markalar üretmesi çok verimli değildir. Bir ülke kendi değerleriyle; kendi felsefesiyle, gelenek ve modernlik arasında kurduğu ilişkilerle; yerli değerleriyle evrensel değerleri arasında kurduğu sentezle, marka haline gelebiliyorsa; o ülkenin üreteceği diğer markalar gerçek bir çağdaşlık örneğini de beraberinde taşır. Bunun yanı sıra ülkenin kendisi bir marka olmadan; başka markalar üretmeye kalktığı zaman; ortaya sahte bir çağdaşlık çıkar. Bireyler ülkelerindeki her değere 'nasıl paraya çevrilebilir; bir meta olabilir?' şeklinde bakarlar. Ülkelerinin tarihi mirasını, kültürünü ve birikimini, insani bir değer olarak algılamaktan önce, nasıl paraya çevrilebilir diye bakarlar. Buna bir tür kapitalizme ya da neo-liberalizme “gönüllü kulluk” diyebiliriz... Diyelim ki o ülkede çok köklü bir geleneksel halk oyunu var. Bu oyunun devamlılığı kültürün yaşatılması için korunmuyor; sadece turistleri eğlendirmek için kullanılıyor, işte bu “gönüllü kulluğun” ayinlerinden biridir... Dolayısıyla benim MARKA 2006 konferansındaki konuşmayı kabul etmemin en büyük sebebi, bu tehlikelere dikkat çekmek ve bu tezimi anlatmaktı… Türkiye'yi özgün yapan faktör, Türkiye'nin kendi ruhu, enerjisi ve dinamizmidir. Önce Türkiye’yi marka yapan sebepleri konuşalım. Daha sonra zaten marka uzmanları, diğer markaların nasıl üretileceğini konuşurlar diye düşünüyorum.

        Az önce değindiğiniz köy gibi ülkelere birer örnek verir misiniz ?

        Aslında katı ideolojilere dayanarak bugünü reddeden bütün ülkeler buna örnektir. Bireyi baskılayan, düşünce hürriyetine karşı çıkan ülkeler... Bu tür ülkelerdeki içe kapanık, aşırı milliyetçi akımlar, içinde bulundukları ülkeleri o hale getirmeye çalışırlar… Örneğin Moğolistan gibi bir ülke, geçmişteki geleneksel sanatlarını ve değerlerini koruyor. Orada zenginliğin ölçüsü hala bir insanın ne kadar çok ata sahip olduğuyla değerlendiriliyor. Çok zengin bir kaşmir memleketi olmasına rağmen, bu alanda bir marka üretemiyor. Oradaki kaşmirleri ucuz bir şekilde Batılılar alıyor ve onlar bundan çeşitli markalar üretiyorlar. Dolayısıyla kendi değerlerine sahip çıkamıyorlar.

        Bu açıdan yaklaştığınız zaman bugünün şartlarıyla Türkiye'yi hangi konumda değerlendiriyorsunuz?

        Türkiye'de de iki tane refleks birbiriyle çatışıyor: Herhangi bir dış krizle karşılaştığımızda, bir yandan, hemen Türkiye'yi içe kapanmacı siyasetlere doğru çekmek isteyen tavırlar gelişiyor; öte yandan ise, 'marka olalım, zengin olalım, nasıl olursa olsun” diyenler türüyor. Türkiye, bahsettiğim iki ana eksendeki gerilimi hemen hemen her gün yaşayan bir ülke… Ama tabii ki Türkiye'nin başka bir yüzü daha var; sentez yaratma kabiliyeti ve bu gerilimi aşma potansiyeli var.

        Peki Türkiye'nin bu gerilimi nasıl aşılabilir?

        İşte bunu konuşmaya başladığımız andan itibaren, Türkiye'yi daha güçlü bir marka haline getirecek birtakım özelliklere değinmemiz gerekiyor. Türkiye'nin hem coğrafi konumu hem de tarihsel birikimi sebebiyle, dünyada “tek” olduğunu gösteren bazı unsurlar var. Birincisi, Türkiye hiçbir ülkede olmadığı kadar Batı perspektifine ve Doğu birikimine sahip bir ülke. Bu dünyada Türkiye kadar aynı anda hem Batı perspektifini hem de Doğu birikimini elinin altında bulunduran başka bir ülke yok . İkincisi, Türkiye, yerli ve evrensel değerleri arasında bir çelişkiden ziyade bir uyum yaratabilen bir ülke olma özelliğinde. Türkiye, gelenek ile modernlik arasında, yer yer çeşitli toplumsal çatışmalara sahne olsa da, ana gövdesi itibariyle gelenek ve modernlik arasında bir uzlaşma, bir sentez üretmek kabiliyetine de sahip bir ülke. Dolayısıyla Türkiye daha önceden bahsettiğim iki uç örneğin de tam olarak içine girmiyor. Türkiye, kendine has durumunu daha iyi ifade edebilen bir yolda ilerliyor…

        Markalaşma süreci son yıllarda oluşan biraz modern bir tanımlama. Geriye döndüğümüz zaman siz de konuşmanızın sonunda Atatürk'le ilgili bir bölüm anlattınız. Geçmişe baktığımızda ülke olarak hiçbir şeyimiz olmadığı halde, Atatürk'ün bize bırakmış olduğu çok güzel sözler var: "Türk milleti çalışkandır,Türk milleti zekidir. Ne mutlu Türküm diyene !" gibi... Neden bunlar artık hiç dile alınmıyor da hep biz kendi kötü taraflarımızı ortaya döker olduk ?

        Atatürk, Türk gençliğinin şu üç şeyin timsali olmasını istiyor: “insanlık meziyetinin, vatan muhabbetinin ve fikir hürriyetinin”. Bunları evrensel değerler, yerli değerler ve hepsinin omurgası olan düşünce hürriyeti olarak çevirebiliriz. Aslında AB’nin temeli olan Kopenhag Kriterleri bunlardır. Atatürk ve arkadaşları askerdiler ve ömürleri savaş cephelerinde geçmişti. Daha sonra da dünyanın en sayılı devrimlerinden biri olan Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı gerçekleştirdiler ve Cumhuriyetimizi kurdular.. Şimdi bu açıdan baktığımızda, bütün ömürleri askerlik formasyonunda geçmiş olmasına rağmen, üniformayı çıkartıp ülkeyi yönetmeye soyunduklarında, muazzam bir vizyon ortaya koyduklarını gözrüyoruz. Atatürk'ün okuduğu kitaplar, Anıtkabir'de sergilenir; hatta bazı kitapların Atatürk'ün çok önem verdiği ve altını çizdiği sayfaları açık olarak yer alır. Atatürk, Jean-Jacques Rousseau'yu Fransızca’dan okumuş. Altını çizdiği bölümlerin birçoğuna baktığımızda, özellikle Jean-Jacques Rousseau'nun, bir toplumun bir sözleşmeye dayanması gerektiği; demokrasinin temelini oluşturan unsurları anlattığı yerler olduğunu görüyoruz. Bu, o zaman Atatürk'ün etrafımızdaki coğrafyada kimsenin aklına gelmeyen veya kimsenin vizyonunun yetmediği, yepyeni bir arayış içerisinde olduğunu gösteriyor. Bir insanın kütüphanesine ve okuduğu kitaplara baktığınızda, onu bir şekilde analiz edebilirsiniz. Atatürk'ün okuduğu kitaplara şöyle genel olarak bir göz attığınızda, Ortadoğu’da veya Osmanlı coğrafyasında rastlanmayacak kadar ilerici ve devrimci bir Cumhuriyet, ilericilik ve özgürlükçülük fikri içerisinde olduğunu görürsünüz.

        Bu konuyu biraz daha açar mısınız?

        Bunu örneklemek gerekirse şöyle sıralayabiliriz. Devleti yönetmeye başladıkları andan itibaren neler yapıyorlar? Mesela Atatürk'ün, Türk dili ve Türk kültürüyle ilgili enstitüler açtırması, hemen bir takım kültürel ve ekonomik araştırma merkezleri kurdurması gibi çok önemli faaliyetleri var. Türkiyat çalışmalarının ortak paydalarından biri de şudur; ‘Türk milleti kime denir? Ana dili Türkçe olanlara veya Türkçe konuşanlara Türk milleti denir' gibi tanımlamalar da vardır. Şimdi Atatürk'ün bizi millet yapan unsurları çok kısa zamanda markalaştırmaya çalışması; bunlar üzerinde ciddi çalışmaların yapılmasını sağlaması çok önemli. Mesela dil konusunda çalışmalar yaptırıyor; kültür konusunda çalışmalar yaptırıyor; İktisat Kongresi'ni topluyor; aynı zamanda çağdaş bir tefsir yazdırarak, din konusunda çalışmalar yaptırıyor. Bu süreç bu şekilde devam ediyor. Siz düşünebiliyor musunuz; daha 1950’li yıllara gelmeden Türkiye'nin 'Silikon Vadisi', hemen hemen Ankara'nın burnunun dibinde olan Kırıkkale'de, Türkler ray üretiyorlar. Oradaki işçilere ilk tulum giydiriyorlar ve orada bugün bizim tabldot yemek dediğimiz uygulamayı başlattılar. Aynı şekilde Kayseri tayyare fabrikası kuruluyor; Lübnan'a uçak ihraç ediyoruz. Kayseri tayyare fabrikası kurulduğunda, Kayseri'nin sokaklarından uçak kanatları geçemediği için kanatları söküyorlar; sokaktan meydana çıkarıp, sonra tekrar kanatları takıyorlar. Böyle ilginç bir anısı var o dönemin, yani yoluktan varlık üretme dönemi o zamanlar...Ve, müthiş bir şekilde demiryollarına önem veriliyor. Hatta İsmet İnönü'nün bir sözü vardır "Kayseri, Sivas, Divriği, bir karış fazla demiryolu" diye; bunun iki sebebi var: Birincisi ülkenin sınırlarının her tarafına ulaşılmasını sağlamak, ikincisi de, ulaşım yoluyla ülkeyi entegre hale getirmek. Fakat bu zaman içerisinde o Cumhuriyetin devrimci dinamizmi, toplum belli bir takım olanaklara kavuşunca, bir de dış yardımlar gelmeye başlayınca, ister istemez atalete ve tembelliğe dönüşüyor ve bütün bu birikimler bir kenara bırakılıp o kendi markasını üretme, kendi dinamiklerini güçlendirme refleksinden uzaklaşılarak, hazıra konma huyu gelişmiş oluyor .

        Konuşmanızda “özgüven” üzerine bir cümle sarfettiniz. Aslında Atatürk'ün bırakmış olduğu özgüvenimiz konusunda ne düşünüyorsunuz?

        Tabii, örneğin "Ne Mutlu Türküm Diyene!" ve "Türk Öğün Çalış Güven " demesi bu özgüveni aşılıyor... Buradaki kelimeleri bugün tartışıyorlar; 'bunlar ırkçı kelimelerdir' diye... Oysa bunların ırkçılıkla ilgisi yok. Çünkü Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti kurulurken, ırk milliyetçiliğini temel almadı; Türkiye Cumhuriyeti “kültür milliyetçiliği” esasına göre kuruldu. Atatürk ve arkadaşlarının vizyonu, burada yaşayan herkesi kapsayan bir vizyondur. Burada yaşayanların ortak adı olarak bu kelimeleri kullandılar. Genç Cumhuriyet’in istediği dinamizmi sağlamak için, topluma yeni bir ruh yüklemek gerekiyor. İşte Atatürk'ün o zamanki konuşmalarına baktığınızda, bütün çaba bu ruhun üflenmesi ve bu ruhla çağdaş dünyayı buluşturmak üzerine kuruluyor. Tabii ki devrimcilerin ve devrimlerin bir özelliği vardır: Çok kısa zamanda çok büyük mesafeler kat etmek isterler; o sebeple biraz hızlı, biraz aceleci davranıldığı da olur. Ama yapılmak istenen şey şuydu: Türk tarihinin en büyük kısır döngüsü olan tarihsel gerilik problemini aşmak. Niçin? Çünkü bir şekilde bütün Türk tarihi boyunca bizim en büyük problemimiz, çok savaşkan bir millet olduğumuz ve sürekli olarak Batı’yla bir sınır temasında bulunduğumuz için; bir şekilde arkamızdaki coğrafyayı korumak; hatta nerdeyse bütün Türk-İslam coğrafyasını korumak gibi bir göreve sahip olmamızdı. Bu görev, biz Türklerin üzerine kaldığı için, imparatorluk vasıtasıyla savaşmaktan, uygarlıkla temas etmeyi sürekli geciktirmiş; bir müddet sonra da uygarlık treninde ciddi bir şekilde geri kalmaya başlamış olduk.

        Konuşmanızda 'ülkeler, şirketler gibi yönetilmemeli ' dediniz. Türkiye'nin bu tanımlamanızı göz önüne alarak, şirket gibi yönetildiğimizi düşünüyor musunuz?

        Hayır, bu tanımlamayı ben dünyada gördüğüm ülkelerin markalaşması konusunda temel zaaf olarak ortaya koydum. Marka kelimesi hem olumlu, hem olumsuz çağrışım yapıyor. Bir açıdan marka olumlu bir şey çünkü elinizdeki bir değeri kaliteli, tutarlı, iyi işlenmiş ve estetize edilmiş bir şekilde sunma imkanına sahip oluyorsunuz. Öte yandan olumsuz bir şey; çünkü elinizdeki her değere paraya çevrilebilir meta gözüyle bakıyorsunuz. Şimdi Türkiye’nin, kendi kendisini marka olarak yaratma yolunda olan veya bir şekilde bilinen bu değeri güçlü bir marka haline getirmeye çalışan bir ülke olarak, benim dünyada gördüğüm bu örneklerden sakınarak; bu örneklerin tuzağına düşmeyerek; bu markalaşma stratejisini yerleştirmesi gerekiyor. Ben de bu eksende bir tez iddia ederek, konuşmamı yaptım; yani 'konuşmamın ana tezi budur' dedim. Örneğin, markalaşma konusuna 'ne olursa olsun ülkeye yabancı sermaye gelsin; bunun için İstanbul'da ne yapılması gerekiyorsa yapılsın' şeklinde yaklaşamazsınız. Çünkü İstanbul bir tarihtir, milletimizin hafızasıdır, İstanbul bizim coğrafyamızın kalbidir; bir imparatorluğun başkenti olmuştur. Bugün de İstanbul demek küçük Türkiye demek; yani İstanbul'un kalp atışı nasılsa Türkiye'nin tansiyonu ona göre şekillenir. Dolayısıyla kendi ülkemizi, kendi değerlerimiz ve tarihsel birikimimizi, Doğu derinliğimiz ve Batı perspektifimiz etrafında bir marka haline getirdikten sonra, buradan yola çıkarak ekonomik markalar üretmemiz gerektiğini söylüyorum. Kendi değerlerimizi koruyalım diye içe kapanamayız; dünyadan kopamayız; tarihin dışına düşemeyiz, ama 'dünyaya ciddi ekonomik markalar satalım' diyerek de kendimize ait kültürü bir kenara koyamayız. İki refleksin de dışında durmak lazım; yerli olmak adına evrenselliğe sırt dönemeyiz; evrensel olmak adına da kendi yerel değerlerimizi reddedemeyiz…

        Markalaşmak derken sizin siyasi açıdan tanımladığınız bir kavram var mı? Türkiye’yi nasıl tanıtmamız gerektiğini düşünüyorsunuz?

        Şimdi şöyle bir şey var, yurt dışında yaşayan Türklerin en çok yakındıkları şey, Türkiye'nin iyi tanıtılamadığıdır. Türkiye'den bahsedildiği zaman da herkesin kafası karışıyor. Kimine göre çağdaş bir ülke, kimine göre Müslüman bir ülke; kimine göre bir Ortadoğu ülkesi; kimine göre bir Avrupa ülkesi. Aslında biz bunların hepsiyiz; ama bunları tutarlı, iyi işlenmiş; estetize edilmiş bir şekilde; yani insanların çok kolayca algılayabileceği bir tablet şekline getiremiyoruz. Markalaşmak bize bu kolaylığı sağlar. Yani onlarca kelimeyle anlatacağımız şeyi, daha az kültürel maliyetle insanların zihnini ve algısını yöneterek; doğru bir şekilde anlamasını sağlamış oluruz. O zaman demek ki Türkiye'nin markalaşma süreci, biraz da girişimlerin etkili yönetilmesiyle çok yakından alakalı. Devlet politikası, özel şirketler ve bireyler olarak Türkiyemizin marka değerini ancak sinerjik bir tutumla yükseltebiliriz...

        Belki de bulunmamamız gereken yerlerde savaşıyoruz…

        Evet, Mesela Türkiye'de bir yerde güzel bir et lokantası açılır; iyi iş yapıyorsa yanına on tane daha açılır. Oysa hiçbirisi düşünmez ki ‘Zaten burada bir et lokantası var; bunun yanına bir balık lokantası açayım’. Mesela bunu tarımda da yaşıyoruz bazen. Örneğin mısırda o sene arz yeterli olmuyor ve mısır pahalı oluyor; iyi fiyata alıyor devlet ve özel sektör. Bu sefer üretici 'mısır bu sene pahalıya gitti, para ediyor' diyor; gelecek sene herkes mısır ekiyor. Bu sefer de fiyat düşünce diyorlar ki 'geçen seneden daha az para verdi devlet, mısır elimizde kaldı…’ İşte bunlar gündelik hayatın stratejileri. Bu yanlış stratejilerin uç boyutları vahim noktalara ulaşıyor. Bir kebap salonuna Mevlana’nın ismini vermek kadar büyük bir kültür faciası düşünebiliyor musunuz? Yeryüzünün en büyük düşünürlerinden birini, bu coğrafyanın yetiştirdiği en büyük bilgelerden birinin ismini, bir et lokantasına veriyorsunuz. İstanbul’da 1800’lerden kalma eski bir binayı, fast food restoranı haline getirmişler. Bu estetik açıdan bir katliam…Kültürü estetize etmek, çocuklarımıza verdiğimiz isimden, sokak adlarına; şehirlerimizin yapısından, ilkokul çocukları için bastığımız kitapların kaliteli ve albenili olmasına kadar, çok geniş bir kavramdır. Kendimize şu soruyu sormak zorundayız: Filmlerde izlediğimiz, o dışarıdan baktığımızda içimizi ferahlatan şehirlerin benzerini niye kuramıyoruz? Hayatımızı güzelleştiren şehirlerin içinde yaşamayı niye talep etmiyoruz? İçinde yaşadığımız şehri, niye güzelleştiremiyoruz? Çünkü kendimizin farkında değiliz. Kendimizi derken ülkemizi kastediyorum: burayı bir marka haline getirememişiz. Bu kadar hırpalanmasına rağmen, İstanbul yine de muhteşem bir şehir. Elimizde öyle bir değer, öyle bir marka var ki; bizim onu hırpalamamıza ve değersizleştirme çabamıza rağmen kendi başına çok güçlü bir değer olarak duruyor. Türkiye'yi bilmeyen birçok insan İstanbul'u biliyor. İşte buradan yola çıkarak, İstanbul üzerinden bir Türkiye markası yaratma stratejisi oluşturulabilir ve nihayetinde marka elinizdeki dinamikler ve enstrümanlarla yaratılabilir.

        Sizin söylediğiniz bir konum meselesi var; Türkiye'de coğrafi konum. Bu da tabii markalaşmamızı hırpalayan faktörlerden. Ortadoğu’da savaş oluyor; biz burada sarsılıyoruz. Öbür tarafta Yunanistan var. Oradan da bize başka türlü zarar geliyor. Biz bir şekilde bu coğrafyada, aslında yaşama sanatını mı çok öğrenemedik ki sürekli komşularımızdan esen rüzgarlardan etkileniyoruz?

        Evet, aslında çok zor bir coğrafyada yaşıyoruz. Anadolu’ya “Kavimler Beşiği” denir. Yüzlerce, binlerce yıl öncesine gittiğinizde, birçok kavim gelip geçmiştir buradan. Burayı en kudretli şekilde biz Türkler vatan haline getirdik; dolayısıyla bu coğrafyanın en temel kurallarından bir tanesini, “güçlü olmazsanız ayakta kalamazsınız” olarak açıklayabiliriz. Burası etrafımıza baktığımızda çelik yüzlü bir coğrafyadır; çelik yüzlü ve demir yumruklu bir coğrafyadır. Şimdi etrafımızdaki ateş çemberinin sık sık alevlenmesi; başka bir safhaya geçmesi, çok olumsuz bir şeydir; ama biz kendi değerimizi ve kendi iç istikrarımızı koruduğumuz, iç kavgalarımızı ve mücadelelerimizi azalttığımız; daha doğrusu kendi enerjimizi lüzumsuz işlere harcamadığımız zaman bu ateş çemberini olumlu bir duruma çevirebiliriz. Ortadoğu, Balkanlar ve Avrasya bugün bir istikrarsızlık markası olarak tescillenmiş durumda. Bütün bunların ortasında biz Türkiye'yi bir istikrar markası haline getirebiliriz. Ayrıca Türkiye çok büyük bir avantaja sahip; "Doğu'nun Batı'daki son noktası; Batının, Doğu'daki son noktası". Batı, “oryantalizm” dediğimiz “şarkiyatçılık” yoluyla Doğu'yu küçümsüyor. Bu kavram merhum Edward Said'e aittir. Kendisi Filistinli Hıristiyan bir düşünürdü; geçenlerde vefat etti. Batı şarkiyatçılık, yani oryantalizm yoluyla Doğu’yu karikatür haline getiriyor; Doğu'yu gerçek kimliğiyle tanımıyor; kendi muhayyelesindeki Doğu'yu üretiyor ve ondan sonra onu yargılamaya kalkıyor. Doğu'yu bugün terörle özleştirerek, bir şeytan figürü haline sokmaya çalışıyor. Doğu da, oryantalizmin tersi olan “oksidentalizm” yani “garbiyatçılık” vasıtasıyla, aynı şeyi yapıyor: Batı’yı bütün kötülüklerin anası gibi göstermeye çalışıyor. Batı’nın, İnsan hakları, Demokrasi, Hümanizm ve hukuk devleti geleneğini bile Emperyalizmin ileri karakolları olarak göstermeye çalışan, Batı'yı karikatürleştirip şeytanlaştırmaya çalışan bir refleks üretip; uygarlıkla doğrudan yüzleşmekten vazgeçen ve böyle teselli bulmaya çalışan bir sahte tavır üretiyor. Ama biz Türkiye olarak, Doğu'nun Batı'yı gerçek kimliğiyle; Batı'nın da Doğu'yu gerçek kimliğiyle tanımasını sağlayabilecek yegane potansiyele sahip bir ülkeyiz.

        Bu potansiyeli nasıl değerlendirmemiz gerekir?

        Mesela Sayın Başbakanımızın, İspanya Başbakanı’yla “eşbaşkan” olarak Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri'nin önderliğinde başlattığı “Medeniyetler İttifakı Projesi” bunun çok somut bir örneğidir. Ben dün Bob Geldof ile konuşurken; ona şöyle bir öneride bulundum. Geldof, bundan sonra popüler kültür araçlarını, müziği, futbolu kullanarak, Afrika'ya nasıl yardımlar yapılabileceğini söylüyordu. Dedim ki ; 'Dünyada artık zengin ülkeler, fakir ülkelerin seslerini vicdanlarında hissetmiyorlar; fakir ülkeler de artık zengin ülkelerin söylediği her şeyi bir yalan olarak görüyor; yani insanlık ailesinin mensupları olarak birbirimizle aynı masada oturup yüzleşme yeteneğimizi tamamen kaybetmek üzereyiz. Şöyle bir şey önerdim; her sene zengin ülkelerin dünyadaki sorunları tartıştığı Davos Ekonomik Forumu toplanıyor; buna alternatif olarak da orta ölçekte veya fakir olan ülkeler de, Porta Allegre'de her sene, Dünya Sosyal Forumu'nu gerçekleştiriyorlar; dedim ki; Boğaz Köprüsü'nün üzerine çok uzun bir yemek masası koyalım ve Porta Allegre'ye katılan liderlerle, Davos'a katılan liderleri yan yana, bir akşam yemeğinde bir araya getirelim. Bu yemeği Boğaz Köprüsü'nün üzerinde verelim ve yemek masasının üzerine de masa örtüsü olarak bir dünya haritası koyalım. Liderler aynı anda kafalarını yanındaki lidere çevirdiklerinde Asya'yı; diğer lidere çevirdiklerinde Avrupa'yı görsünler. Bir diğer yön de Afrika'ya uzanıyor. Önlerinde hemen bir diğer yönde de Asya, yukarıda Avrupa uzanıyor. Bu yüzleşmenin şöyle bir anlamı var; dünya hepimize yetecek kadar büyük, hepimize yetecek kadar güzel. Ama dünyadaki zenginlik şu anda dünya nüfusunun sadece yüzde ikisinin elinde. Zenginlik ve refah üretiyoruz ama dünyayı insani değerlere dayalı bir marka haline getiremediğimiz için, ürettiğimiz zenginlik hiçbir işe yaramıyor. Sahte bir zenginlik; sahte bir çağdaşlık oluyor…

        Biraz da sizden bahsedebilir miyiz? Bir siyasetçi olarak, bir politikacının, politikayı markalaştırması şey söz konusu olabilir mi ?

        Bence siyasetin bugün dünyada marka haline gelebilmesi için, siyaseti neyin hırpaladığını ve siyasetin imajını neyin yok ettiğini düşünmek zorundayız. Siyaset, felsefi tanımıyla; en mükemmelinden ve en yüksek beşeri faaliyettir. Dolayısıyla insanoğlu siyaseti icat ederken, kendi hayatını kolaylaştırmak istemiştir. Siyaset kavramını üretirken, bilinçaltında kendi hayatını güzelleştirmenin maliyetlerini azaltmak üzere bunu yapmış; hayatı daha güzel kılmak istemişti. Bugün siyasetin önündeki en büyük problem suçun hep siyasetçilere ve siyasilere atılıyor olması…Bence siyaseti marka haline getirmek için siyasetçinin yapması gereken şey şudur: Siyasetçiler, kendilerini ülkeyi yöneten insanlar olarak görmekten çok, o ülkedeki “özgürlüğün bekçileri” olarak görmeliler; siyaseti marka yapacak olan şey budur…

        Özgürlük kavramını açabilir misiniz ?

        İnsanların herhangi bir güvenlik kaygısı duymadan, dünyaya ilişkin değerlerini, barış ve umut kavramlarıyla taçlandırabildiği ve dünyanın başka yerlerinde acı çeken ya da ölen insanlarla ilgili haberlerin sadece rakamlarla ifade edilmediği bir kavram. Şimdi bakın deniyor ki, bugün Irak'ta elli kişi öldü. Kimdir bunlar, hikayeleri nedir; hayattan beklentileri neydi, hepsinin bir annesi babası vardı; hepsinin bir hayali vardı. Bunların her biri bir değerdi; ama artık bunlar sadece rakam olarak ifade ediliyor ve yüzden aşağı ölü olduğu zaman haber bile olmuyor.

        Günümüz insanı eskisi gibi felsefeden çok popüler kültürle ilgili sorular sormaya başladı.

        Siz ne düşünüyorsunuz?

        Evet, mesela şu soruyu çok soruyoruz; 'Acaba hayatımıza görüntülü telefonlar girdiğinde, hayat nasıl bir yer olacak?’ Ama bundan yüz yıl önce insanoğlunun en çok sorduğu soru şuydu; ‘İnsan nedir? İnsanı değerli kılan şey nedir?’ Dolayısıyla bugün, 'İnsan nedir?' sorusunu; 'İnsanı değerli kılan şey nedir?' sorusunu sormayı unuttuğumuz için, insan hayatını sadece rakamlarla ifade eder hale geldik. Oysa insanı “insan” yapan çok önemli bir şey var: Başkalarının acısını, oradaki vicdan sızısını hissedemediğiniz zaman, yaşadığınızı da, aldığınız nefesi de hissedemezsiniz.

        Evet, bir gün eve geldim, televizyonu açtım ve Bağdat bombalanıyordu. Sanırım bir kandil gecesiydi... Böyle görüntülerde siz bir politikacıdan ziyade bir insan olarak neler hissediyorsunuz?

        Ben insan olarak şöyle bir şey hissediyorum: Birçok meslektaşım oraya baktığı zaman, oradan stratejik çıkarlar ve petrol rezervleri görüyor.. Benim formasyonum bunları görmeye fazlasıyla muktedir, ama biliyorum ki daha öte birşey var ortada...Ben oraya baktığım zaman bu coğrafyanın acısını; bir türlü bitmek tükenmek bilmeyen vicdan yaralarını ve çocuklarının kaderini düşünüyorum. Kendi içindeki kardeş kavgası yüzünden, sürekli olarak başkaları tarafından ezilen, horlanan, yüzleri tanıdık, hayatları tanıdık, kaderleri tanıdık insanların hikayesi ile başbaşa saarler, günler geçiriyorum. Kaçacak yeri olmayan o insanların kör talihini düşünüyorum.

        Bağdat işgal edilir edilmez, Koalisyon Güçleri hemen Petrol Bakanlığı'nı korumaya aldılar; ama dünyanın en büyük ve en eski eserlerini barındıran Bağdat Müzesi'ni yağmaya terk ettiler. Yani insanoğlu şunu yaptı; karşılığında pahalı bir tabut satın almak için, kendisini insan yapan şeyleri ölüme terk etti. Bu vicdan felçleşmesini ve akıl tutulomasını düşünüyorum...

        Türk dendiği zaman aslında Türklüğü insan değeri olan bir marka haline getirmek lazım, Türkiye’yi tanımlamak için açıklamalara ihtiyaç var belki de… Siz ne düşünüyorsunuz?

        Papa geldiği sırada yaptığımız aktüel bir tartışma vardı. Ortodoks Kilisesi ve Katolik Kilisesi'nin nasıl bölündüğü; nasıl ayrıştırıldığıyla ilgili bir tartışma yapılıyordu. Batı'yla, Doğu Bizans kiliseleri arasında bir bölünme olduğu zaman, Fatih Sultan Mehmet; daha sonra İstanbul'u fethetme girişimine başladığında, Doğu Bizans'taki Ortodokslar, Vatikan'a giderler ve yardım isterler. Vatikan'ın onlara teklif ettiği şey şudur: Eğer Katolik olursanız sizi koruruz. Bunun üzerine Ortodoks Kilisesi'nde bir tartışma başlar, 'Katolik olalım ve bizi korusunlar' diyenlerin yanında, bir kısmı da “İstanbul’da kardinal şapkası görmektense Türk sarığı görmek isteriz” derler. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'u fethettiği zaman, 'ben burada kardinal şapkası görmektense Türk sarığı görmek isterim' diyenlerin liderini Ortodoksların patriği olarak atar. Bu uygulama bile Osmanlı’nın “küresel devlet” olduğunu ve bir “pax”ı (dünya düzeni) temsil ettiğini göstermeye yeter...

        Dolayısıyla tarihte bu kadar titreşim yaratmış, neredeyse 3 kıtaya yayılmış olan bir imparatorlukta; Türk kavramıyla, “küresel düzen” kavramı eşleşmiştir. Dolayısıyla bu kavram da, o bölgelere barış getiren bir dinamik olarak algılanmıştır. Çünkü orada Osmanlı, insanların dinlerini değiştirmemiştir; hayat tarzlarına karışmamıştır. Sadece düzeni sağlamıştır, hükmetmiştir. İmparatorluk oraları korumak adına, vergi almıştır. Şimdi buradan yola çıkıp bakıldığında, geriye Osmanlı İmparatorluğu'nun çekildiği toprakların pek çoğunda, insanların gündelik hayatında Türk kavramı, barış kavramıyla, düzen ve istikrar kavramıyla özdeştir. Bu kültürel değeri, siyasal marka haline getirmek üzerine stratejiler geliştirmek gerekiyor...

        Ama bunun tersi olarak Batı'da Türkleri barbar olarak da görenler var.

        Bu o ülkelerdeki yöneten sınıfın, Türk unsuruyla kendi halklarını korkutup, dış tehdit var diyerek içeride hegemonya kurma çabasıdır. Ama gündelik hayata baktığımızda Türk kavramı aslında insanlar açısından; 'buradan siz gittiniz ve burada istikrarsızlık başladı' şeklindedir. Balkanlarda şu laf çok duyulur: "Ya buraya hiç gelmeseydiniz ya da hiç gitmeseydiniz." Hatta bugün Filistin'de de aynı şey söz konusudur. Mesela Hz İsa'nın gömülü olduğu kiliseye gittiğiniz zaman, o kilisenin kapısının anahtarı bir Müslüman ailededir. Orada farklı cemaatlerden Hıristiyan din adamları arasında kavga olduğu için böyledir. O Müslüman aileye mensup biri, yaklaşık 400 yıldır sabahları geliyor kiliseyi açıyor; akşam rahip kilisenin kapısını içeriden kilitliyor ve anahtarı dışarı çıkarıp onlara teslim ediyor. Böyle bir gelenek var. O kiliseyi gezerseniz bir şey dikkatinizi çeker. İkinci katta pencerenin tam önünde bir süpürge vardır ve alakasız bir şekilde orada durur. O süpürgenin hikayesi şu: Kiliseye inerken üç dört basamak merdiven var. Fakat merdiven öyle bir şekilde duruyor ki son basamağının yarısı yerle bir hale gelmiştir. Basamağı süpürme görevi, rahiplerin bir kısmına ait, zemini süpürme görevi rahiplerin diğer bir kısmına ait. O son basamağın zemin mi olduğu, yoksa basamak mı olduğu hakkında büyük bir tartışma çıkmış. Ve bu rahipler arasında ciddi bir kavgaya yol açmış... Bu Osmanlı’da duyulunca Osmanlı merkezi idaresi oraya bir müfettiş gönderiyor ve diyor ki 'her şeyi olduğu gibi bırakın, olayı inceleyeceğiz'. O sırada da, bu emir geldiğinde ikinci katta bir rahibe terası süpürüyormuş. Bu emir gelir gelmez süpürgeyi öyle bırakmış. Sembolik olarak o süpürge hala orada durmaktadır. Yani Osmanlı iktidarının oradaki her şey hakkındaki nihai sözü söyleyen, düzeni ve istikrarı temsil eden bir anlamı gibi orada duruyor.

        Ömer Bey, böyle mi olmalı sizce de Türklüğün tanımı?

        Hayır, bu değil tabi. Burada daha ziyade bizim yapacağımız şey şu: Küreselleşmeye bağlı olarak milliyetçilik akımları hızla ilerlediği için, küreselleşme karşısındaki korku yüzünden, daha çok içe kapanan milliyetçilikler doğduğu için, dünyanın bir çok yerindeki Osmanlı eserleri Türk eserleri yok edildi. Milliyetçi bir dinselleştirme politikası var. Buna tepki duyularak eski medeniyetlerden kalma eserler yok ediliyor. Dünya üzerindeki kültürel varlığımızı koruyarak, bu markayı yaşatmak zorundayız. Çünkü bir yerde kültürel varlığınız diriyse, insanların zihninde canlı yaşıyorsa, oraya siz bir Türk markasını yerleştirdiğinizde zaten canlı, yaşayan bir kültürel mirasın üstüne onu yerleştirmiş olacaksınız ve orada bir tanınma sorununuz olmadığı gibi, oraya çok aşina bir şey götürmüş olacaksınız.

        Biz yanlış yerlerde mi dolaşıyoruz acaba?

        Tabii, biraz da şöyle yapıyoruz. Bu işte ‘Doğulu muyuz Batılı mıyız’ meselesi yüzünden bir karışıklık var. Zaten Türk olmak öyle bir şey. Türk olmak bütün bunlar arasındaki o muazzam sentezin merkezinde durmaktır. Türklük, Atatürk milliyetçiliğinde olduğu gibi bir ırkı ifade etmekten ziyade, kültür milliyetçiliğinin sembolünü ifade etmektedir.

        Globalleşmenin alt başlığında da acaba dünyada bir lider mi aranıyor? Amerika'da olup bitenleri düşünürsek…

        11 Eylül'den önceki Amerika, bir şekilde ülkelerin özerkliklerini tanıyan, onların kendi iç dinamiklerine bir şekilde dokunmadan politikalar üreten özellikler taşıyordu. 11 Eylül'den sonra kurulmak istenilen “dünya düzeni”, tamamen dayatmacı bir nitelik taşıyor. Tabii savaş yoluyla demokrasi getirilmesi veya savaş yoluyla insan haklarının tesisi gibi saçma bir strateji, bu sefer insanların dünyanın başka bölgelerindeki halkların; insan hakları, hukuk devleti, barış ve demokrasi gibi kavramları, adeta kendi ülkelerini işgal etmek isteyen bir “beşinci kol faaliyeti” gibi görmelerine yol açıyor. Bugün dünyadaki problem bu. İnsanların aradığı şey dünyayı yönetecek bir diktatör değil; insanların aradığı şey, dünyada yeniden herkesin eşitliğine dayanan, küçükle büyüğün; zenginle fakirin arasındaki farkı gözetmeden herkesin eşitliğine dayanan bir hakkaniyet ortamı.

        Ama tarihe baktığımız zaman düzeni sağlayan ya bir peygamber olmuştur ya bir filozof olmuştur. Hiç siyasetçi olmuş mudur?

        Dün, aynen bugün de yaşanacak diye birşey yok... Dünya artık eskisi gibi sade değil; dünya çok karışık. Dolayısıyla bir kişinin üzerinden düzen sağlamaya çalışanlar, artık dünyanın geri kalmış ülkeleri; yani Kuzey Kore gibi ya da eski Saddam rejimi gibi.. Kuzey Kore'de sadece o ülkenin liderinin propagandası TV'lerde yapılıyor, dünyada başka hiçbir şeyden haberleri yok, sadece onun hayatıyla ilgili şeyler biliyorlar. Mesela 11 Eylül'e kadar Amerikan taşrası, dünyanın geri kalanından haberi olmayan; bu kadar küreselleşmeye rağmen, dünyadan habersiz bir insan topluluğunu temsil ediyordu. Belki de 11 Eylül'den sonra yaşanan facianın şöyle bir faydası oldu; Amerikan insanları bir şekilde şunu öğrenmiş oldular: ‘Dünya bizden ibaret değil ve biz dünyada her şeyi yapmaya muktedir değiliz’.

        Siz buna kültürel kopuş ya da kırılma diyorsunuz.

        Evet, bizde böyle bir kültürel kırılma vardır öteden beri. Kendi kültürel varlığımızı doğru bir şekilde tanımlayamadığımızın en çarpıcı örneklerinden birisidir: Örneğin, RTÜK bir TV kanalına ceza vereceği zaman, ona belgesel yayınlatıyor. Düşünebiliyor musunuz; belgesel yayınlatmakmak bir ceza olarak algılanıyor. Buna cahillik demek bile nezaket sayılır...

        Sizce izleyiciye mi oluyor ceza yoksa kanala mı?

        Tabii ki izleyiciye oluyor. RTÜK bir kanala ceza vermek istiyorsa, şöyle bir belgesel yayınlatabilir: RTÜK'ün tarihi ya da YÖK'ün tarihiyle ilgili. Bir de aynı belgeseli sürekli yayınlattırıyorlar. Eğer bunu bir ceza yöntemi olarak düşünüyorlarsa, bari bunu düzgün yapsınlar; özellikle BBC'nin yaptığı çok güzel belgeseller var, bunların içerisinden 100 tanesini seçer; kanal istediğini yayınlar. Belgesel bugün global kültürün en önemli araçlarından, en önemli bilgilendirilme mekanizmalarından bir tanesi; bu bizde ceza yöntemi olarak kullanılıyor. Bu aynı şuna benziyor: Rodin'in “Düşünen Adam heykeli” Batı’da büyük üniversitelerin bahçesinde dururken; bizde ruh ve sinir hastalıkları hastanesinin bahçesinde duruyor.

        Çünkü düşüne düşüne bir şey yapamıyoruz ve sonuçta aklımızı kaçırıyoruz; öyle mi?

        Hatta biz düşünmeyi tehlikeli buluruz. Bir çocuk fazla dalgınlaştığı zaman, büyükleri, fazla düşünme diye uyarırlar. Düşüncenin tehlikeli olduğu yönünde ustaca yönlendirdiler: tv’ler, bir örgüt evi basıldı diye yayın yaparlardı, yakalanan malzemeler olarak da önce kitapları dizerlerdi; onun önüne silahları koyarlardı. Yani kitap tehlikelidir. Belki bu yüzden, kendi dilimizde yazan, çok değerli bir yazara Nobel ödülü verilmesinin tadını bile çıkaramıyoruz...

        Sizin söyledikleriniz bana "Kalem, kılıçtan keskindir" atasözünü hatırlatıyor. Sizce bir yazı yazsak herhalde bir savaştan daha etkili bir şey yapabiliriz, değil mi?

        Fransızlar Cezayir'de soykırım yaptığında, Sartre gibi aydınlar büyük bir cesaret ve onurla kendi vatandaşlarını, Fransızlar’ı suçladı. Bunun üzerine Sartre’i hain ilan etmeye yeltenenelere karşı, generel De Gaulle çıktı ve “Sarte, Fransa'dır" dedi. Ve, kültürel linç kampanyasını engelledi.. (Bu noktada, Çukurovalı bir siyasetçi olarak, Zülfü Livaneli’nin, Çukurova’nın büyük yazarı Yaşar Kemal için söylediği, “Yaşar Kemal, Türkiye’dir” sözünü selamlıyorum.) Bir devleti büyük şey yapan, budur. Nobel ödülü kazanmamızın tadını çıkaramamızın acı tarafı budur.

        Niye çıkaramıyoruz bunun tadını hala?

        Hala bu tarihsel kamplaşma devam ediyor.

        Biliyorsunuz Orhan Pamuk bugün Nobel Ödülü’nü alıyor. Bir politikacı olarak neler hissediyorsunuz?

        Türk olarak onur duyuyorum. Kutluyorum. Bence Türkiye ve Türkçe için büyük bir onur. Tebrik edilmesi ve sevinilmesi gereken bir durum. Fakat biz bunu hemen siyasi bir takım unsurlara bağladık. Mesela hatırlayalım Mısırlı Yazar Necip Mahfuz Nobel aldığında hemen hemen aynı eleştirilere muhatap olmuştu, aynı tartışmalar çıkmıştı. Bir millet olarak Türkçe bizim sembolümüz ve bayrağımızdır. Türkçe yazan bir yazara dünyanın en büyük ödülü veriliyor. Şimdi bizim bunun keyfini çıkarmamız gerekirken, bundan sonra Türkçe'nin daha dünya dili olması konusunda önümüzü açan bir unsurken, bu konuda bile kamplaştık. Tadını çıkarma hususunda kendi elimizdeki imkanları, kendimiz heba etmeye kalktık.

        Aslında bize gelinceye kadar da dünyadan çok tepki geldi. Mesela Fransızlar bahis oynamışlar... Bu her konuda oluyor. Mesela Türkiye AB konusunda bir adım atıyor. AB'den şu tip mantıklı sesler çıkıyor. Diyorlar ki, 'Türkiye'de bazıları bu adımdan yana ya da bu adıma karşı...' O zaman şöyle yapalım ya da böyle yapalım. Bence bunları bırakıp kendi yolumuza bakmalıyız. Bu noktada, hem Orhan Pamuk'u; hem de aldığı ödülü Türkçe adına, kendi kültürümüz adına selamlamak en doğru iştir.

        Konuşmanızda siyaset ve edebiyat ilişkisinden söz ettiniz. Sizce bir edebiyatçı, siyasetçi olmak zorunda mı?

        Hem değil; hem de siyasetin, edebiyatı eğitme gibi bir görevi yok. Tam tersine edebiyat, alabildiğe bir hürriyettir ve kimsenin onu eğitmek gibi bir cüreti söz konusu olamaz. Dünyada zaten düşünebilecek en saçma şeydir. Bir siyasetçi, “Orhan Pamuk’un ödül alması iyi oldu ama onu siyasi konularda eğitmeliyiz” dedi. Bu Stalinizmdir. Siyaset ve devlet için edebiyat yaratmanın en vahim örneği Stalin dönemidir. Siyaset edebiyatı eğitmez, siyasetin haddine düşmez bu. Edebiyat, siyaseti eğitir.

        Kalem, sonuçta düşüncenin yazılı hali.

        Tabii, iktidar kuvvetinin, bu kadar özgür bir alanı eğitmesinden bahsetmek zaten kendi içinde saçma bir şey. Bunun konuşulması bile çok mantıksız.

        Ama diyorlar ki, edebiyatta sivrilmek istiyorsanız bu dönemde yapacağınız en iyi şey, politikaya değinmek; ülkeyi eleştirip; dünyanın standartlarına göre yazılar yazmak... Sanatçının özgür alanına karışamayız; ama sanatçı bir yandan kendi köklerinden; kendi kültürel birikiminden; kendi tarihsel kökenlerinden güç alırken; aynı zamanda bunu dünyanın anlayacağı dile de çevirebilmeli diye düşünüyorum ben. Özellikle bunu müzik konusunda açıkça görüyoruz. Çünkü siz ne kadar farklı bir müzik yaparsanız yapın; bugün metropolde yaşayan insanlar, dünyanın her tarafında yaşayan insanlar, İstanbul'da da New York'ta da aynı metropolün gerilimini, aynı metropolün tınılarını ortak yaşıyorlar. İster istemez müzik buna hitap ediyor. Siz başka bir zamanın çok kaliteli bir müziğini, bu insanlara dinlettiğinizde onların içinde yaşadığı metropolün gerilimi yüzünden değişen zevkleri o müzikle irtibat kurmak konusunda zorlanıyor. O zaman onu, bugünün gerilimine tercüme ettiğinizde daha kolay anlaşılır bir hale geliyor. Bu tabii bir yandan o müziğin bugün de yaşanmasını; o birikimin bugünde de devam etmesini sağlayabildiği gibi, bu birikimin geleneksel dinamiklerinden taviz anlamına da gelebiliyor. Dolayısıyla da burada bir yandan sanatçının özgürlüğüne saygı duymak lazım; bir yandan da bu kültürü tüketen tüketicinin zevklerini dikkate almak lazım. Tabii sanatçının özgürlüğüne saygı duymak mutlak anlamda üretilen her sanat ürününü, sırf üretildiği için selamlamak anlamına gelmiyor. Tüketicinin taleplerine saygı duymak da, her tüketilenin mutlaka kaliteli ve değerli olduğu anlamına da gelmiyor.

        Edebiyatla ilgili olarak insanların doğru yönlendirildiğini düşünüyor musunuz, yani yazılı ve sözel basın olarak. Yeterince edebiyata yön verecek bir medyaya sahip miyiz?

        Tabii, bizim bu konuda çok kadirşinas olduğumuz söylenemez. Siyasetçilerimizi, devlet adamlarımızı tarih boyunca çok önemsiyoruz; ama çok kısa zaman dilimleri hariç, kültürel varlığımızı besleyen aydınlarımızın, sanatçılarımızın değerini bilmekte zorlanan bir toplumuz. Halbuki millet olarak devamlılığımızın en büyük unsurlarından bir tanesi aydınlar ve sanatçılardır. Tabii bunun eğitimle ve Türkiye'nin kültür politikasıyla ilgisi var. Ama bu konuda ben çok kötümser değilim. Kötümser de olmamak gerekir. İzleyebildiğim kadarıyla belki performans yeterli olmayabilir ama bu konuda toplumun doğru bir yolda ilerlediğini düşünüyorum.

        Edebiyata ilginiz olduğunu biliyoruz, bu konuyu biraz açar mısınız?

        Siyasi yoğunluğum, yazıyla temasımı büyük oranda kesiyor. Edebi nitelikli diyebileceğimiz yazılar yazmak zaten özel vakit istiyor. Ama bunun şöyle bir tarafı var tabii. Yazı, kendisini yazara yazdırır. Demek ki bizim siyasetle ilgilenme biçimimizde, toplum olarak, hatta olarak siyasetçi duruşumuzda ortamdan kaynaklanan yanlış bir taraf var ki, siyaset, bizi pek çok şeyden biraz uzaklaştırıyor. Belki de siyasetçilerin hayatının genel olarak Türkiye'de çok renksiz olmasının temel sebeplerinden biri budur. Dolayısıyla edebiyatla, sanatla, müzikle hayatın çeşitli alanlarıyla süslenmemiş ve zenginleştirilmemiş bir siyasetin de, tehlikeli olduğunu da unutmamak lazım. Yani siyaset ne kadar sanatla, müzikle, edebiyatla, kültürel alanla iç içeyse, bence demokratik zihniyete o kadar yatkındır. Bunlardan ne kadar uzaklaşırsa otoriter bir zihniyete; hatta pop-faşizme yol açan bir otoriter rejime daha uygun hale gelir.

        Ömer Bey, yine sizin yazarlığınıza dönersek; siyaset felsefesicisi ve stratejist olmanız kadar; aşk yazıları konusunda da çevrenizde hayli popüler olduğunuz söyleniyor. Ne diyorsunuz?

        Aşk üzerine yazmak, aşk üzerine düşünmek bizim gibi toplumlarda çekinilecek, utanılacak, hatta ayrıksı bir şey gibi düşünülüyor. Tam tersine, yani aşk üzerine kafa yormayan, aşk üzerine konuşmayan; hatta aşk denildiği zaman dikkat kesilmeyen bir insanın sağlığından şüphe etmek lazım. Tam tersine bu hayatımızın en doğal ve hoş parçası bence.

        Aşk kavramını biraz yanlış yönetiyor olabilir miyiz?

        Tabii ama o yanlış yönetiliyor dediğinizin gerçek aşkla ilgisi yok. Bazı şeyler çok çabuk dile düşünce, çok çabuk ayağa düşüyor. Marka değerini kaybediyor. Aşk, insanı yücelten bir şeydir; sefilleştiren bir şey olamaz.

        Aşk insanı yüceltir mi diyorsunuz?

        Geçmişte dünyevi dediğimiz yani kadın- erkek aşkından yola çıkan insanların, daha yüksek bir varoluş biçimiyle kurdukları bir ilişkiye de aşk ismini vermeleri, aslında sevginin yeryüzünde kesintisiz bir biçimde dolaştığını; insanı kesintisiz bir biçimde o duraktan diğer durağa götürdüğünü, yani insanı insan yapan duraklar arasında taşıdığını gösterir. O nedenle, gerçek aşk; cesaret, tutku, onur ve yücelmenin bileşkesidir... Bu, bir erkeğin kadına duyduğu aşkta da böyle olmalıdır; daha yüksek varoluş biçimlerinde de...

        Bu konulardan genelde söz etmekten hoşlanmıyorsunuz ama son olarak, hayatınızın amacını tanımlamanızı istesem, bana ne cevap verirsiniz?

        Özgürlük, hakikatı aramak ve güçsüzlerle dayanışma içinde olmak. Hergün daha çok özgürlük. Hakikat için yorulmadan yürümek. Ve, çaresiz insanlarla kader birliği yapmak...

        Ömer Bey, son derece güzel açıklamalarınız için teşekkür ederim. Belki biraz konuyu toparlamak adına “Türkiye’nin içinde yaşadığımız dünyada hak ettiği yerini alabilmesi için önceliklerimizi nasıl ayarlamamız, nelere değer vermemiz gerekiyor?

        Ortak değerlerimiz konusunda birbirimizi hırpalamayı bırakalım. Bizi biz yapan değerleri güçlendirmek, milli stratejimiz olmalıdır. Devletin temel esaslarını ve milletin ortak değerlerini kavga değil, birleşme unsuru haline getirmeliyiz...

        Ayşe Berna Erten/ALEM

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ