Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler H. Bunu Konuşuyor Woody Allen usulü melodram

        Mehmet AÇAR / HT PAZAR

        Woody Allen çok farklı hikâyeler anlatsa da temaları pek değişmez. Aşka, peri masallarından uzak bir gerçekçilikle yaklaşır ama romantizmden vazgeçmez. Cinsel tutku, filmlerinde en gerçek ve güçlü duygudur. Öte yandan, heyecan ve çelişki dolu gençler her zaman ilgi alanına girer. Tıpkı “Cafe Society”de olduğu gibi...

        AŞK ÜZERİNE İRONİK BİR DRAM

        Bakmayın siz “Cafe Society”nin 1930’lar Hollywood’u üzerine çekilmiş şatafatlı bir dönem filmi gibi başlamasına ve öyle ilerlemesine... “Cafe Society” özünde genç insanlar ve aşk üzerine ironik bir melodram. Allen, “asıl mevzu”nun çevresine başka meseleler ve bol miktarda yan karakter ekleyerek kafamızı karıştırmak için elinden geleni yapsa da, her şey Bobby (Jesse Eisenberg) ve Vonnie’nin (Kristen Stewart) aşkıyla ilgili... Daha derinde ise filmin asıl meselesi duruyor. İnsan daha iyi bir yaşam uğruna nelerden vazgeçer, neleri feda eder?

        New York’lu orta halli bir Yahudi ailesinin çocuğu olan ve baba mesleğinden çabuk sıkılan Bobby’nin daha iyi bir yaşam için ilk yaptığı, Hollywood’da menajerlik yapan dayısı Phil’in (Steve Carell) yanına gidip iş istemek oluyor... Sonra da Phil’in özel sekreteri Vonnie’ye tutuluyor. Bobby ve Vonnie’nin arkadaşlıkla başlayan duygusal bağlarını Allen, sıcak sarı bir Los Angeles ışığı altında adeta kutsuyor. Öykünün çıkış noktası, ikisinin içindeki gençlik ve masumiyet. Bir süre sonra ikisi de farklı noktalara savruluyorlar.

        SINIF ATLAMAK İSTEYEN BİR KARAKTER

        Allen, öyküyü 1930’lar, 40’lar Hollywood filmlerinin izinden giderek erkeğin cephesinden anlatıyor... Hatta ikinci yarıda Bobby’yi “Casablanca”daki Rick karakterini hatırlatan “kalbi kırık romantik bir erkeğe” dönüştürüyor. Ama bunlar, Bobby’nin sınıf atlamak isteyen bencil bir karakter olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bobby önce kibirli dayısının kanatları altına girerek Hollywood’un sahte ışıltısını, sonra da mafya patronu abisi Ben’in (CoreyStoll) kara paralarıyla gelen gece kulübü patronluğunu tercih ediyor. Başarısını abisine borçlu olduğunu bilmiyormuş gibi davranması bir yana, yeri geldiğinde onun için kılını dahi kıpırdatmaması da çarpıcı...

        ÇEKİCİ VERONICA’NIN IŞILTISI

        Daha iyi bir yaşam için ahlaki ilkelerinden, ideallerinden asla vazgeçmeyen Marksist enişte (Stephen Kunken) ise Bobby’nin tam karşısında yer alan anahtar bir karakter. Ağzı laf yapmayı bilmeyen ama sezgisi güçlü babayı (Ken Stott) da unutmayalım. Bobby’de asıl eksik olan babasının dürüstlüğü ve alçakgönüllüğü aslında...Onu sarışın Veronica’ya (Blake Lively) çeken şey de, sadece güzelliği ve ışıltısı değil mi? Vonnie ise Bobby’ye oranla, ne istediğini bilen, kendini kandırmayan dürüst bir karakter.

        YER YER ODAĞINI KAYBEDİYOR

        “Cafe Society”, karakterler, yan öyküler ve iki şehir arasında dağılıp giden, yer yer odağını kaybeden bir film. Üslup ve anlatım olarak dağınık ve biraz kararsız. Son yıllarda biçime yönelik denemelerden uzak duran Allen, Hollywood bölümünde geniş açılı lenslerle çektiği, alan derinliği kullandığı planlarla şaşırtıyor. Ama bunu filmin bütününe yaymıyor. New York’ta ise renk ve atmosfer değiştirmekle yetiniyor. “Cafe Society” çok sevdiğim Woody Allen filmlerinden biri değil ama özellikle finali iyi bulduğumu söylemem gerekiyor. Bobby’nin annesi (Jeannie Berlin) ve babasının diyalogları ise sadece Allen’ın kaleminden çıkacak cinsten komik...

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ