Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Röportajlar Esra Bezen Bilgin: Analar baştacı içi boş bir söylem

        Ece SARUHAN / HABERTURK MAGAZİN

        Köyde geçen bir anne-kız hikâyesi üzerinden toplumsal acı gerçeklere değinen ‘Ana Yurdu’ filminin başrol oyuncusu Esra Bezen Bilgin, “Analar başımızın tacı, erkeğin yarattığı içi boş bir söylem. İçi dolu olsaydı bugün analar sürekli ağlamazdı” diyor.

        Esra Bezen Bilgin... Bütün kavramların birbirine karıştığı, kameranın karşısına geçen herkesin oyuncu olarak anıldığı ülkemizin her izlediğimde bana “Bu kadının içine Dionysos kaçmış” dedirten gerçek oyuncularından biri. Sahnede de hayatın içinde de doğal, sıcacık, samimi... Benim için varlığı kocaman bir ‘iyi ki’... Kendisiyle ‘Pencere’ adlı oyunla sahneye çıktığı Oyun Atölyesi’nde buluştuk ve hem oyunu hem de dünya prömiyerini Venedik Film Festivali’nde yapan, yerli-yabancı birçok festivalden önemli ödüllerle dönen ‘Ana Yurdu’ adlı filmini konuştuk...

        Sadece inandığı işlerde rol alan bir oyuncusun. ‘Ana Yurdu’nda oynamanı sağlayan etken ne oldu?

        Filmin senaristi ve yönetmeni Senem Tüzen’i önceden tanımıyordum. Bu, kendisinin ilk uzun metrajlı filmi. Bana senaryoyu verdiğinde gerçekten çok etkilendim. Hem konuyu hem de kendisinin dilini çok beğendim. Çok yetkin bir diyalog yazma gücü var. O dönem çok yoğundum, “Şartlarımız uyarsa çalışabiliriz. Uymazsa da bir şekilde bu filmin ihtiyacı olan bir yerde dururum” dedim, o kadar sahiplenmek istedim. Sonra şartları uydurduk ve çalışmaya başladık, 5 haftada Niğde’de çektik filmi.

        "Çukura doğru gidiyoruz"

        Filmde canlandırdığın Nesrin karakteriyle annesi arasındaki travmatik ilişki, direkt anne-kız örneği üzerinden olmasa da hayatın içinde o kadar aktif ki... ‘Elâlem ne der?” endişesiyle annesinin Nesrin’e kurduğu cümleleri bu ülkedeki kadınların çoğu mutlaka duymuştur.

        Benim annemle çok travmatik bir ilişkim yok ama dediğin gibi o kadar iyi tanıyorum ki “Bu saatte kız çocuk dışarıya çıkar mı? Tek başına sokakta yürüyebilir mi?”, “Ben sana değil çevreye güvenmiyorum” gibi cümleleri... “Elâlem ne der?” çok büyük bir hapishane!

        Filmin adı ‘Ana Yurdu’ ama bütün bu saydıklarımız ataerkil toplumun yansımaları aslında...

        Aynen öyle. “Ana kutsaldır, annemizin yeri evimizin baş köşesi, analar başımızın tacı” cümleleri de erkeğin yarattığı içi boş söylemler. İçi dolu olsaydı, bugün analar bunları çekmezdi, sürekli ağlamazdı. Kadınları yok saymak, tecavüz, kız çocuklarına kötü muamele giderek artıyor ülkemizde. Bir arpa boyu olumlu yol alamadığımız gibi sürekli geriye, çukura doğru gidiyoruz. Üstelik bütün bu şiddeti kanıksıyoruz. Bu durum beni umutsuzluğa sürüklüyor açıkçası.

        Filmde özellikle annesinin Nesrin’e “Benim bir hikâyem yok” dediği sahneden çok etkilendim. Kadın-erkek kendi hikâyesini yazanı, hayallerinin peşinden koşanı o kadar az ki ülkemizin...

        Maalesef öyle çünkü hayat çok zorlaştı. Bir düzen var, çamuru bize de sıçramasın diye elimizden geleni yapıyoruz ama en basitinden taksitle evlenerek, borç alıp ev kurarak daha çok bağlanıyoruz bu düzene. Günler hayat gailesiyle geçiyor, hayaller gümbürtüye gidiyor ve bir şekilde o çamur bize de sıçrıyor. Bu ülkede sevdiğin işi yapabilmek büyük bir lüks. İnatla, her şeye rağmen... Bırak hayal kurmayı düzen yüzünden bundan bile vazgeçen insanlar var.

        ‘TİYATRO DEĞİL , AMME HİZMETİ!’

        “Rağmenlere rağmen sevdiğin işi yapmak” denince aklıma ilk gelen türlü imkânsızlar içinde tiyatro yapan, alternatif sahneler açan insanlar...

        Ben aynı zamanda ödenekli bir kurumda da çalışıyorum ve bunun için onların mücadelesinin değerini daha farklı bir yerden de görebiliyorum. Ödenekli kurumlarda muhteşem olanaklar ve bütçe var. Ama bir yandan sansür, otosansür ve kötü oyunlar var. Dünyanın en iyi yönetmenini getirip bu kadar olanakla kötü oyun yapmayı becerebiliyoruz. Hal buyken, alternatif sahnelere gidip insanların yokluktan neler var ettiklerini görünce canım iki kat acıyor. Ödenekli kurumlarda inanılmaz oyuncuların ve bütçen olsun ama sen bunu kullanama! Kullanamaz çünkü tiyatro diye bakmıyor olaya, amme hizmeti peşinde! “Gerçek tiyatro yapayım, seyirci güzel bir tekst ve iyi oyuncular görsün” düşüncesi yok! İhaleyle dekor yapılsın, yazar alınsın, olacak iş mi bu! Tiyatronun üzerindeki baskı alternatif sahnelerin fışkırmasını sağladı. Daha da güzel işler yapacaklar!

        ‘Koflar geçici iyi oyuncular kalıcı’

        Ne zaman ekranda izleyeceğiz seni? Dizi yok mu hâlâ ufukta?

        Dizilerle tatlı tatlı flörtteyim ama yaptığım iş içime sinsin istiyorum. Kılı kırk yarıyorum.

        Ekran yeteneğinden çok güzelliği ya da yakışıklılığıyla konuşulan insan kaynıyor ve artık herkes oyuncu olarak anılıyor. Bu kadar kolay mı bu iş?

        Aslında nereye baksak güzel, bakımlı hatta zengin olmamız gerektiği bize dayatılıyor. Bu dünyanın gerçeği ve ekrana da yansıyor. Dediğin gibi herkes oyuncu. Ben bu durumu çok önemsemiyorum çünkü doğal eliminasyonla kof olanlar eleniyor. Bırak kas ünlüleri de olsun, bu işi yapmak isteyen herkes yapsın. Bu arada kasıyla başlayıp sonradan kendini geliştiren insanlar da var. Bunların hepsi ayırt ediliyor. Koflar tıkır tıkır dökülüyor, iyi oyuncular kalıyor.

        ‘Keşke hayata birbirimizin pencerelerinden bakabilsek’

        ‘Pencere’ ilişkilere kadının ve erkeğin penceresinden bakmamızı sağlayan bir oyun. Hayatın içinde en çok unuttuğumuz şeylerden biri bu; empati... Oysa birinin penceresine tıklayıp onu anlamaya çalışmak, “Gel beraber oynayalım” demek güzeldir...

        Güzeldir elbette ve empati kurmak çok da zor değil aslında. Hepimiz çocuktuk, hepimiz bir şekilde düşe kalka büyüdük. Bambaşka yerlerden gelmiyoruz. Savunma mekanizmalarımız ve blokajlarımız çok arttı. Tahammülü kaybettik. At gözlüklerimizle bakıyoruz hayata. Oysa her anlamda birbirimizin pencerelerinden bakabilsek çok daha güzel bir dünya olur. Çocuklar ölmez, ırkçılık ve yoksulluk olmaz. “Keşke” demeyi hiç sevmem ama keşke bunu başarabilsek. Bu kafayla gidersek sonunda kendi penceremizi bile açamayacak hale geleceğiz ve havasızlıktan boğulacağız.

        ‘Oyun oynamayı Haluk Bilginer kadar seven çok az insan tanıdım’

        Oyun Atölyesi’nin David Hare’in yazdığı, Birkan Uz’un yönettiği, farklı dünya görüşleri olan bir çiftin ilişkilerinin bitmesinden 3 yıl sonra yeniden bir araya gelişlerini anlatan ‘Pencere’ adlı oyununda Haluk Bilginer ve Kürşat Demir’le birlikte rol alıyorsun. Haluk Bilginer’le oynamak nasıl bir duyguymuş?

        Bu Mehmet’in (Ergen) çok sevdiği ve bana “Yapsan ne tatlı olur” dediği bir tekstti. Haluk Bilginer arayıp bu oyunda beraber oynamayı teklif ettiğinde mutluluktan uçtum. Kendisi büyük hayranlık duyduğum bir aktör. Önce “Kimyamız tutar mı?” dedim ama acayip bir şeyle karşılaştım. Ben oyun oynamayı bu kadar seven çok az insan tanıdım. Biriyle birlikte gülebilmek çok güzel, sana oyunu çıkarırken ne kadar eğlendiğimizi anlatamam. Oyuna bile “İyi oyunlar” değil, “İyi eğlenceler” diyerek çıkıyor. Sahnede de 2 muzip çocuk oyun oynamanın tadını çıkarıyoruz. Bu bonusla sahneye çıkmak müthiş bir şey. Sürekli şükrediyorum.

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ