Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Yaşam Enver Aysever, Işıl Cinmen'e yeni kitabı Kişisel Direniş Kitabı'nı anlattı ve medya dünyası hakkında çok konuşulacak açıklamalarda bulundu

        IŞIL CİNMEN

        icinmen@haberturk.com

        HABERTURK.COM

        Enver Aysever hep tartışma yaratan biri oldu.

        Kendine özgü üslubu, sert çıkışları, aykırı soruları çok konuşuldu.

        Bazıları çok sevdi, bazıları nefret etti.

        Ama öyle bir adam ki, sevmeyenleri bile samimiyetinden şüphe duymadı.

        10 parmağında 10 marifet var.

        Tiyatrocu, politikacı, yazar, meddah, köşe yazarı, sosyolog...

        Ve en önemlisi 8 yaşındaki Nisan'ın babası...

        Hepsinin hakkını vermek için çaba harcıyor, sürekli çalışıyor, kendini besliyor, üretiyor.

        Şimdi 18. kitabı çıktı: Kişisel Direniş Kitabı.

        Çok kolay okunuyor ama çok derin düşündürüyor.

        Güncel olaylardan siyasete, kişisel fikirlerden dine hayatın birçok farklı alanına bir tırmık atıyor.

        Röportaj biraz uzun sürdü.

        Ben sordum, o da sözlerini sakınmadan konuştu.

        "Elçiye zeval olmaz" diyerek aradan çıkıyorum.

        Sizinle buluşmak için hazırlanırken bir arkadaşım, "Nasıl bir adam sence?" diye sordu. "Coşkulu ve isyankar" dedim. Haklı mıyım?

        Coşkulu bir insan olmak hem yorucudur, hem yorar. Duygularımı çok yukarıda ve çok aşağıda yaşadığımı söylerler. Bir çocuğun çöplükten bir şey ayıkladığını gördüğüm anda tüm dünya avuçlarımın arasından kayıp gider, oturur ağlarım. Ya da benim kızımla aynı yaşta bir kızı olan apartman görevlimizle sohbet ederken, "Enver Bey, kızım en büyük aşkım" dediği zaman coşku duyarım. İnsanların sınıfsızca aynı şeyleri hissedebildiğini görmek beni etkiliyor. İsyana gelince... Yaratıcı insanın içinde kaynağı belirsiz bir isyan vardır. İçinde isyan taşımayan insan, hakiki olmaz.

        Bir de bitmek tükenmek bilmeyen bir özgürlük arayışınız var gibi, değil mi?

        Melih Cevdet Anday göndermesi yapmak istiyorum: "Özgürlük dediğimiz şey yaratıcılıkla açıklanır." Eser verebilme cesaretiniz ve yetiniz varsa özgürsünüzdür.

        Milyarlarca insanı dışladınız! Eser vermeyen biri özgür olamaz mı?

        Çocuk da bir eserdir; hem de doğadaki en yalın haliyle... Herkes kendi alanı kadar eser bırakmaya çalışır. Ama ben yaratıcılığın sanat ve bilimle ilintili olan tarafından bahsediyorum. Bu tip özgürlük arayışı daha çocukken insanın içinde vardır ya da yoktur; insanın mayasındadır yani... Eğer böyle bir özgürlük arayışınız varsa, "soru" ile haşır neşir olursunuz, ben de hayatımın temeline soruyu koydum.

        Ya cevaplarınız?

        Cevaplarım hakkında kimseye garanti veremem çünkü insan gelişen bir varlıktır; cevaplar değişebilir. Ama sorularım hakkında garanti veririm çünkü her sorum dikkate değerdir. İnsanı soru olarak algılarım ve ben de bir soruyum.

        "MİLLETVEKİLİ OLMAK İSTESEYDİM BU DÖNEM OLURDUM"

        Siz aynı zamanda bir politikacısınız. Politika, bu söylediklerinizle nasıl ilişkileniyor?

        CHP'de iki dönem parti meclis üyeliğim olduğu için bu kimliğimi tamamen reddedemem. Ama politikacılığı, siyasi parti içinde yapmaktan daha zengin anlamıyla kullanmamız gerekiyor. Yazar, aydın ve birey olarak zaten siyasal bir varlıktır. Geçmişte siyasi partide görev almamın nedeni Kemal Kılıçdaroğlu'nun davetiydi. Daha sonra ilişkimiz gazeteci ve siyasi parti lideri olarak devam etti ve ediyor.

        Vekil olmak ister miydiniz?

        İsteseydim bu dönem olurdum, demek ki istememişim çünkü ön seçim yapmak herkesi eşit yarışma olanağı sağlıyor; bunu kullanabilirdim. Durduğum yerden memnunum. Milletvekilliği, Türkiye'de küçümsenen bir mesele çünkü küçümsenmesi için her şey mevcut! Türkiye'de milletvekili olmak değersiz! Parlamentoya giden, sahtekarlığın, hamasetin yalancılığın içine gidiyor gibi düşünülüyor. İyi insanların gitmeyeceği bir yer gibi sunuluyor.

        Olsun, yine de parlamentoda yer alsaydınız nasıl bir rolünüz olsun isterdiniz?

        Kültür Bakanı olup kültürle ilgili faaliyetler yapsam memnun olurdum. Cumhuriyet'in kuruluşundan sonra pek çok yazar ve çizer farklı nedenlerden dolayı siyasal rol üstlenmek zorunda kaldı. Hala daha bunun aşıldığı kanaatinde değilim.

        "AHMET HAKAN FENA HALDE DENGESİZ İDEOLOJİK SAVRULMALAR YAŞIYOR"

        Aslında siz meclisi zorlayabilirdiniz çünkü çok sert ve direkt konuşabiliyorsunuz...

        Örnek verir misiniz?

        Aykırı Kumpanya... Beğendim, fakat çok çok sert buldum. Mesela orada sahneden Ahmet Hakan'a "dansöz" dediniz ve bu diyaloğa açık bir eleştiri değil. Böyle şeyleri neden yapıyorsunuz?

        Aykırı Kumpanya bir kabaredir ve ifade özgürlüğünün kullanıldığı bir alandır. Kısa zaman önce Ferhan Şensoy'a Ferhangi Şeyler'den dolayı saldırı yapıldı. Ben de orada Ferhan Şensoy'un yaptığı gibi bir tür meddahlık yapıyorum. Ahmet Hakan konusuna gelince... Orada şunu söylüyorum: "İşten kovulan gazeteciler var. Ben kovuldum davulcu oldum, Ertuğrul Özkök kovulursa stand up'çı olur, Ahmet Hakan kovulursa dansöz olur." Bu üçlemeyi arka arkaya anlamak gerekir.

        Buradan ne anlamak gerekir?

        Ahmet Hakan'ın fena halde dengesiz ideolojik savrulmalar yaşadığını ve bu sebeple de bu tür eleştirilere katlanması gerektiğini düşünüyorum. Size bunu kanıtlayacak yirmi durum sayabilirim. Bunlardan biri; Gezi çocuklarının kanı içilir vaziyetteyken bu konuda son derece saygısız tweetler atan Melih Gökçek'le kanka olup, fotoğraflar çektirmek aydın bir gazeteci tavrı mıdır? Hayır. Bu, soru sorma hakkının ötesinde bir laubaliliktir. Ya da CHP parti meclisine girdiğim zaman, kendisi Hürriyet Gazetesi'nin gücünü kullanarak, "Enver Aysever gazeteciliği bıraksın" yazmıştı. O süreçte ben gazeteciliği zaten bırakmıştım ama Hürriyet Gazetesi'nde CHP'den milletvekili olan birçok kişi vardı. Acaba kendi grubunu eleştirme cesareti olmadığı için mi bana ateş etti? Bana bu şekilde açıktan saldırmak ne kadar mertçe?

        Bir de "çanak soru" meseleniz vardı...

        Ayşe Arman, yaptığımız bir röportajda Aykırı Sorular'ın bitme nedenini sormuştu. "Çanak sorular sormadığım için herhalde, çünkü Türkiye'de soru sormak suç haline geldi" diye cevaplamıştım. Benim bu cevabım üzerine köşesinden "Enver, ben de mi çanak soru soruyorum" diye yazdı. Ahmet Hakan böyle bir şey deseydi, benim aklıma "Ben de mi çanak soru soruyorum" demek gelmezdi. Demek ki çanak soru sormuş ki rahatsız olmuş.

        "TÜRKİYE'DE DÜELLO KÜLTÜRÜ YOK, PUSU KÜLTÜRÜ VAR"

        Bunlar sizi neden kızdırdı?

        Yüzüme söyleyebileceği şeyleri Hürriyet Gazetesi'ndeki köşesinden yazıyor. Yan masanda oturan, üstelik programı yayından kalkmış biri için gazeteci olarak bu yazıyı yazar mısınız? Bu etik bir sorundur ve özeleştiri yapması gerekir. "Enver, bir cep telefonu mesajıyla kovuldu. CNN Türk televizyonuna geri dönmeli ve biz onunla yüzyüze tartışmalıyız" yazması gerekirdi. Ben onu defalarca Aykırı Sorular'a çağırdım, onun da beni Tarafsız Bölge'ye çağırıp yüzyüze tartışması gerekirdi. Böyle yapmadı çünkü Türkiye'de düello kültürü yok, pusu kültürü var!

        Kitapta, "Ekran damarlara uyuşturucu kibir zerk eder. Ekrana çıkacaklara öğüt; tarihin çöplüğüne çarçabuk gideceğinizi bilin!" diyorsunuz. Nedir bu ekran?

        Kamera önünde şöhret kazanmış arkadaşların, şöhretlerini kaybettikleri zaman neler yaşadıklarına birebir tanık oldum. Hayatta bir yedeği yoksa, çırılçıplak ortada kalıyor ve unutuluyor.

        "ENVER ÇOK KİBİRLİYDİ, MİLLETİN BURNUNDAN GETİRİRDİ DEMİŞLER"

        İnsan, kibirden nasıl kurtulur?

        Kibir fark edilmesi gereken bir durumdur. Kibirli olup olmadığını patronlarının senin hakkında ne düşündüğüyle ölçemezsin. Ben kibrimi iki yerde ölçerim: Benimle birlikte çalışan insanlar benim hakkımda ne düşünüyor? Sokakta karşılaştığım insanlarla hakiki bir ilişki kurabiliyor muyum?

        Sizinle çalışan insanlar sizin hakkınızda hep mi iyi konuşuyorlar?

        CNN Türk'te yöneticilik yapan yönetici bir arkadaşım ben oradan ayrıldıktan sonra "Enver çok kibirliydi, milletin burnundan getirdi" demişti ve benim kulağıma geldi. Bunu neden yüzüme söyleyemiyor? Benimle çalışanlar da öyle düşünüyor mu? Hiçbirimiz dünyanın en ermiş insanı değiliz. Belli noktalarda kibrimiz olabilir. Kibirli hali anlamak ve dengelemek beceridir. Milyonların gözünde önemli biri oluyorsunuz ve belli sorumluluklarınız oluyor. Giyiminize kuşamınıza dikkat ediyorsunuz, meyhaneye gittiğinizde yüksek sesle konuşmuyorsunuz. Ama düşünsel zemini olan biri zaten kolay kolay abartılı bir kibire kapılmaz.

        "HABER DÜNYASI STARLIK DÜNYASI OLDU"

        O zaman şöyle sorayım: Sizin farkınız neydi de kibre kapılmadınız?

        Ben şanslı biriydim çünkü ekrana çıkmadan uzun yıllar kamera arkasında çalıştım. Sanılanın aksine haber merkezinde değil, eğlence sektöründe çalıştım. Saklambaç, Ah Kız Vah Erkekler gibi projelerde çalıştım. Para kazanmak için ayak işlerinden yapımcılığa kadar her işte çalıştım. Bu yüzden kamera arkasını çok iyi biliyorum. Kamera önüne geçtiğim zaman, günün birinde beyaz cam ortadan kalktığında depresyona girmemek için insanın başka ölçütünün olması gerektiğini bilen biriyim.

        Bahsettiğiniz risk köşe yazarları için de geçerli, değil mi?

        Aynen öyle. Yazarlar köşelerinin gücünü kendi güçleri zannedebiliyorlar oysa o güç gazetenin gücüdür. Haber dünyası da uzun zamandan bu yana starlık dünyası! Uğur Dündar, Mehmet Ali Birand, Reha Muhtar, Ali Kırca, Fatih Portakal, Cüneyt Özdemir, İrfan Değirmenci, İsmail Küçükkaya gibi isimler, beğensek de beğenmesek de ünlü isimler. Ahmet Hakan Tarafsız Bölge'yi yaparak, ben Aykırı soruları yaparak, Fatih Altaylı Teke Tek'i yaparak, birimiz az birimiz fazla, ünlendik. Bu gücün esiri olursak ve kalıcı olduğunu zannedersek hayat zor olur.

        "KÖŞE YAZARLARININ ANORMAL BİR İKTİDAR SAHİBİYMİŞ GİBİ DAVRANMALARI İRONİK"

        Köşe yazarlığı mı daha yararlı marangozluk mu?

        Kafka, "Sandalye yapsan üzerine oturursun. Yazı kimin işine yarar ki" der. Köşe yazarlığı, yazının altında bir eylemdir, uçucudur. Köşe yazarlarının anormal bir iktidar sahibiymiş gibi hissedip, davranmaları bana ironik geliyor. Ben de dahil olmak üzere, hiçbirimizin her gün söyleyecek çok büyük fikirleri olma ihtimali yok. Haftada üç gün yazıyorum. Dördüncü gün de "Duran Zaman" diye edebiyatla ilgili denemeler yazıyorum. Mola vermem gerektiğini düşünüyorum ve mola vereceğim zamanı da biliyorum.

        Neyle besleniyorsunuz?

        Günde 150-200 sayfa kitap okuyorum ve sürekli besleniyorum. Bazı arkadaşlarımız sanki kulağına Tanrı fısıldıyormuş gibi her gün mühim şeyler söylüyormuşçasına davranıyor. Mercedes olayını bir hafta konuşur ya da Erdoğan'ın her sözünü bir hafta boyunca yazarlar. Siyaset de buna izin veriyor ama okuyucu bundan ne gibi bir fayda sağlayabilir ki? Bu durumda "köşe yazarına ihtiyaç var mı?" sorusu bence iyi bir sorudur.

        "YAZARLIĞI KUTSUYORUM VE PEYGAMBER OLARAK GÖRÜYORUM"

        Siz hayatınızı hangi yeteneğinize göre planladınız?

        Ben tüm hayatımı yazar olarak planladım. Yazarlığı kutsuyorum ve peygamber olarak görüyorum. Kendi terazimi edebiyatta ölçmeye çalışıyorum. Yaratıcı biri için kendini ifade etme alanlarını korumak adına edebiyat çok önemlidir. Köşe yazarlığı uçucu bir iştir. Günün birinde ekran ya da köşeler elimden alınabilir ama edebiyatçılığım elimden alınamaz.

        Ekranı ya da köşesini kaybettikten sonra yazmaya başlayan da çok kişi var. Onları nasıl görüyorsunuz?

        Televizyonu kaybettikten sonra "ben bir kitap yazayım" diyen çok kişi var. Araştırma kitaplarını bir kenara koyuyorum ama ben gazeteci kitaplarını çok seven biri değilim. Gazeteci ve televizyoncu arkadaşlarımın gün sonunda başkasının üzerinden güç devşirmeye kalkmamaları gerektiğini, bir emekçi olarak çalıştıklarını, gelecek şöhretin de, paranın da alkışın da hakiki olmadığını unutmamaları gerekir.

        "Hakiki" olmadığını değil de, "kalıcı" olmadığını mı desek?

        Hayır, hakiki değildir. Ancak bir aydın tavrınız olursa kökleşirsiniz. Bir televizyoncu ya da gazeteci aydın olmak zorunda değildir ama hakiki alkışı kalıcı olanlar almıştır. Onlar da aydın olanlardır. Bellekte iz bırakmışlardır. Gazetecilerin aydın tavrı ve insan hakları savunuculuğu yönünde mutlaka kendilerini geliştirmeleri gerektiğini düşünüyorum. En önemlisi de patrona, devlete ya da bir kuruma angaje olmamaktır.

        "CUMHURİYET GAZETESİ'Nİ İŞGAL EDENLERİN AR DAMARLARI ÇATLAMIŞ"

        Başarılı bulduğunuz gazeteciler kimler?

        Gazeteciler için ikircikli olduğum bir dönemdeyim. Başarılı bulduğum gazeteci arkadaşlarım çok radikal hatalar yaptılar. Ali Sirmen'i okumayı hep çok sevmişimdir. Orhan Bursalı'nın yazılarını zihin açıcı bulurum ama şu an asla Cumhuriyet Gazetesi almıyorum. Charlie Hebdo ve Mit tırları ile ilgili yaptığı haberlerden dolayı Can Dündar ve arkadaşlarının yanındayım. Eğer bir suç varsa gazeteci olarak bu suça kendimi ortak sayarım. Benim eleştirim ideolojik olarak bir gazeteyi raydan çıkarmakla ilgilidir.

        Neden?

        Eski Cumhuriyet Gazetesi'nden memnun değildim ama yenisi berbat! Radikal ve Taraf karışımı korkunç bir gazete haline geldi. Cumhuriyet'i işgal edenlerin de ar damarlarının çatladığını düşünüyorum. Cumhuriyet'in şu anki yöneticileri, medya tarihi karşısında iyi anılmayacak. Cumhuriyet'te şu an yazan yetmez ama evetçiler, liberaller çok ayıp ediyorlar. Eski Cumhuriyet'te yazıp, hala istifa etmeyen ağabeylerimizi de ayıplıyorum. İstifa edip, Hasan Cemal dönemindeki gibi "kral çıplak" demeleri gerekiyordu. Saygı duyduğumuz ağabeylerimizin topyekün Cumhuriyet'i boşaltması gerektiğini ve liberallerle okuru baş başa bırakması gerektiğini düşünüyorum. Bu özeleştiriyi yapacak cesaretleri bile yok! Özür dileyip evde oturmalıydılar. Bunu yapamayacak kadar kibirliler.

        "BU RÖPORTAJDA ONDAN BAHSETTİĞİM İÇİN ÇOK MUTSUZUM AMA..."

        Başarılı bulduğunuz yazarlardan bahsediyorduk... Kendinizi de dahil edin ve nedenleriyle söyleyin lütfen.

        Ben bir denemeci ve üslupçu olmaya çalışıyorum; en azından dil lezzetini karşımdakine vermeye çalışıyorum. Ahmet Hakan özgün bir şey yapıyor; yaptığı küçük bölümler okuma lezzeti verir. Yılmaz Özdil'in ironisi ya da rahmetli İlhan Selçuk'un yaptığı gibi günü özetleyen kısa kısa fıkra yazıları beceri isteyen işlerdir. Tuğla gibi uzun lakırdılardansa bunlar okuyucuya lezzet verir. Buna entelektüel okuyucu da ihtiyaç duyabilir.

        En başarılı bulduğunuz televizyoncu kim?

        İrfan Değirmenci ve eski Okan Bayülgen. Gece Kuşu'nda çok özgündü. Çalışkan dönemlerinde Ahmet Hakan'ın iyi bir programcı olduğunu düşünüyordum ama şimdi tembel olduğunu ve cepten yediğini düşünüyorum. Ekran için avantajlı olduğunu da itiraf etmeliyim. Siyasal İslamcı olup da tutturabilen tek isim; onlar genelde tutturamaz. Bu röportajda ondan bahsettiğim için çok mutsuzum ama iki yüzlülük yapamam.

        "İNSANIN TANRISI VİCDANDIR"

        Kitapta bölüm bölüm geri dönüşlerle din konusu açmışsınız, hatta Tanrı'yla sohbetleriniz var. Ateist misiniz?

        Bu soruya cevap verecek konumda olan biriyim çünkü kendi kimliğimi ortaya koyma noktasında bir çekincem yok. Arap Alevisiyiz ama bunu kültürel olarak söylüyorum. Ben insanın Tanrı'sının vicdan olduğuna inanıyorum. Kendi davranışlarımı bir Tanrı'nın varlığı ya da yokluğu üzerine biçimlendirecek biri değilim. Tanrı korkusu üzerinden bir davranıştan vazgeçmek aslında o davranışı yapmak demektir. Tanrı'dan korktuğunuz için bir kadına tecavüz etmiyorsanız, aslında o kadına tecavüz etmişsiniz demektir. Tanrı'dan korktuğunuz için çalmıyorsanız, aslında çalmışsınız demektir.

        "İnsanın Tanrı'sı vicdandır" Cemal Süreya'nın bir sözünü hatırlattı bana.

        Evet, Cemal Süreya'nın tavrı benim tavrıma yakındır; "Herkesin bir Tanrısı vardır ve onunla ölür" der. Tanrı sevgisi de bana tuhaf gelir. Soyut bir kavrama sevgi beslenilmez, anlamaya çalışılması gerekir. Bir olguyu anlamak ve sevmek arasında fark vardır. İnsan evrenin nasıl yaratıldığını bilmediği için sorular sorar. Bu sorular üzerinden etik öğreti bulur, buna inanır ve ruhunu ıslah eder. Bu anlamlıdır. Kulaktan dolma bilgilerle bir sevgi üretmek önce kendinize yalan söylemektir ve inandığınız Tanrı'ya da haksızlık etmektir.

        "BAŞARISIZ BİR ÖĞRENCİ, ŞAİR OLMAK İSTEYEN BİR ÇOCUKTUM"

        Bu kitapta sistemle ilgili sorgulamalar da var. Okullar için "bir çeşit cinayet" demişsiniz, "yarı açık cezaevi"ne benzetmişsiniz. Nasıl bir öğrenciydiniz?

        Mutlu bir çocuk olmama rağmen okul anılarımın neredeyse tamamını hüzünlü ve acılı hatırlarım. Yatılı değildim, ama yatılı bir okulda, Göztepe Pansiyonlu İlkokulu'nda okudum. Arkadaşlarımın anne babaları ya ayrılmıştı ya da ölmüştü. Çevremdeki hikayeler anne ve babaya özlem duyulan, hüzünlü hikayelerdi. Ben sevgi dolu bir ailede büyüdüm, ama bunlara tanıklığımdan dolayı yüreğimde acıyı hissederdim. Başarısız bir öğrenciydim. Şair olmak isteyen bir çocuktum. Kendi dünyamda başarılı olduğumu düşünüyordum ama sistem beni bir türlü içine alıp, ödüllendirmiyordu. Anadolu lisesini ya da kolejleri kazanamamıştım. Sıradan bir okulda sıradan biriydim. Üniversiteyi ise 4. yılımda kazanabildim. Köksal Toptan, kanun hükmünde bir kararname çıkarmıştı öylelikle üniversiteye gidebildim. Mimar Sinan Üniversitesi'nde Sosyoloji okudum. Öğrenci olarak başarısız bir örneğim. Hep kitap okudum, kötü bir insan olmadım, hep dayanışmanın içindeydim ve iyi bir ailede yetişmiştim. Bunların yanında sistemin neden bana yer vermediğini çok düşündüm. Bu pek çok insan için sorundur. Yaratıcılıkla ilgili hiçbir analiz yapılmasına izin verilmeyen bir yapı var ve tek tip insan yetiştiriyorlar. Diğer taraftan eğitimciler de niteliksiz çünkü soluk alacak zamanları yok.

        Kızınız Nisan 8 yaşında, onun okula gitmesi hakkında ne hissediyorsunuz?

        Çocuğumun yarışmacı bir sistemin içinde yarışmacı olmaması için uğraşıyorum ama yarışmacı bir sistemde yarışmacı bir okula gidiyor. Okulun müdürüne, öğretmenine ve kızıma yarattığım alanda telkinde bulunuyorum ama bu da ayrı bir saçmalık oluyor. Öğretmen ve müdür bu adam deli ya da aykırıdır diyerek "hı hı" diyor ama yine bildiklerini yapıyorlar. Kızım da yanındaki çocuklar bu ihtirasta olduğu için eksik hissetmemek için emek sarf ediyor. Böyle tuhaf ve paradoksal bir durum var.

        Erkin Koray da benzer sebeplerle kızını okula göndermemişti.

        Bu da doğru değil... Hatta çocuğa haksızlık. Onun öğrettiği öğretinin doğru olduğu nereden belli?

        "BU ÜLKE BENİM EVİMDİR"

        En sevdiğiniz ülke hangisi?

        Elbette Türkiye!

        Bu soruyu herkese sorarım. Kimse sizin kadar içten "Elbette Türkiye!" dememişti...

        Ben burada doğdum ve toprakla insan arasında ilişki vardır. İstanbul'un balığını, sokaklarını karış karış kokusuyla bilirim. İlk defa burada aşık oldum, acı çektim, buranın barlarında çaldım, tiyatro yaptım, alkışı gördüm, kederlendim ve meyhaneye gittim. Hem Kadıköy'de hem Bakırköy'de büyüdüm. İstanbul ve benim aramda kaçınılmaz bir bağ var. Ben bu memleketin çocuğum. Antakyalı bir ailenin çocuğuyum. Orada yaşamadım ama gittiğimde dedemin mezarının üzerinde Enver Aysever yazıyor. Konuşmayı bilmem ama orada konuşulan Arapça kulağımdadır. Orada da köküm vardır. 37 yıldır Datça'ya giderim. Datça'da da köklerim vardır. Palamutbükü'nde denize girmezsem denize girmiş gibi hissetmem. Bir insan toprağıyla bu kadar iç içe olduktan sonra nasıl sevmez! Bu ülkenin insanıyla kavga ediyorum, dövüşüyorum ama bu ülkenin insanına bakarak insan olmayı öğrendim. Bu ülkenin dilini konuşuyorum. Bu dil yoksa ben de yokum. Dil, anne sütü kadar kutsaldır. Arapça da, Kürtçe de, Türkçe de kutsaldır. Türkçe gelişmiş bir dildir ve ben de iyi kullananlardan biriyim. Bu dille meramımı anlattım, sevdim, seviştim. Kırığıyla, döküğüyle memleket sevgisi budur. Herkes evini sever. Gecekonduda oturanın evi kırıktır, döküktür ama evini sever. Bu ülke de benim evimdir. Türkiye'nin insanıyım.

        KISA KISA

        Burcu: Yengeç

        En sevdiği yazar: Melih Cevdet Anday, Milan Kundera

        Defalarca okuduğu kitap: "Melih Cevdet Anday'ın deneme kitaplarını döne döne okurum"

        Defalarca izlediği film: Amadeus/Milos Forman

        En çok kullandığı kelime: Esrik

        En nefret ettiği kelime: Trend

        En sevdiği yemek: Balık, Lüfer

        En sık gittiği restoran: Beylerbeyi İskele Balıkçısı

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ