Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Gündem Medya Kelimelerin efendisi

        PINAR ERBAŞ / HT PAZAR

        Ali İhsan Varol'un sunduğu Kelime Oyunu, yeni yayın döneminde Show TV'de. Üstelik artık günün birincisi ödülünü alıp gidiyor. Yarışmanın ne kadar sevildiği, izlendiği malum. O halde ekranların beyefendi sunucusu İhsan Varol'u yakından tanımanın da vaktidir...

        Beraber üçüncü röportajımız. Daha önce parça parça hayatının belli bölümlerini konuşmuşluğumuz var. Eh satır aralarını da ben biliyorum. İstedim ki bu sefer baştan sona anlatsın, daha yakından tanıyalım.

        Çerkesmişsin...

        Evet. Baba da tarafı da annemler de Çerkes.

        Ne zaman gelmişler?

        Çok olmuş. Mübadele zamanı.

        Hiç çıkarmadığın yüzüğünün dedenlerle bir ilgisi var sanırım.

        Evet. Babamın dedesi Osmanlı topraklarına ilk gelen kişi. Onun mührü. Üstünde ismi ve doğum tarihi yazıyor.

        Peki karakterinde Çerkeslik var mı?

        Çerkesce bilmiyorum. Dil bilmeyince de o kültürden fazla yararlanamıyorsun. Ama Çerkesler neşelidir; görüyoruz düğünlerde, bayramlarda... Bana da etki etmiştir muhtemelen.

        'ANTROPOLOJİ OKUMAK İSTİYORUM'

        3 üniversiteye girip bırakmışlığın var. "Kafama yatmadı, aradığımı bulamadım" diyordun.

        Aslına bakarsan beceremedim de.

        Nasıl yani?

        Okuyamadım işte. Başarılı olamadım. Kimileri beni tatmin etmedi kabul, ama mesela tarih bölümünü gayet de sevmiştim. Ama o dönem işe başlamıştım. Hem çalışıp hem okuyanlar var ama ben yapamadım.

        Çalışmak daha mı ağır bastı?

        O günün şartları bunu gerektirdi, diyeyim.

        İsteyip de bırakmak zorunda kalmak fenaymış.

        Yok yahu. İşi o kadar dramatikleştirme. "Okutmadılar" gibi bir durum değil benimki. "Çok istiyorum" desem ille yardım eden bir adam çıkardı. Biraz kendi seçimim oldu.

        Sonuç itibariyle hangi bölümlerden geçtin.

        Astronomiyle başladım, tarih, ardından kamu yönetimi.

        Astronomi ne alaka?

        Çocukluk hayali. İlk gençlik yıllarımda Türkiye'de pek de ayakları yere basan bir bölüm olmadığını fark etmiştim ama özellikle lisede neredeyse okulla hiç ilgilenmediğim için istediğim başka bir bölüm tutturamadım.

        'ORASI BİRAZ KARIŞIK'

        Sonra?

        Ankara'daydım. 6 ay sonra okulu bırakıp başka işlerle uğraştım. Çalışmanın, kendi kiranı, elektrik faturanı ödemenin ne demek olduğunu öğrendim. Barmenlik yaptım. Bir dönem sanat galerisinde çalıştım. Garsonluk, çok kısa bir süre şoförlük, işletmecilik... Hepsini denedim...

        Sanat galerisi enteresanmış.

        Orası biraz karışık. Eskiden içki ruhsatı almak çok zordu. Ama sanat galerilerinde içki ikram edebiliyordun. Dolayısıyla insanlar galeri adı altında bar işletiyordu. Onlardan birinde çalıştım.

        O kadar 'düzgün insan profili'n var ki, insanlar bu anlattıklarına çok şaşıracak.

        Yazma zaten. "Bak bu da okumamış, ne var ben de bırakayım" diyecekler. Kötü örnek olacağız.

        Ne alakası var? Övündüğün bir şey değil ki bu.

        İyi peki.

        Hali hazırda tekrar okumak istediğini de söylemek ister misin?

        Evet tabii. Eğer bir fırsatını bulursam antropoloji okumak istiyorum.

        Hayırlısı.

        Yok yok çok istiyorum.. Sevdiğim bir dal.

        'ÇARLİ'NİN BAKICILIĞINI YAPTIM'

        Peki ailen sen her okulu bırakışında "Ne olacak bu çocuğun hali" diye endişelenmiyor muydu?

        3 erkek çocuğuyuz. İlgi ister istemez bölünüyordu. Bir de kendimi idame ettirebildiğim için pek bir sıkıntı olmadı.

        Böyle ne kadar devam etti?

        2 sene. Sonra Bodrum'a gittim.

        Oh mis!

        Değil işte. Öyle sürekli denize girip çıktığımı sanıyorsun. Aksine tatile gelenlere hizmet ediyordum.

        N'apıyordun?

        Otomobil kiralama. Sabah 8'de ofisi açıp akşam 11'de kapatıyordum. Bodrum'un kışını da görme fırsatım oldu. Bak o tatil gibiydi. Kimse yok, ıssız.

        Sonra?

        Ankara'da tanıştığım birkaç oyuncu arkadaşım vardı. Çoğu çalışmak için İstanbul'a gelmişti. Bir tanesi dizisinde yapım şirketinin prodüksiyon asistanı aradığını söyledi. "Ne istiyorlar" diye sordum. İşte araba kullanabilsin, sağa sola gidebilsin, anladığını gidip anlatabilsin... "Yaparım" dedim. Çalışmaya başladım. Sonra iş devam etti. Meslek haline geldi.

        Çarli dönemine geliyor muyuz?

        2 buçuk sene sonra o. Çarli dizisinde yine prodüksüyon asistanı olarak çalışıyordum. Sonra Tansu Çiller dönemi, 5 Nisan kararları çıktı. Kriz vardı memlekette. Ki ilk eğlence sektörünü vurur... Yanılmıyorsam 200'ü aşkın yapım şirketi iflas etti. Çarkıfelek, ana haber, ardından tekrar filmler akışında ilerliyordu televizyonlar. Hiçbir şey yapmıyorduk. Çarli'nin Amerikalı terbiyecisi de ülkesine gitti. Fakat öncesinde çalıştığım yapım şirketi "İş nasıl olsa devam eder' diye Çarli'yi satın almıştı. Dolayısıyla hayvan bize kaldı. Bakıcılığını da bana teklif ettiler. İş güç yok tabii o sıralar. "Olur" dedim.

        Hakikaten beni gördüğünde seviniyordu hayvan. İyiydi aramız.

        Yani n'apıyordun tam olarak?

        Yemeğini veriyordum, temizliğini yapıyordum, 1-2 saat oynuyordum, gezdiriyordum. Sonra geri yerine koyuyordum. Her gün böyle bir mesaim vardı. Sonra teklif geldi Çarli'ye. Bu sefer getir-götürü bana düştü. Bir adım sonrası "Eğitimcisi olur musun" dediler. Bir deneyelim diye o işe de girdim. Baktım sözümü dinliyor... 1 buçuk sene boyunca tiyatro, dizi yaptık beraber.

        'KENDİMDE BİR SÜRÜ HATA BULUYORUM'

        Geriye dönüp baktığında yaşadıkların çok fantastik gelmiyor mu?

        Dışarıdan bakınca şaka gibi tabii. Ama çok akıllı bir hayvandı. Eğleniyorduk.

        Sırf bu da değil, sen uzun bir dönem kafana estiği gibi yaşamışsın...

        Çok sıkıntılar içinde bir hayat geçirdim diyemem ama öyle günlük güneşlik bir durum da yoktu. Aslına bakarsan karşıma çıkanlardan yapabileceğime en çok inandıklarım bunlardı. Yoksa rahatın, beni sıkıntıya sokmayacak olanın peşine düşmedim. Bir de hakikaten kimse kimseye kolay para vermiyor. Her iş zor.

        Kamera önüne geçme hikâyene gelelim...

        Uzun süre işsiz kaldım. Sonra bir magazin programında metin yazarlığı yapmaya başladım. O sıra Kelime Oyunu'ndan teklif geldi. İş yeniydi, soruları hazırlamamı istediler. Kanallara yollamak için bir deneme kaydı çekecektik. Sorulara hakim olduğum için sunuculuğuna ben geçtim. Ekiptekiler de yarışmacı. Sonra kanal izlemiş, "Sunucu bu olsun" demişler. Tesadüfen gelişti yani. Bence onlar bile farkında değillerdi yaptıklarının.

        Peki sen yapabileceğine nasıl ikna oldun?

        Öyle bir şey olmadı. Fırsattı benim için, bir deneyeyim diye girdim. Hâlâ da bu konuda çok iddialı değilim. Kendimi izlememeye gayret gösteriyorum mesela. Bir sürü hata buluyorum.

        'HAFTANIN 6 GÜNÜ, GÜNDE 4 SAAT, 70 SORU HAZIRLAMAKLA GEÇİYOR'

        İlk ekrana çıktığında sene kaçtı?

        4 buçuk sene oldu.

        Sorular hâlâ sende değil mi?

        Evet. Günde 4 saat toplam 70 soru hazırlamakla geçiyor. Haftanın 6 günü böyle. Zaten işimin en zor kısmı o.

        Neden bu konuda yardım almıyorsun?

        Denedim. Yarışmalarda başarılı olan iki arkadaşı ekibe katalım istedik. Zehir gibiydiler çok da faydalarını gördük. Ama 2 buçuk ay... Çünkü daha sonra yaşanan rutin deviriyor bu arkadaşları. Kendilerini tekrar etmeye başlıyorlar.

        Sen n'apıyorsun peki?

        Kelime aynı, sorusunu değiştiriyorum. Hâlâ tek tük yeni şeyler çıkabiliyor ama çok az.

        Peki bu rutinin nasıl bir mesleki deformasyonu var?

        Bir süre sonra her şey aynı gelmeye başlıyor. "Bu sorunun benzerini sormuştum" diye sanki birinin hakkını gasp ediyormuşum gibi düşünüyorum. Bir yarışmacı gelse ve "Ben bu soruyu daha önce duymuştum" dese hakikaten çok kötü hissederim kendimi. Hatta Doğru mu Yanlış mı diye yeni bir programa başlama sebebimiz oydu.

        Arada bir de öyle bir iş var değil mi?

        Evet. Kısa süreli bir maceraydı.

        Neden? Başka bir programda izlemek istemiyorlar mı seni?

        Yok, o sıra kafam çalışmadığı için böyle oldu.

        Estağfurullah!

        Yok yok öyle. Kelime Oyunu'nun sıkı takipçileri "Yeni bilgiler öğreniyoruz, çok hoşumuza gidiyor" diyordu hep. Ben de en önemli etkimizin bu olabileceğini düşündüm. Aynı amaçla Doğru mu Yanlış mı'ya giriştik. Yine soru soruyorsun, yine yeni bilgiler. Ama öyle değilmiş.

        Yani?

        İnsanlar başka bir kanalı izlerken bizi açıp, bir yarışmacıyla yarışıp sonra tekrar dizilerine dönebiliyorlar. Hızlı ve cevval bir yarışma olmasıymış insanları cezbeden. Doğru mu Yanlış mı'da bu yoktu, baştan sona izlemen gerekiyordu. Aslında haksızlık etmeyeyim, yavaş yavaş kıvamını bulmaya başlamıştı ama bir gün bir telefon aldık.

        Kimden?

        İzmir'den bir hanımefendi. "Eşim iki sene önce Alzheimer oldu. Bazen kelimelerin anlamlarını karıştırıyor. Gözlüğe telefon, sigaraya patlıcan dediği oluyor. Fakat Kelime Oyunu ona çok iyi geliyordu. Tedavi sürecine de faydalıydı. Rahatlamıştık. Eğer bir daha yayınlamayacaksanız bana birkaç dvd'sini gönderebilir misiniz" dedi. Artık o saatten sonra başlamamak ayıp ve günah olmaz mıydı sence? 1 buçuk hafta içinde geri döndük.

        Bir telefonla...

        Başka nedenleri de vardı tabii ama itici güç o telefon oldu.

        Başka nedenler?

        Attan inip eşeğe binmiş gibiydik. Evet gelişiyordu ama hiçbir zaman o Kelime Oyunu'nun sıcaklığını yakalayamayacaktı.

        Amma da açıksözlüsün..

        Tuğla gibi ortada gerçek. Neden saklayayım.

        Hakikaten Kelime Oyunu'nda çok samimi bir ortam var. Sizi hazırlanırken de görüyorum; yarışmacılar dolmalar, börekler getirmiş. Sohbet gırla...

        Aynen öyle. Mesaimin ikinci kısmı; yani sunuculuk yaparken bana hiç çalışıyormuşum gibi gelmiyor. Her gün 5 yarışmacı, artı yakınları derken bir sürü insanla tanışıyorum. Belli bir alışverişin var ama iki tarafı da sıkıntıya sokmayan türden. Yani ben bu adamı kazıklıyor muyum ya da o mu beni kazıklıyor, gibi bir durum olmadığı için herkes yaptıklarında samimi...

        'ARTIK HER GÜN ÖDÜL VERECEĞİZ'

        Bir de sizde birbirlerinin gözünü oymak isteyen yarışmacılar yok...

        Ortada hayatını değiştirecek kadar büyük bir para ödülü yok çünkü. Bak aslında o da işin samimim olmasında bir etken. Hakikaten yarışmayı sevenler geliyor. Gerçi artık her gün ödül vereceğiz. Gün birincisi ödülünü alıp gidecek ama yine de çok büyük bir meblağ vaat etmiyoruz. O günü bize ayırdığına atfen bir ödül.

        Kimler izliyor sizi?

        Bulmaca sevenler bayılıyor. Gelen genç insanların da neredeyse yüzde 80'inin söylediği bir şey var; "Dedemin evinde tatildeydim. Hep bu program açıktı. Ben de izleye izleye alıştım" diye.

        Kendini başka bir iş yaparken düşünebiliyor musun?

        Düşünebilirim. Rahata alışıp onu bırakamayanlardan değilim. Hayat şartlarımı farklı bir rutine çekerim olur biter.

        Şunun için soruyorum; yaptığın işle o kadar özdeşleştin ki... 70 yaşında da Kelime Oyunu'nunun sunucusu mu olacaksın acaba?

        Bilmiyorum ki. Şu an yaptığım işten keyif alıyorum. O bir gerçek. Güzel şeyler yaptığımı da düşünüyorum. Sadece kendime ayıracağım biraz daha fazla zamanım olsun isterdim.

        O kimse de yok...

        Var, görüyoruz! Ki kendine zaman ayırabilmekten kastım hafta sonu Bozcaada'ya kaçmak değil.

        Başka meşgalelerle ilgilenmek. Zaten tek tatil günüm var; onda da tırnaklarımı mı keseyim, sakalımı mı keseyim?

        Sakalını kesmemen lazım sanırım, çünkü o zaman çok değişiyormuşsun. Kimse seni tanımıyormuş.

        Tanınmamanın ötesinde, "Bir an önce uzat" diye bağırabilirsin. O kadar korkunç oluyor.

        'VAZİFE NAMUSTUR BENİM İÇİN'

        "Şanslıyım" diyebilir misin?

        Kesinlikle. Zaten şans çok önemli bir faktör. Doğru zamanda doğru yerde olmak... Hani bir de çalışkanım. Vazife namustur benim için. Ne yaparsam yapayım işimin peşine düşüyorum. Savsaklamıyorum.

        Yarışma esnasında birine "Çok iyi gidiyorsun" deyince hemen işler tersine dönmeye başlıyormuş.

        Öyle bir algı var hakikaten. Ama içinde bulunduğumuz durum her an değişkenlik gösterebilir, sonuçta bir yarışma. Bunun için o an en yakınınızdakini suçlamaya gerek yok. Ki benim gibi tüm açık renk gözlüler yaşıyordur; "Ay açıkgözlüsünüz, sizin nazarınız değdi" deniyor hemen. Var mı böyle bir şey? Öyle bir gücüm olsa giyerim pelerinimi, süper kahraman diye dolaşır canımı sıkan biri olunca da bakarım, nazarımı da değdiririm olur biter.

        Başka konuşulan ritüellerin de var. Her soru öncesi "Buyursun gelsin" demeler, tuttuğun kartona attığın okkalı fiske...

        İlk başladığımda ürkektim. Elimi kolumu nereye koyacağımı bilmiyordum. Elimde de kart var. Ondan destek aldım. Öyle de devam etti. Yoksa kurguladığım şeyler değil bunlar.

        En sevdiğin yarışmacı tipi?

        Öyle bir ayrımım yok.

        Hepsi çocuğun gibi mi?

        Hayır ama bir sürü değişik karakter var. Kimi çok heyecanlı geliyor ama o paniği sempatik görünüyor. Yakışıyor. Kimi de Yusuf Dinçer gibi durağan bir şekilde 23 saniyede tüm soruları bilip rekor kırabiliyor. Her biri renk katıyor. Onu seviyorum diğerlerini sevmiyorum, diyebilir miyim? Ya da mesela bir çocuk geliyor gencecik, hayatını dinleyip bir sürü şey öğreniyorsun. Öyle değil mi? Öğrenmedik mi çok kısa bir zaman önce, haziranın başında...

        Haydi o zaman; o çok ses getiren Gezi bölümünü anlat...

        Bunun için önce dışarıda neler olup bittiğini anlatmam lazım. Ama o kadar kelime bilmiyorum.

        Sen mi?

        Öyle tabii. Bu ülke topraklarında daha önce de benzer şeyler yaşamıştım. Ortada bir kolektif bilinç vardı. Hali hazırda süren bir sıkıntı en üst noktaya ulaşmıştı. Televizyondan izliyordum önce. Bir kaç defa gözlerim doldu. Ertesi gün dışarı çıktım. Bu kez kamera açısından değil, bizzat şahit oluyorsun. Kocaman bir insan seli var karşında. Neler yaşandığının daha net farkına vardım. O saatten sonra da "Böyle bir durum var ama ben işime bakayım" demek kolay bir şey değildi. Hele de bir sürü insan"Hayır böyle bir şey yok" derken. Yarın çıkıp işimi yapacaksam bu gerçek de benim yanımda olmalı ki ileride "Ben yalnızca işimi yapmadım, ama bir taraftan da işimi yapabildim" diyebileyim.

        Vicdan azabı mı devreye girdi?

        Çok güzel özetledin. Ondan ibarettir. Sonrasında başıma bir şey gelebilirdi. Ama olmadı. Demek ki böyle bir şey varmış ve herkes de bunun farkındaymış.

        Gezi'ye gönderme yaptığın o soruları ne zaman hazırladın?

        Hemen o gece.

        Konukları da hatırlıyorum. Bayağı afalladılar.

        İkinci yarışmacıdan sonra rayına oturdu.

        Sonraki süreç için neler söyleyeceksin? Gezi'ye gidip pilav dağıtman, sana verilen coşkulu tepkiler...

        Öyle çok büyütülecek bir şey değil. Heyecanlı bir ortam vardı. Göz önünde olduğumdan benimki biraz daha bahsedilir oldu. Ama sana öyle şeyler anlatırım ki; her birinden kısa film yaparsın. Parkın içinde yaşayanlar, olayları bizzat görenler, halkın içinden çıkıp sivrilenler daha mühimdi bana göre.

        The Rachel Maddow Show'da gezi programının bir bölümü yayınlandı. Pek çok yabancı yayın kuruluşunda senden bahsettiler. O zaman da mı "N'oluyor" demedin?

        Geçici bir şey olduğunun farkındaydım. Zaten dikkatler Türkiye'nin üzerindeydi. O noktada beni seçmişler. Bir daha bahsederler mi? Zannetmem.

        'Düğün pastasını unuttuk'

        Eşin de televizyon sektöründe...

        Evet. Benim metin yazarlığını yaptığım bir işte o yönetmendi. Bir kaç işte daha beraber çalıştık. Sonra da evlendik.

        Düğünde de karışıklıklar olmuştu diye hatırlıyorum.

        Bir anda karar vermiştik. Hızlı oldu her şey. Düşün; düğünde bir tane düzgün fotoğrafımız yok. Çünkü o sıra kafası kopmuş tavuk gibi koşturuyorsun. Bir de herkes her şeyi bilir. Onlarla uğraşayım derken gözden kaçırdığın şeyler oluyor. Biz düğün pastasını unutmuştuk mesela.

        Ne yaptınız peki?

        Kek vardı onu dağıttık.

        Anneler damat, bir sürü genç kız seni ideal koca adayı olarak gördüğü için "Eşimi çok seviyorum, çok da mutlu bir evliliğim var"ın altını çizmek ister misin?

        Tabii ki eşimi çok seviyorum ama bunu dillendirmeye gerek var mı? Sevgilinle bara gittin diyelim, iki bakışın sana doğru döndüğünü fark ettin. Kalkıp "Pardon vaktinizi alıyorum ama bu adam benim sevgilim ve ben onu seviyorum" der misin? Bu da onun gibi bir şey.

        Tamam anladım.

        Beğenebilirler sağ olsunlar ama çok üstüme alınmıyorum.

        Fazla tevazu var ama sende..

        Mesut Yar'ın –ki çok da severim- programına katıldığımda ayak ayak üstüne atmıştım. Sonra telefon geldi "İhsan Bey'e soru sormak istiyorum" diye. Ben de ayağımı indirdim. Normal bir şey değil midir bu? Ama bu sefer "Aa bak ne kadar naif, ne kadar tatlı adam" demeye başladılar. Öyle görünmek için uğraşmıyorum. Birine misafirliğe gittiğimde nasılsam öyle hareket ettim. Yarışmacılara da ev sahibi benmişim gibi davranıyorum. İzleyenler "Bu adam hayatı boyunca böyledir" diye bir yargıya varıyorlar herhalde.

        Değil misin?

        Tabii ki değilim. Zaten bu tarz övgülere maruz kalınca, öyle olmadığımı bildiğim için "İnanın çok kibar biri değilim" deme ihtiyacı duyuyorum. Bu sefer de senin dediğin gibi "Fazla mütevazı" demeye başlıyorlar. Hakikaten büyük sıkıntı. Ne yapsam olmuyor.

        O üzerine yapışan beyefendi duruşu günlük hayatında da hareketlerini kısıtlıyor mu?

        Eğer öyle olacaksa o gün bırakır başka bir işe girişirim. Önemli olan dışarıdaki huzurum. "İnsanlar ne diyecek" diye düşünerek yaşanır mı?

        Ama mesela trafikte biri seni küfrederken görse büyük şok yaşar.

        O zaman görmezden gelsinler. İstanbul'da yaşıyoruz sonuçta.

        Yaptığın en büyük çılgınlık...

        Yine işsiz kaldığım bir dönem sırt çantamı takıp tek başıma karayoluyla Hindistan'a gitmiştim. Toplam 50 gün sürdü. Pakistan'da bir kavgaya karıştım. Az daha ölüyordum.

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ