Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Ramazan Azrail’den vekâlet alan veba, Avrupa’dan Orta Asya’ya sıçrayıp milyonları katletti

        MURAT BARDAKÇI / HT GAZETE

        Tarih boyunca birçok amansız hastalıkla mücadele ettik ve bu hastalıkların çoğu insanoğlunun azmi karşısında ortadan kalktı. Bugün geçmişte yaşanan salgınların çoğunun ismini bile bilmiyoruz fakat bir zamanlar “kara ölüm” denen ve bir geldi mi hiçbir canlıyı sağ bırakmayan vebayı hâlâ ürpererek hatırlıyoruz.

        İnsanlık, yüzyıllar boyunca “mahşerin dördüncü atlısı” olan kolera, çiçek, frengi ve veba gibi hastalıklarla mücadele etti. Günümüzün korkutan hastalıkları ise, ne kadar ölümcül olurlarsa olsunlar, artık vebanın sebep olduğu ölümlere, deliliklere ve dramlara yol açmıyorlar.

        VEBALILAR KALEYE FIRLATILDI

        Tarihin en büyük veba salgını, 1346 ile 1353 yılları arasında yaşandı. Mikrobu taşıyan pireler, Moğollar ile beraber İpek Yolu boyunca o zamanların bilinen dünyasını dolaştı, Çin’in, Hindistan’ın ve Asya’nın çeşitli yerlerinde salgınlar yarattı.

        Veba, 1346’da İpekyolu kervanları vasıtasıyla o dönemde Rusya’nın hâkimi olan Tatarlar’ın arasında yayıldı. Tatarlar, vebaya Kırım’daki Kefe Kalesi’ni ellerinde tutan Cenevizliler’in sebep olduğuna inandıkları için kaleyi kuşattılar ama orduları hastalıktan perişan olunca, Cenevizliler’i cezalandırmak maksadıyla vebadan ölen askerlerin cesedlerini mancınıklarla kaleye fırlattılar. Cenevizliler cesedleri hemen denize attılarsa da hastalığın kendi aralarında da yayılmasına engel olamadılar.

        Tatarlar’ın yeni bir saldırısından kurtulmak isteyen Cenevizliler, daha sonra gemilerine binip Akdeniz’e doğru açıldılar ve uğradıkları limanlara hastalığı da götürdüler. Mikroplu gemiler gerçi limanlarda alevli oklara hedef oldu ama bu arada mikrop da yayıldıkça yayıldı.

        ÜÇTE BİRİ ÖLDÜ

        1348 ilkbaharında, İtalya’nın her tarafı artık veba ile boğuşuyordu. Hastalık hiç durmadan ilerledi. Gemiler tecrit ediliyor, yolcular 40 gün süren bir karantinaya alınıyorlardı ama bütün tedbirlere rağmen salgının hızı kesilmedi. Özellikle şehirlerde yaşayanların yarıdan fazlası öldü. Köylerdeki ölüm oranı ise, şehirlere göre daha azdı.

        Veba, kısa bir süre sonra Fransa’ya, İspanya’ya ve İngiltere’ye kadar ulaştı. Tüccarlar ve asiller arasında ölüm oranı ilk başlarda az gibiydi fakat rahipler ölmek üzere olanların günahlarını çıkardıkları için mikrobu kaptılar ve ölen papazların sayısı giderek arttı. İngiltere’de halkın üçte biri salgında öldü. Ölenler sadece insanlar değildi; atlar, inekler, köpekler ve kuşlar da can veriyordu.

        ÇAREYİ SİRKEDE ARADILAR

        Hastalığın gerçek sebebi o dönemlerde bilinmiyordu. Avrupalılar, hastalığın Tanrı’nın insanları günahları yüzünden cezalandırması olduğuna inanıyor, papazlar ise Tanrı’nın öfkesinden kurtulmak için “kiliseye toprak bağışlanması” tavsiyesinde bulunuyorlardı.

        Halk, hastalığı sis veya duman biçiminde bir bulut taşıyan kokuşmuş havanın bulaştırdığını zannediyor, zenginler bu yüzden hiç durmadan ödağacı ve misk, fakirler ise ardıç ve defne dalları yakıyorlardı. Halkın bir kısmı ise, kokuşmuş havayla ancak kötü kokularla mücadele edileceğine inanırken astrologlar salgına Mars ile Jüpiter’in yanlış dizilişinin sebep olduğunu iddia ediyorlardı.

        Papazlar, salgını arttırabileceği endişesiyle suyun içilip kullanılmasını yasaklamışlardı ve sadece şarap içilmesi gerektiğini söylüyorlardı. Kurtuluş bir ara fındıkta, incirde ve çeşitli otlardan yapılmış haplarda arandı, derken sirkenin derde devâ olduğu inancıyla herşey sirkeye batırılır oldu.

        GELDİĞİ GİBİ GİTTİ

        Kefe’den Akdeniz kıyılarına ulaşan veba zamanla Fransa’ya, İngiltere’ye, Almanya’ya ve Polonya’ya kadar yayılmış ve nüfusu o devirlerde 75 milyon olan Avrupa’da 25 milyon kişinin yani nüfusun üçte birinin canını almıştı. “Kara ölüm”, daha sonra geldiği gibi gitti, ileriki yüzyıllarda yeniden başgösterdi ise de, 1340’lardaki gücüne bir daha asla kavuşamadı. Ama, 1430’lu yılların başında Timur’un kurduğu imparatorluğun hükümdarı olan torunu Şahruh’un ülkesine kadar girdi ve başkenti Semerkand’da binlerce kişinin canını aldı.

        HATTIN ÜSTADLARI: MUSTAFA RÂKIM

        1757’de Ünye’de doğan hattat, celî sülüs yazısını estetik bir şekle sokmuş ve bu yazıda bir ekol sahibi olmuştur. Güzel yazı derslerini Üçüncü Derviş Ali ile ağabeyi İsmail Zühdi’den meşk ederek icazetname aldı ve zamanla yazısını geliştirerek celi yazıda Osmanlı hattatlarının en büyüğü oldu. Medrese öğrenimi sırasında resimle de uğraştı, Üçüncü Selim’in resmini yaptı. Padişah kendisini tebrik etti, hükümdarın başka resimlerini de yapmaya ve tuğra çekmeye memur edildi.

        Celî sülüs, Râkım’ın zamanına kadar güzel yazılamıyor, kompozisyonlar iyi yapılamıyor, tuğralar da genellikle sarkık bir durumda görünüyordu. Bu eksikleri, Râkım tamamladı. 1826’da vefat eden hattatın eserleri çoktur. İstanbul’da Tophane’de Nusretiye Camii ile İkinci Mahmud’un annesi Nakşıdil Sultan’ın Fatih’teki türbesinin yazıları onundur.

        SARAYLIK İFTARİYELER: LALANGA

        MALZEME

        Yumurta

        Tulum peyniri

        Un, ekşihamur mayası

        Yağ, şeker,bal

        Derince bir kaba on yumurta kırılıp iyice çalkalanır. Sonra azar azar has unla karıştırılır ve koyulaşıncaya kadar yeniden çalkalanır. İyice kıvama geldikten sonra iki tutam tulum peyniri, biraz da ekşi hamur mayası ilâve edilip yeniden karıştırılır. Üzeri kapatılıp iki saat kadar bekletilir. Daha sonra bir tavada sade yağ eritilip kızartılır ve bekleyen hamurdan büyükçe bir kaşık ile alınarak tava doluncaya kadar yağın üzerine konulur. İki tarafı da iyice kızartılır, kepçe ile çıkartılıp uygun bir kaba dizilir, üzerine şeker veya bal dökülür.

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ