Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Ramazan M. Fatih Çıtlak ile Ramazan Sohbetleri

        M. FATİH ÇITLAK - GAZETE HABERTÜRK

        Âşık Yunus ne güzel söylemiş:

        İlim ilim bilmektir,

        İlim kendin bilmektir,

        Sen kendini bilmezsen,

        Bu nice okumaktır...

        Biz, bu sözleri ilmine mağrur yahut bir şeyler öğrenmekle vazifesini yapmış zannında olan kişilere vaaz ve nasihat gibi anlarız. Halbuki bu söz aynıyla gerçektir. Yani Hazret-i Yunus bu dizelerdeki sözüyle ilmin tarifini yapmıştır. Hiç şüphesiz bu tarif onun beslendiği kaynaktan süzülerek gelen bir tanımlamadır, Kur’ân-ı Kerim ve Resûlullah Efendimiz’in (SAS) açıklamaları esas alınarak söylenmiş bir sözdür.

        “İlim yani Allah Teâlâ’nın tüm kâinattaki nizam ve intizamı alelâde bir şey değildir. Bu düzenin farkına varıp Allah’ı (CC) bilmek; ilimdir. Dedikoduyla, ‘Bir şey böyle oluyormuş, böyle yapılırmış, şöyle derler!’ gibi sözlerle ilim olmaz, ilim bilmektir” diyor Koca Yunus.

        Bunu bildikten sonra da işin bitmiyor. “Ey insan, sen bu manzumenin bu nizam ve intizamın neresindesin? Bunu anlaman gerekir” diye hitap ediyor Yunus.

        SEN BU İLMİN NERESİNDESİN?

        Günümüzün bilim adamları; uzayın, dünyanın sırlarını çözmek için iddialı projeler üretirken şunu da söylemeyi ihmal etmiyorlar:

        “Evrenin sırrı; insanın bulunduğu perspektiften bakarak keşfedebileceği bir şeydir. Evreni anlamak istiyorsan, kendi konumunu ve durumunu belirlemen gerekir.”

        Evet, bu zahir yani ölçülebilir, görülebilir âlemde böyle olduğu gibi gözle göremediğimiz fakat üzerimizde kuvvet ve kudretini hep hissettiğimiz, görünmeyen tarafımız için de geçerlidir.

        İlmi dedikodu olarak değil bilimsel çalışmalarla tespit ettin, neyin nereye ait olduğunu, neleri içine aldığını ve dışarıda bıraktığını, metodunu öğrendin, yetmez. Bunu öğrenen sen bu ilmin neresindesin? Nerede olduğunu ortaya koyman lazım ki öğrendiğin yanına kâr kalsın, insanlığa fayda versin.

        BU NİCE OKUMAKTIR!

        Manevi ilimleri de dedikodu gibi öğrenme. Asıl kaynaklarına bak. Kitap ve sünnete müracaat et. Bil, öğren, tahsil et. Anadan babadan duymakla ilim olmaz. Manevi ilmi tahsil için biraz gayret et. Manevi sahadaki sözlerin nereye gittiğini bil.

        Sonra da dön bir kendine bak. Sen bu anlatılan mananın neresindesin? Senin manan bu bütün içerisinde nerede durmaktadır? Öyle ya evvelce yoktun, sonunda da olmayacaksın, yok olup gideceksin. Sana geçici bir varlık verildi, bu varlık ve vücut nereden gelmektedir, nereye aitsin? Gözünün önünde duran yokluk âlemine mi kapılıp gideceksin, yoksa bu âlemi sana Kur’ân’la ve manayla okutan, senin gözünde sahneleyen, hiçbir zaman kaybolmayacak ve yok olmayacak varlık tarafına mı yöneleceksin?

        O yegâne var olan, tek, şeriki olmayan, Allah’a (CC) kendini nasıl takdim edecek, sana bu kadar ilmi, güzelliği sunan Mevlâ’ya karşı sen kendin ne arz edebileceksin? Eğer maddi ya da manevi bunun cevabını veremiyor, hâlâ çıkmazlara saplanıp kalıyorsan “Bu nice okumaktır!” diyor Hazret-i Yunus Ümmi.

        Kıymetli dostlar, iman ve İslam elbette bilmek, öğrenmek yani ilimle tarifini bulur. Fakat bu tarif; inanmak, yaşamak hatta muhabbetle bilmek ile iman ve İslam şeklini alır. İlim; imana ve İslam’a sevk eder ama bilmekle her zaman bu iman elde edilemeyebilir. İlim-iman, ilim-İslam alakasını çok iyi anlamak ve tartmak icap eder.

        İMAN İLE İLİM FARKI VE BİR HAHAMBAŞI

        Fahreddîn Efendi Hazretleri, bir cemiyet için peder-i âlisi Rızâeddîn Efendi’yle beraber Balat yolu üzerinde Draman’daki Sünbülî Tekkesi’ne gider. Meşâyihten, dervişândan birçok kişi de orada isbat-ı vücûd etmektedir. Namaz kılıp, lokma yapıldıktan sonra mevlid cemiyeti başlar. Bundan sonra olanları Şeyh Fahreddîn Efendi şöyle anlatır:

        “Cemaatte birçok kişi olmasına rağmen bilhassa züvvar maksuresinin olduğu yerde gayrimüslimlerin yani Hıristiyan ve Yahudi din adamlarının bulunması hayretimi celb etti. Bu grubun içinde beş-altı kişilik bir cemaat vardı ki içlerinde hahambaşı da mevcuttu. Belli ki tekkeye komşu kilise ve havradan gelerek cemiyete iştirak etmişlerdi.

        Sonra mevlid merasimine tekrar huşû ile iştirak ettim. Tam dua kısmına gelinirken hahambaşı, meydan görevlilerinden bir dervişi yanına çağırarak kulağına bir şey söyledi. O da gelip bunu Postnişîn Efendi Hazretleri’ne aktardı. Meğer hahambaşı, ‘Bir aşır okuyabilir miyim?’ diye Şeyh Efendi’den destur istemiş.

        Biz bu durumu Şeyh Efendi’nin dervişiyle konuşmasından sonra hahambaşına dönerek; ‘Buyurun haham efendi, tabii ki okuyabilirsiniz’ demesinden anladık. İçimden ‘Haydaa, şimdi ne olacak?’ diye geçirdim.

        Birçok meraklı bakışın kendisine çevrildiği hahambaşı ‘Eûzübesmele’ çekerek aşr-ı şerife başlamadı mı? Kulaklarıma inanamadım. Sonra da Tâ-hâ Sûresi’nin ilk sayfasını mükemmel bir kıraat ve tecvidle, İstanbul ağzı diye tabir edilen üslupla eksiksiz, hatasız okudu. Aşrı bitirdikten sonra Postnişîn Efendi’ye hitap ederek, ‘Müsaade buyurur musunuz Efendi Hazretleri, bir de mealini arz edeyim?’ dedi. ‘Buyrun!’ diye mukabelede bulundu Postnişîn Efendi.

        Hahambaşı, Tâ-hâ Sûresi’nin ilk sayfasının meâlini hatip üslubu ile anlattı. Ben hayretten hayrete düşüyordum. Herhalde bitti derken bu sefer hahambaşı tekrar Şeyh Efendi’ye dönerek; ‘Müsaadeniz olursa tasavvufi olarak da bir meal ve tefsir yapayım’ demez mi, fesübhânallah!

        Şeyh Efendi de; ‘Buyurun dinliyoruz’ diyerek nezaketen müsaade etti. Adam öyle bir tasavvufî tefsir yaptı ki, sadece ben değil, orada bulunan birçok kişi hayret ettiler. Adamın haham olduğunu bilmesem kalkıp hocaefendi diye elini öpeceğim. Hiç falso yok. Kıraat, meal, tefsir... Hayran kaldım.

        İşte o gün anladım ki; iman ayrı şey, ilim ayrı şeymiş. İlim imana vesile olur ama bu, her ilim sahibinin imanlı olduğu manasına gelmez. Yani sizin anlayacağınız, iman ve ilmin farkını hep duyardım ama Balat’taki Sünbülî Tekkesi’nde, o cemiyetteki hahambaşının konuşmasında bizzat müşahede etmiş oldum.”

        AYET-İ KERİME

        Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı (CC) zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler ve “Rabb’imiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, sen yücesin, bizi ateşin azabından koru” derler.

        (Âl-i İmrân-191)

        HADİS-İ ŞERİFLER

        “AHİR zamanda ilim kalkacak, cehalet hâkim olacaktır.”

        Hadis-i şerif-Buhârî

        “İlmin kalkması da âlimlerin ruhunun kabzedilmesi, âlimlerin teker teker çekilip ahirete irtihal etmeleri şeklinde olacaktır. Âlimler kalmayınca insanlar cahilleri baş edineceklerdir. Onlar da ilimsiz fetva verecekler, (pervasız kararlar alacaklar), hem kendileri haktan sapacaklar, hem de bağlılarını saptıracaklardır.”

        (Hadis-i şerif-Buhârî, Müslim, Tirmizî)

        MESNEVİ'DEN

        Adamın biri ilmine çok mağrurmuş yani başkalarını küçük görürmüş. Seyahat etmek kastıyla bir gün gemiye binmesi icap etmiş. Binerken güvertedeki kaptanı görmüş. Herhalde kendisinin diğer yolcular arasında fark edilmediğinden rahatsız olacak ki hırsını kaptandan almak istemiş ve bağırmış:

        “Ey kaptan, sen hiç ilim okudun mu? Sarf, nahiv, gramer, bunları öğrendin mi?” Bu soru karşısında kaptan şaşırmış ve “Hayır, okumadım hocam” diyerek karşılık vermiş.

        Bu profesör, alaycı ve aşağılayıcı bakışlarla kaptana “Yazık yazık, desene ömrünün yarısı boşa gitmiş, saçı sakalı boşuna ağartmışsın!” diyerek fakat buna rağmen gemiye binerek yerleşmiş.

        Birkaç gün sonra şiddetli bir fırtına çıkmış denizde. Koca gemi ceviz kabuğu gibi bir o yana bir bu yana bata çıka dalgalarla boğuşuyormuş. Sandal, filika yahut alet edevat var ama boğulmamak için biraz yüzme bilmek de icap ediyor. Herkes canını kurtaracak şekilde tedbir almaya çalışırken kaptan; profesörün korku dolu bakışlarla öyle kalakaldığını görmüş ve seslenmiş “Hey hoca! Yüzme biliyor musun sen yüzme?” “Hayır” demiş profesör yahut hoca. Bunun üzerine kaptan: “Hoca, desene ömrünün hepsi gitti, çünkü birazdan bu gemi batacak!”

        İlim insanın kendi aczini ve eksikliğini anlamaya hizmet etmeli. Bir şeyleri öğrenmek, diğer insanları küçük görmeye götürüyorsa insanı cehalet gibi netice veren bu hale nasıl ilim denir? Buradaki temel nokta, kişinin kendi noksanını bilmesi, kendisini tanıması, ezcümle haddini bilerek diğerlerinin hukukuna riayet etmesidir. Kâinatta hiçbir şey abes ve boş yere yaratılmamıştır, ilim erbabı bunu keşfettiği için tevazuuyla ve alçakgönüllülüğüyle örnek olmalıdır.

        GÜNÜN DÜŞÜNDÜRDÜĞÜ

        İLLÜSTRASYON: FATİH ÖZKAN
        İLLÜSTRASYON: FATİH ÖZKAN
        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ