Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Kültür-Sanat Edebiyat Uğur Sencer Matruşka Park romanı

        Attilâ İlhan, 90’ların sonundaki bir buluşmamızda, “Bir yazar ikinci romanında da kendi hayatını yazıyorsa, ondan yazar olmaz” demişti. İlk roman için hadi bir miktar tecrübesizlik payı verdik diyelim. İnsan ikincisinde bari biraz kurgu yapar değil mi? Romanlara böyle yaklaşırım. Uğur Sencer kendini mi yazdı bilmiyorum; muhtemelen izdüşümler vardır. Ama bu bir şeyi değiştirmez. Hem zaten ilk romanı, hem de son romanını yazan bir kalemden çıkmış kadar güzel “Matruşka Park”. İçinden “pis kokular” gelen ama hafızada yer eden leziz tatlar bırakan bir ilk roman. 2017’de yayımlanmasa, 2018’in en iyileri arasına bile girerdi ama kitabın kahramanı Osman Kağıt, bunu umursar mıydı bilmem. HT Cumartesi'den Kürşad Oğuz'un haberi...

        REKLAM

        “YALNIZLIĞIM SEÇİM DEĞİL SONUÇ”

        Osman Kağıt bir alkolik, daha doğrusu bağımlı. Hayatı yolunda giderken de, düşerken de hep içmiş. Ya içki onu dibe ya da dip onu içkiye sürüklemiş. Sonuç değişmiyor. Okuru güldürse de yalnızlığın hüznü üzerinde: “Yalnız biriyim. Yalnızlığım bir seçim değil sonuç. Bundan memnun değilim çünkü sıradan bir insanım. Kimse yalnız kalmak istemez.”

        Roman, beş parasız Osman Kağıt’ın, annesinin evini yeni bir işe atılmak için terk edişiyle başlıyor. Dindar anneyi ağlatarak gerçekleşen, laik bir terk ediş bu. İlerleyen sayfalarda Osman’ın oyunu Halk Partisi’ne attığını öğreniyoruz. Daha sonra Selahattin Demirtaş da giriyor metne, Tansu Çiller de, Kürtler de, solcular da, Ülkü Ocakları da. Ama siyaset değil bu. Osman Kağıt’ın kendini faşistlikle suçlamasını saymazsak. Onu da yalnızlığa bağlıyor kendisi.

        ÇIRALI’DAKİ SON PANSİYON

        Antalya turizm işletmeyi bitiren, sivil havacılığa geçen ilk askeri pilotlardan olan babasının yardımıyla İstanbul’da havaalanında özel şirketlerde çalışmaya başlayan, bir yurtdışı seyahatinde uçakta okumaya başladığı bir kitapla “aydınlanma” yaşayan ve ne bulursa okumaya, opera, bale seyretmeye başlayan Osman Kağıt, yazar olmaya karar vermiştir. Yurtdışında basılan birkaç kitabı, film senaryolarıyla hayatını sürdürmektedir. Yine meteliksiz kaldığı anda gelir iş teklifi. İki başarısız filmin senaryosunu yazmış olan Emre adlı yapımcı, ondan bir senaryo istemektedir. Bunun için de onu, fena olmayan bir avans, yanında bol içki şişesi ve sigarayla Antalya Çıralı’daki Son Pansiyon’a gönderir. Osman Kağıt’ın Kültür Bakanlığı’ndan da destek alması beklenen senaryoyu yazmak için bir ayı vardır...

        SAĞLAM BİR ARKA PLAN

        Biz, pek de sağlıklı ilerlemeyen bu süreçte, geri dönüşlerle Osman Kağıt’ın hayatına da odaklanırız. “Yaşadığım hayat ölümlere yol açıyor. Boşluğu, yanlışlığı bir yana, insanlığa zararlı. Ama ben de yaşamak istiyorum. Yanlış da yaşasam, hayatta kalmak istiyorum” dediği hayatına. Ve hayatındaki kadınlara. Mesela “İliş- kimizi hayal bile edemeyeceğim bir yerden, zirveden başlatmıştı. Bu, düşü- şümüzü kaçınılmaz hale getiriyordu” dediği Didem’e. Babasını, annesini, abisini öğreniyoruz. Onlarca yazara, esere, filme vs. yapılan göndermelerle hem Osman Kağıt’ın hem de bizzat yazarımızın sağlam bir arka planı olduğunu hissediyoruz. Okur, bir romandan çok şey öğrenebilir neticede...

        “HALLEDERİM, SEN MERAK ETME”

        Bütün bu anlattıklarım, “Matruşka Park”ın hüzün yumağı bir dram olduğunu düşündürmesin size. Sakın. Aksine son zamanlarda okuduğum en eğlenceli kitaplardan. Kahramanın kendiyle geçtiği dalgayı okura da bulaştıran “pis” romanlardan. Nitekim yağmurlu İstanbul sabahında kitap elimden düşüp çamura bulandığında “İşte ikimiz de layığımızı bulduk” dedim. Bir özdeşlik kurabiliyorsam bu iyi romandır. Pis, kaba, bol küfürlü çok iyi bir roman “Matruşka Park”.

        Bitmeyen aşkı Didem, sert bir andaki diyaloglarında şöyle diyor Osman Kağıt’a: “Sen bir yazar olacaksın, düsturun kabalık olmamalı.” Kağıt cevap veriyor: “Kabalığın da sanatı var. Hallederim, sen merak etme.”

        Uğur Sencer çok iyi halletmiş bu işi. Tebrikler

        Uğur Sencer

        SENCER’E SORDUM...

        Romanınız için “yeraltı edebiyatı” diyorlar. Aslında yer üstünde çokça yaşanabilir bir hikâye...

        Katılıyorum. “Yeraltı Edebiyatı” terimi bence “edebiyatsız” edebiyatı tanımlamak için kullanılmış. Ben kitabımda kâfi miktarda “edebiyat” olduğunu düşünüyorum. Matruşka Park edebi bir yapıttır. Ayrıca, kitapta yer alan olaylar ve karakterler, sizin de belirttiğiniz gibi sadece klasik “yeraltı” karakterlerinin karşılaşacağı cinsten değil. Demek ki, ya yeraltı öğeleri yerin üstünde de bulunmakta ya da yerin üstü de pekâlâ acı çekmek ve mutlu olmak ve sevmek ve özlemek ve şaka yapabilmek için “yeraltı” kadar uygun bir yer.

        “Böyle bir hayat sadece İstanbul’da geçmez, ülkenin başka yerlerinde de bu hayatlar var” demek için mi Antalya fonunuz?

        Eh, bu tanıma katılabilirim. Öte yandan iyi bildiğin bir şehri anlatmak, yazara daha - bunu artık yapamayacak kadar yapmış oluncaya kadar- cazip gelecektir. Antalya sosyo-kültürel açıdan çok dinamik. Vatandaşlık kazanmış ve oy bile veren on binlerce Rus, Alman vs., yaz kış milyonlarca turist ve yaz kış bu turistler için çalışan milyonlarca yerli/göçmen işçi. Camiden çıkıp bikinili turistlerle karşılaşan insanlar. İklimi yüzünden; emekliler. Merkeze yarım saat uzaklıkta Yörükler, tahtacı Türkmenleri...

        Senaryosunu yazdığınız Kutsal Bir Gün filminde de benzer yaşamlar var. Bundan sonraki kitaplarınızda da aynı “kayıp” hayatlar mı olacak?

        Biri sinemasal diğeri edebi bu iki kurgu arasında hem ruhsal, hem somut benzerlikler var. Sosyo-ekonomik düzey, karakterlerin çeşitli sınıflarla kurdukları ilişkiler, alışkanlıkları ve kişisel tahammüllerini artırmak için başvurdukları yollar, kök salabilme seviyeleri vb. göstergelerde bir akrabalıktan söz edilebilir. Sizin tabirinizle “kayıp hayatlar”ın beni çekmelerinin sebebi –hikâye/roman/vs formuna- yansıtılmaları sırasında, açığa edebi içeriğin çıkması. Edebiyat zorlamakla olmuyor, o da

        şiir gibi, size geliyor.

        REKLAM

        Kitapta sert cümleler, küfürler var. Arada bir “Böyle yazarsam başıma bir şey gelir” diye düşündünüz mü hiç?

        Keşke gelse! Bu konudaki herhangi bir tartışma 3-4 cümlede bitecektir çünkü sonuç bellidir. Sanatta hiçbir kısıtlama olmaz, hiçbir sosyal veya etnik veya dini grubun hassasiyeti göz önüne alınmak zorunda değildir. Eser güzelse, yaratıcısını koruyacaktır. Eğer romanın güzel değilse, korkmam gerekebilir sahiden. Ama işin kötüsü, okuyucudan önce bizzat ülkenin sanatçıları sanatın karşısında ve sosyal hassasiyetlerin yanında yer almayı seçmekte.

        Nerede yaşıyorsunuz? Kısa vadede neler yapacaksınız?

        Şimdilik Antalya’da, “günübirlik kiralanan evlerin” olduğu bir sitede. 2019’a bir roman yetiştirebilirim diye umuyorum. İki ayrı çalışmam var, birini seçmem gerekecek. Tam şu anda ise çok güzel bir Alman romanının Türkçe çevirisini yapıyorum. Bu arada, Matruşka Park’ın ana karakteri Osman Kağıt’ın başka maceralarını da yazmak ve yayınlatmak istiyorum ama bunu, ilk kitabın gidişatı belirleyecek.

        GENÇ SENARİSTLERE BİNDE BİR ÖNERİLER

        Senaryo yazmak son dönemde genç yazarların hayali. Kurslar falan açılıyor. Ödüllü bir senarist olarak, ne önerirsiniz?

        Yazmalarını öneririm. Tekniği çok basittir. Gerisi onlara ve akıllarındaki hikâyeye kalır. Mesele, hikâyeleri sinemasal hale getirmektir. Hiçbir kursa gitmesinler. Kendi kendilerine anlamaya çalışsınlar. İnternet milyonlarca (çekilmiş) senaryoyla dolu. Senaryo yazmayı deneyen her bin kişiden biri güzel bir senaryo yazmayı başaracak, güzel bir senaryo yazmayı başarmış her bin kişiden birinin senaryosu filme çekilecektir; gerçekçi sayılar aşağı yukarı bu. Tabii sinemadan bahsediyorum. Dizi senaryosu sektörü bambaşka bir ticaret alanı.

        "HER OKUDUĞUMDA ZEVK ALIYORUM AMA TAKDİR UMUDUM YOK"

        Uğur (Aydın) Sencer, 50 yaşında, İstanbul doğumlu. Sinema okudu. Turizm, havayolu sektörlerinde çalıştı. 2010’da “Akşamcının Güneşi” adlı öyküyle Sabahattin Ali Öykü Ödülü aldı. 2011’de “Hayatın Peşinde” adlı öykü kitabı yayımlandı. 2013’te senaryosunu yazdığı “Kutsal Bir Gün” Antalya Film Festivali’nde iki Altın Portakal kazandı. “Matruşka Park” ilk romanı. Ona dedim ki, “Hikâye ve senaryodan sonra, bu ilk romanla da bir ödül gelir mi?” Cevabı: “Çok zor. Matruşka Park’ı çok beğenmeme, rastgele her okuduğumda zevk almama rağmen edebi otoritelerce takdir edilme umudum yok. Türk Edebiyatı’nda hâkim paradigma sızlanan, edebi olmaya çalışan, lirik, kelimelerin arkasında sürekli bir lir veya ucuz keman sesinin duyulduğu, her şeyde bir dram arayan, vampirin kandan beslendiği gibi dramdan beslenen bir görüşün ana çatısıdır. Dramın karşısında iki ciddi seçenek var: Gerçekler ve trajedi. Durum maalesef bu. Yeraltı Edebiyatı bu muhafazakâr, hantal iktidarı yıkmaya uygun. Umarım yeraltındaki yoldaşlar, ben yapamasam da bu iktidarın birkaç tuğlasını söker.”

        BU HAFTA NE OKUSAK?

        Beyin nasıl çalışıyor? Ana yazımızda bağımlılıktan söz açmışken, alın size iki önemli kaynak. Prof. Dr. Tayfun Uzbay, bağımlılıktan suça beynimizin karanlık taraflarını anlatıyor; erkek ve kadın beyinlerini karşılaştırıyor. Oytun Erbaş ise psikiyatrik bozuklukların neden ve sonuçlarını işliyor. Bir gün daha geniş yer vermek lazım.

        Görünmeyen BeyinTayfun UzbayDestek

        Psikiyatrinin KaraKitabıOytun ErbaşBayçınar

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ