Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Yaşam HT Pazar Ziya Gökalp’in bastonu, Muhsin Kızılkaya yazıları, Muhsin Kızılkaya Ziya Gökalp, Ziya Gökalp kimdir?

        Muhsin Kızılkaya /muhsink63@gmail.com

        6 -7 Ekim tarihleri arasında, HDP’nin “serhildan” (isyan) çağrısıyla sokaklara çıkan, yakıp yıkmayı ve güç gösterisini bir siyaset yapma biçimi olarak algılayan, kiminin “Apo’nun çocukları”, kimisinin “fırtına kuşağı” olarak nitelendirdiği gençlerin özellikle başta Diyarbakır olmak üzere birçok ilde yarattığı tahribatın içinde, bana en çok ıstırap veren şeylerden biri, Diyarbakır’daki Ziya Gökalp Müzesi ile Siirt’te bir kütüphanenin yakılmasıydı.

        Ziya Gökalp Müzesi’ne saldıranlar önce evini ateşe vermişler. Evin etrafında sürekli silahlar patladığı için itfaiye ulaşamamış yangına. Çevrede bulunan komşular yetişmiş, kovalarla yangına müdahale etmişler. Yangın söndüğünde, müzedeki birçok kişisel eşya ve kitaplar yanmış, müzenin envanterine kayıtlı 20 eser çalınıp götürülmüş. Ve sıkı durun, çalınan eşyalar arasında üstadın bastonu da varmış.

        Müze ve kütüphane yakılmaz. Tam tersine, yangından ilk kurtarılacak şey müze ve kütüphanedir! Kütüphane yerine kahvehaneye giden birisi, kütüphaneyi devlet dairesi sanır. Müzelerin, toplumsal hafızaların korunduğu mekânlar olduğunu bilmeyen birisi, bu mekânın kimin adını taşıdığına bakarak saldırır ona. Oysa toplumsal hafıza ortaktır; hepimizin doğruları ve yanlışları, günahları ve sevapları bir araya gelir, hafıza öyle oluşur.

        Ziya Gökalp Müzesi’ni yakanlar ise muhtemelen, kendisi de Kürt olan ama bazılarının “Kürt düşmanından” dediği birinden, onun doğduğu evi yakarak intikam aldığını sanıyor. Oysa Ziya Gökalp bir Kürt düşmanı değildi. Olsa olsa, Musa Anter’in deyimiyle “Kürtlerin Türklere attığı büyük bir kazıktı.”

        BASTONU NE YAPACAKLAR?

        Peki Ziya Gökalp’in bastonunu alan şahıs onu ne yapacak dersiniz? Satsan satılmaz, yanında tutsan işe yaramaz. Muhtemelen yaşlılık zamanlarından kalmadır o baston. Belki de ta Malta günlerinden... Hani “asayişi bozma ve Ermenilere zor kullanma” suçlamasıyla, o tarihler için bir hayli geçkin bir yaş olan 43 yaşındayken, 1919’da Divan-ı Harp’te idamla yargılanıp Malta’ya sürüldüğü günlerden... Kendisiyle beraber buraya getirilmiş arkadaşlarına felsefe ve içtimai hadiseler üzerine dersler verdiği sırada, belki de bu bastona yaslanmıştı.

        MEHMET ZİYA BU KONAKTA BÜYÜDÜ

        Bir anda atılan molotoflarla alevler içinde kalan müze, Diyarbakır’ın kadim evlerinden birisiydi. Konağın, yerel bir gazetede çalışan Çermik eşrafından babası Zaza Tevfik Bey’e geçmesi 1880’lı yıllara rastlar. Pirinççizadeler’den annesi Zeliha Hanım’la babası bu konakta evlenmedi ama genç Mehmet Ziya bu konakta büyüdü. Evin dili Kürtçe’ydi ama Türkçe de konuşuluyordu. Askeri mektepte okurken öğretmeni Kolağası İsmail Hakkı Bey’in hürriyete dair fikirlerinden etkilendi. Ama Diyarbakır dar geliyordu ona. Gözü İstanbul’daydı. İstanbul’a gidecek, orada engin bir ilim deryasına açılacaktı. Ama babası erken vefat etti. Maddi zorluklar içine girdi aile, İstanbul düşü suya düşmek üzereydi, hem ailesi genç Ziya’yı, bir an önce bir akraba kızıyla baş göz etmek istiyordu. Bütün bu buhranlı dönemde hep okudu, Kürtler üzerine kitaplar okudu, Kürtçe’sini geliştirdi. Ama yaptığı şeyler ona yetmiyordu. Önündeki bütün yollar tükenince ağır bir buhran geçirdi ve bir gün tabancayı şakağına dayadı, tetiği çekti.

        İNTİHAR TEŞEBBÜSÜNDEN SONRA DEĞİŞTİ

        Kurşun beynine hasar vermeden kafatasının içinde kaldı. O sırada İstanbul’daki Tıbbiye’yi bitirip, yörede salgın halinde gezen kolerayla baş etmek üzere buralara gönderilmiş olan ve kendisini de Arapkirli bir Kürt olan Dr. Abdullah Cevdet’le tanışmış, onun pozitivist fikirlerinden bir hayli etkilenmişti. Dr. Abdullah Cevdet, bu parlak ve meraklı gencin intiharına çok üzüldü ve asıl uzmanlık alanı baytarlık olduğu halde bütün tıbbi bilgilerini genç Ziya’nın tedavisinde kullandı. Dr. Abdullah Cevdet ve Rus asıllı bir operatör, morfinsiz bir ameliyatla kafasındaki kurşunu çıkardılar. Böylece Ziya, ölümden kurtuldu.

        İntihardan önce Kürt milliyetçisi olmak için uğraşan Ziya’nın fikirleri, intihar teşebbüsünden sonra tam aksi yönde değişmeye başladığını söyler tarihçiler. O zamana kadar Kürt diline kafa yoran Mehmet Ziya, bundan sonra bütün mesaisini Türkçülük fikrine harcayacaktı.

        ‘DİYARBAKIR YAKASINI BİR TÜRLÜ BIRAKMIYORDU’

        1896’da bu kez yolu gerçekten de İstanbul’a düştü. Bu şehre gelir gelmez, yine kendisi gibi birer Kürt olan İbrahim Temo ve İshak Sükûti ile tanıştı. O sırada Jön Türk hareketinin rüzgârı her yeri kasıp kavuruyordu. Bu harekete meyil etti, onlara katıldı. Bu durum onu İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne kadar götürdü ama başını da belaya soktu, tutuklandı ve hemen ardından memleketi Diyarbakır’a sürgüne gönderildi.

        Her durumda arkasından geliyordu şehir. Diyarbakır yakasını bir türlü bırakmıyordu. Yağmalanan bastonu Diyarbakır’da mı, yoksa İstanbul da mı satın aldığına dair hiçbir kaynakta hiçbir emareye rastlamadım. Ama muhtemelen, İkinci Meşrutiyet’ten sonra

        Selanik’te toplanan İttihat ve Terakki toplantısına Diyarbakır delegesi olarak katıldığında, henüz bastonla gezecek yaşta değildi. Selanik’i çok sevdi. Orada kaldı, felsefe ve sosyoloji seminerlerini vermeye başladı. Türkçülük fikrini yaygınlaştırdı, Genç Kalemler Dergisi’nin müelliflerinden birisi oldu. Yazdığı kahramanlık destanları en munisleri bile isyana teşvik edecek kadar ajitatifti.

        Dernek merkezini İstanbul’a taşıyınca o da bu şehre yerleşti. Türkçülüğe dair fikirleri artık iyice olgunlaşmıştı. Türk Ocağı’nın kurucuları arasında yer aldı, derneğinin yayın organı “Türk Yurdu”na yazılar yazdı. Fikriyatını “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” şeklinde bozuk para yaptı ve hemen ardından ünlü “Kızıl Elma” şiirini yazdı. Adım adım “Türkçülüğün Esasları”na gidiyordu ve sanırım artık bastona dayanmak zorunda kalacağı yaşa doğru ilerliyordu.

        1919’DA TUTUKLANDI

        1919’da Ermeni felaketi sebebiyle tutuklandı. Ona göre devlet Ermenileri katletmemişti, bir “mukatele” (karşılıklı öldürme) hadisesi yaşanmıştı. Bekir Ağa Bölüğü’nden Malta’ya, Malta’dan tekrar İstanbul’a, oradan Ankara’ya, oradan da tekrar Diyarbakır’a ve Diyarbakır’da çıkardığı “Küçük Mecmua...” O mecmua ki bugün kıymetli bir hazine... Sanırım bir nüshası Diyarbakır’daki müzedeydi, yandı mı, tarihi eser kaçakçılarının elinde mi bilen yok sanırım. İşte o mecmuanın 28. sayısına yazdığı “Ulus nedir?” başlıklı yazısında, Kürtçe’yle ilgili şöyle diyor:

        “Kürtçe Farsça’nın akrabası olmasına karşılık söz dizimi bakımından ona hiç benzemez. Çünkü Farsçada bulunmamasına karşılık Kürtçe’de hem bir kelime erkek ve dişi yapılabilir, hem de Arapça ve Latince’de olduğu gibi kelimelerin sonlarında harf ve vokal değişmesi vardır. Demek ki Kürtçe, Türk diline oranla daha birleşik, daha karışıktır.”

        Sosyolog Ziya Gökalp

        Kürt diline vakıf, “Türkçülüğün Esesları”nı yazmış bir sosyolog olarak Ziya Gökalp, hem Kürtlerin hem Türklerin hem Farsların hem Arapların, hasıla bütün bu toprakların ortak malıdır. Eğer Kürtçe gramer, Kürtçe sözlük üzerine yaptığı çalışmaları bırakıp “Türkçülüğe” yönelmemiş olsaydı, muhtemelen bugün birçok Türk milliyetçisi ondan nefret edecekti. Ama bunun tersini yaptığı için bugün birçok Kürt milliyetçileri nefret ediyor ondan. Öylesine bir nefret ki, artık bir müze haline gelmiş olan evini yakacak, yaşlılık zamanlarında yaslanarak yürüdüğü bastonunu çalacak kadar büyük bir nefret... Her türlü milliyetçilik bir tür virüstür. Kimin kanına girse, o artık iflah olmaz!

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ