Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Yaşam HT Cumartesi Sonunda ben de ‘Acıların Adası’na gittim...

        Şu ünlü “Acıların Adası”na gitmek üzere Atatürk Havalimanı’ndayım. Upuzun bir yolum var. Daha da uzayabilirdi, THY sayesinde şansım yaver gitti. Önce Houston’a uçacağım. Tam bir detay uzmanı olan Elif Tercan, en iyi rotayı belirlemiş. On iki saatlik uçuşun ardından Houston’dayız. Orta halli havaalanında kuyruk yok gibi. Önümdeki Çinli teyze pasaport polisiyle Çince konuşmaya başlayınca polis beni çağırıyor. Tombik ve sevimli adam bana soruyor: “Bu kadın ne anlatıyor?” Böylece aramızda eğlenceli bir diyalog başlıyor. Polise kadının lehçesini sökemediğimi söyleyince şaşırarak soruyor bu kez: “Gerçekten Çince bilmiyor musun ?” Kahkahalarla gülüyoruz. Pasaportuma damgayı basarken, “Nereye?” diye soruyor. “Acıların Adası’na” diye cevap veriyor. Şaşırıyor ve beni, “Ya, orayı ben de görmek istiyorum, kıskandım şimdi” diyerek uğurluyor. Havaalanında bir saat bekleyeceğim ya. Lounge’a girince Amerika Birleşik Devletleri’ne geldiğimi anlıyorum. İçeride sadece cips ve kolalı içecekler var. Ama insanların yardımseverlikleri inanılmaz. Karşımda oturan yolcular bulup buluşturup priz adaptörlerini bana veriyorlar mesela. Anons yapıldığında ayağa kalkıp teşekkür ediyorum. “Lazım olur, sende kalsın” diye uğurluyorlar. Halbuki tanışmıyoruz bile ! Bir saatlik yolum daha var. Lafayette’e tekerlek koyduğumuzda vakit gece yarısına yakın. Majestelerinin Londra’sından Tess Robinson beni karşılıyor. Food Matters’in jokeri, tam birşirinlik muskası. Her derde deva. Ertesi sabah erkenciyiz. Büyük gün. Artık “Acıların Adası”na çok yakınız. Otelden yola çıktığımızda etrafımız sakin Amerikan varoşu. Ama yol ve çevre yarım saat sonra değişmeye başlıyor. Hem de sihirli bir değnek değmişcesine. Egzotik ve gizem dolu bir dekor. Mississipi’de geçen filmleri hatırlar mısınız? Sanki birileri hafızamda yer alan ne var ne yoksa sağa sola yerleştirmiş gibi. Vasıtanın kliması tavanda. Devasa bir şey. Har har çalışıyor. Kazara duruverse yüksek rutubetten telef olmak işten bile değil. Bu şikâyetçi olduğumuz rutubet, etrafımızı saran floranın ilacı gibi. Her cins ve her ebattaki bitki bu rutubetle vücut bulmakta. Ve nihayet büyük an. Önümüzde mütevazı bir tabela: “Avery Island”. Köprüyü geçip de kontrol kulübesinin önünde durduğumuzda ilginç bir uyarı dikkatimi çekiyor. “Avery Island özel mülkiyettir. Giriş çıkışlar kontrole tabidir. Saat 19.00 ile 07.00 arası ziyaretçi kabul edilmez.” İnsanın adası olması zaten bilindik bir his değil. Ama ya bu kadar şöhretlisi? Madem ki menzile ulaştık, artık adadayız. İşte burası “Acıların Adası”. Nasıl mı? Onu da diyelim. Meşhur “Tabasco” burada yapılmakta. Lousiana zaten acılarıyla biliniyor ya; işte bu ada acıların taçlandığı yer... Mutfak ve içkiyle ilgili herhangi biri için bu ada bir “ ziyaretgâh” sayılır. Ben de aynı hisler içinde “Acıların Adası”a sağ ayağımla adım atıyorum...

        ACININ ÖYKÜSÜ

        Tabasco’nun öyküsü 150 yıl önce başlamış. Ataları İrlanda ve İskoçya’ya uzanan McIlhenny Ailesi ile. Edmund McIlhenny 1868’de müflis bir banker olarak Lousiana’da acı sos işine girer. Bu gün gelinen nokta? Avery İsland’daki tesislerde günde 720 bin şişe acı sos paketleniyor. Şirketin ihracatı inanılmaz soslar, 162 ülkeye satılıyor. Elbette Birleşik Devletler Başkanı’nın masasında ve Kraliçe Elizabeth’in mutfağında da mevcutlar. Ama belki daha da önemlisi şu: Acı sos NASA programına girmiş ve uzaya çıkmış. Müdavim astronotlar varmış. Haklı olarak övünüyorlar... Peki ama nedir bu acı sosun sırrı? Nasıl oldu da bugünkü sarsılmaz şöhretine kavuştu? Elbette her detayı, reçetenin gram gram içeriğini anlatmıyorlar. Tamam. Ama işin özü şu: Acı sosun içinde capsicum frutescens denen biberler var. Sirke var. Tuz var.Peki rakiplerden farkları nedir? Onu da anlatıyorlar, gururla: Hazırladıkları baz karışımı üç yıl kadar meşe fıçılarda saklıyorlar. Bunun için de daha önce Bourbon Whisky imalatçılarının kullandıkları fıçılardan satın alıyorlar. Karışımı fıçılara doldurduktan sonra üzerini kalın bir tuz tabakasıyla sıvayarak mühürlüyorlar. Fıçılar dev depolarda 36 ay uykuya yatıyor. Arada bir elbette göz atıyorlar. Sonrası daha hızlı. Dev kazanlarda çevrilen acı sostan çıkan rayihaya maskesiz direnmeniz mümkün değil. Yüksek teknolojili bir labaratuvar adım adım tüm imalatı denetliyor. Ve akabinde mutfağınıza kadar uzanan yolculuk başlıyor. Acıların Adası’nın şöhretine bir örnekvermeliyim. Turmepa’nın hazırladığı filmin gösteriminde İstanbul ABD Başkonsolosu’yla karşılaştım. Chuck Hunter beni davet etmek istediği bir günün uygun olup olmadığını sorunca, o tarihte Avery İsland’da olacağımı söyledim. “O halde McIlhenny Ailesi ile tanışacaksın” diye cevap verdi. “Hafızan mükemmelmiş” dedim üreticinin ismini hatırlamasına şaşırarak. “Yok” diye yanıtladı, “Bir mutfak meraklısı olarak her dakika bu ailenin şişelerin üzerindeki isimleriyle karşı karşıyayım.”

        ACILARIN BEKÇİLERİ

        Şu “Acıların Adası” Mississipi’nin deltalaştığı yerde. Adada aslında tam ada değil; ada gibi. Etrafında nehir kolları var. Kanallar var. Bataklık var. Ve suyun içinde timsahlar cirit atıyor. Ben uyuyan bir timsahı dürtmeye kalkışınca panikle bambuyu elimden alıyorlar. Timsah çoğunlukla uyumaz beklermiş. Stand By’da... Bir şey çıkar mı diye. Sabahtan beri timsah eti yemek isteyen bendenizi uyardılar. Buranın timsahları küçük olurmuş. Sadece 2.5 metre. Dolayısıyla beni yutamıyor. Ama “Bir iki ısırık alır”, ille suya çekmeye uğraşırmış. Kısacası şu: Neye niyet neye kısmet derler ya, doğru. Ben timsah eti yiyemedim. Ama o az daha beni yiyecekti... Ezcümle, “Acıların Adası” iyi korunuyor. Bedava acı sos çok zor! Tekrar adaya dönersek. Kocaman, uçsuz bucaksız bir yer. Üzerindeki toprağın tamamı biber ekili sanmayasınız. Bu kadar iri hacimli bir iş için Güney Amerika’dan biber alıyorlar. Peki ama nereden, ne kadar alınıyor? Nasıl karıştırılıyor? İşte bunlar memnu konular... Ev sahibinin kibarca atladığı sorularda ısrarlı olmak şık mı? Değil, geçiyoruz. Ama şu kadarını özenle paylaşıyorlar: Biber aldıkları Güney Amerikalı üreticileri destekliyor, eğitiyor ve denetliyorlar. Sonra aldıkları biberleri sadece çalışan profesyoneller değil bizzat kendileri de tadıyorlar.

        ADA MİLLİ PARK

        Dokuz kilometrekarelik adanın bilinen öyküsü kızılderililere kadar uzanıyor. Adanın altındaki devasa tuz madenini ilk olarak onlar buluyorlar. 1800’lerin başından itibaren Marsh ve Avery ailelerine ait olan tuz madeni ve ada 1870’lerdeiçgüveysi Mc Ilhenny’e geçiyor. Adanın talihini, 1872 ile 1949 arasında yaşayan Edward Avery McIlhenny değiştiriyor. Birbirinden farklı çok ilginç konularla ilgilenen Edward bütün dünyadan getirttiği bitki ve ağaçları adaya dikmeye başlıyor. Hemen arkasından timsahların çoğalması için uğraşıyor. Hız kesmiyor. Sırada bir kuş cenneti alıyor. Ve nihayet diğer nadide hayvanlar... Bu özel adamın yaptıkları bugün paha biçilemez bir ölçeğe kavuşmuş. Dünyanın en zengin bahçelerinden birine sahip olmanın nasıl bir şey olduğunu bir düşünün... McIlhenny Ailesi de bunu farkında. Adanınsatılmasını önlemek üzere özel bir vakıf statüsü tesis edilmiş. Akşam yemeğinde büyük torun anlatıyor: “Artık bu adanın geleceği yazıldı, kimsenin satması mümkün değil...” 90 yaşındaki babası bu gelişmeden fevkalade mutlu imiş. “Bir şey daha” diye ekliyor: “Babam gerçek bir İstanbul tutkunudur..."

        MISSISSIPPI ŞARKILARI

        Ertesi gün öğleye yakın Avery İsland girişinin yan tarafındaki iskeleye iniyoruz. Orada bizi bekleyen bir tekne var. Şu altı düz göl motorları vardır ya. Bizim Boğaz’daki “Hiawatha” teknesinin kuzeni gibi. O kadar güzel, o kadar zarif ki, şiir gibi... Hazırlıklar tamammış. İskeleden ayrılıyoruz. Kanepeler, içkiler. Beyaz eldivenli bir garson. Sanki bir dönem filmindeyim. Nehirde karşılaştığımız her tekne bizi selamlıyor. Bizim kaptan da onlara ölçülü bir yanıt vermede. Yaklaşık bir saatlik yolculuktan sonra küçük bir koya, fevkalade mütevazı bir iskele ve çardağa yanaşıyoruz. Ve Acıların Adası’nın müziği başlıyor. Küçücük bir orkestra ve yanık sesli bir adam. Belli ki içli güfteler. Sadece söylemiyor bluegrass banjo’suyla adeta resital veriyor. Bu öyle istisnai şıklıkta bir sürpriz ki. O vahşi ama sakin sessizliğin içinde yakılan bir müzik destanı. O an büyük toruna, “dedesi Edward McIlhenny’nin ruhunu şad ettiğini” söylüyorum. Hisleniyor. Gözü dalıyor. Akdenizliler kadar hislerini sergilemiyor olsa da kolumu tutarak iki kez teşekkür ediyor. Yemek için kömür ızgara hazırlamışlar. İstiridyenin üzerine parmesan benzeri bir rende döküp ızgaraya atıyorlar. Sonra tabii “Hangi Tabasco’yu istersin?” sorusu... Ya ana yemek? Yengeç, iri mavi yengeç. Lezzeti olağanüstü. Acı sos, berdevam... Napa Valley’in hallice şarapları da soframızda... İki saate yayılan keyifin ardından sallanan bir koltuk buluyorum kendimi. Şimdi siesta zamanı. Yaşadığım rüyadan öğle uykusu rüyama geçiyorum: “Bluegrass banjo çalıyor, melez bir kadın bana nasıl dans edeceğimi öğretiyor...”

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ