Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Yaşam HT Pazar muhsin kızılkaya yazıları, ahmet kayanın hayatı, ahmet kaya şarkıları, cevat korkmaz kimdir

        MUHSİN KIZILKAYA / HT PAZAR

        Cevat Korkmaz eski bir gazeteci. Şimdi işadamı... 1987 yılında Diyarbakır’da Ahmet Kaya’yla tanıştı. Dostlukları Ahmet Kaya’nın ölümüne kadar sürdü. En yakın arkadaşıydı. Ölümünün 14. yılında Ahmet Kaya’yı bir de Cevat Korkmaz anlatsın istedim.

        Ahmet’in magazinciler gecesine gideceğini biliyor muydun?

        Biliyordum.

        Sen niye gitmedin onunla?

        O gece benim erteleyemeyeceğim önemli bir işim vardı, gidemedim.

        Diyorlar ki: “Ahmet kendisine ayrılan masanın yerini beğenmeyince o fevri konuşmayı yaptı.” Bunun gerçeklik payı nedir?

        Külliyen yalan. Ahmet öyle biri değildi. Ahmet o tür gecelerden sıkılan birisiydi. Çok heyecanlı biriydi ama bilinçli olarak hiçbir fevri davranışta bulunmazdı. O gece, o lafı söylemesi gerektiğini düşünmüş ve çıkıp söylemiş. Bence o lafın bedelinin bu kadar ağır olacağını hiç tahmin etmedi.

        Belli ki bir şeylere tepki duymuştu...

        Öyle. O gece okuyacağını söylediği o Kürtçe parça, Suriyeli bir Kürt’ün, Hekim Sefkan’ın bir bestesiydi. Daha önce üzerinde çalışmıştı. Hatta o gece orada görmüş olduğu ilgi, iltifatlar bile onu o lafı söylemeye teşvik etmiş olabilir.

        Senin olan bitenlerden ne zaman haberin oldu?

        Olaydan bir gece sonra... Ben bir yerde yemekteydim. Gece onu aradım, cep telefonu kapalıydı. Hayatım boyunca onun numarasını unutmayacağım, 0532 213... kapalıydı. Yemekteyken telefon geldi bana, ikimizin sık sık kaldığı Rumeli Kavağın’daki evde bekliyordu beni. Başına bir bela geldiğini o anda anladım. Cuma günüydü, hafta sonunu o evde geçirdik. Pazartesi günü arabamla onu DGM’ye götürdüm.

        Mahkemede ne oldu?

        Hâkim tutuklama kararı verdi. Onu cezaevine götüreceklerdi. İkimiz yalnız gitmiştik, ne eşi, ne çocukları... Ben yıkıldım. Onu orada bıraktım, tek başıma mahkemeden çıkıp gittim, perişandım. İşyerime gittim, akşama doğru telefonum çaldı. Arayan oydu. Dedi ki: “Beni Ümraniye Cezaevi’nde senin hemşerilerin, Diyarbakırlıların koğuşuna aldılar. Beni çok iyi karşıladılar. Gülten çamaşır falan hazırlamış, git onları evden al, cezaevine getir.” Koşarak Etiler’deki evine gittim. Kapıyı çaldım, açtılar, bir de baktım ki mükellef bir sofra kurmuş, sofranın başında o, beni bekliyor. Meğerse tutukluluğuna itiraz edilmiş, itiraz kabul edilmiş, serbest bırakmışlar, bana sürpriz yapmış.

        Ondan sonra ne oldu?

        Bundan sonra yargılama süreci başladı. Etiler’deki evi terk etti, Levent’teki stüdyoya yerleşti. Stüdyoda da bir divan vardı. Demo’larını orada dolduruyor, orada yatıp orada kalkıyordu. İkimiz orada kalıyorduk. Divana o yatınca ben ayakta kalıyordum, ben yatınca o kalıyordu. Ben çekip gidiyordum, ben gitmeyeyim diye gidip bana şişme yatak aldı. Yatağı şişiriyorduk. O divanda, ben yatakta...

        ‘ÖZKÖK’ÜN ‘AYIP ETTİN GÖZÜM’ YAZISI İÇİN ‘İPİMİ ÇEKTİLER’ DEDİ’

        Mahkeme süreci uzadıkça uzadı galiba...

        Evet, süreç uzadıkça onun psikolojisi bozulmaya başladı. Tam o sırada Ertuğrul Özkök’ün “Ayıp ettin gözüm” yazısı çıktı... Bu yazı onun hayatında dönüm noktası oldu. “Bu yazıdan sonra artık hiçbir şey benim için eskisi gibi olamaz. Benim ipimi çektiler” dedi. O günden itibaren sürekli yurtdışına gitmeyi kurgulamaya başladı.

        Nereye gidecekti?

        Nereye gideceğini bilmiyordu. Önce Almanya’ya gitmeye karar verdi. Beni de beraberinden götürecekti. 15 bin Mark yatırdı, 1 haftada bana vize aldı. Stüdyoda kaldığı 3-4 aylık süre içinde, hiçbir arkadaşı onu aramadı. Sanki cüzamlı biriymiş gibi herkes ondan kaçıyordu. Yakın arkadaşlarından hiçbiri onu ziyaret etmedi. Sadece bir kez Suavi geldi ziyaretine. Hiçbir sanatçı arkadaşı ona destek ziyaretinde bulunmadı. Cenaze günü onun evinde gördüğüm hiçbir arkadaşı o dar günlerinde yanında olmadı. Öldükten sonra hepsi timsah gözyaşı dökmeye başladı.

        Mahkemesine neden dostları gelmiyordu peki?

        Herkes “Beni de ilişkilendirirlerse sonum olur” diye düşünmüş olmalı. Yargılamaları sürerken, bir celse hariç bütün duruşmalarına girdim. O yurtdışındaydı, eşi Gülten ile birlikte yalnız başımıza mahkemedeydik.

        Gitmeye nasıl karar verdi?

        Gideceğini ben de dahil olmak üzere hiç kimseye söylemedi. Eşiyle çok özel bir konuşma yapıp yapmadığını bilmiyorum ama sanırım gidişi eşi için de sürpriz oldu. Çünkü onun kafasında da gidip kalmak yoktu. Planlanmış bir dizi konser vardı. Onları yapıp gelecekti. Yurtdışına gittikten sonra, onu orada kalmaya ikna eden bir şey oldu. Telefonda bana şimdilik dönmeyi düşünmediğini söyledi. Henüz yerleşeceği ülkeyle ilgili kararını vermemişti. Sonra Fransa’yı daha çok yakıştırdı kendisine.

        Kalp hastalığının geçmişi var mıydı?

        Annesi ve babası kalpten gitmişti. Ailede vardı.

        Buradayken hiç rahatsızlandı mı?

        Sadece ben 5-6 kez onu hastaneye götürmüşüm. En son Ankara’da konser öncesi götürdüm onu. Bütün gün eli nabzında dolaşırdı. Annesi ve babasının akıbeti onda ciddi bir travma yaratmıştı. Rahmetli 1.70 boyundaydı, öldüğünde 120 kiloyu aşmıştı. Zaten sıkıntısını dağıtmak için çok içki içiyordu, günde 2-3 paket sigara bitiriyor, durmadan yemek yiyordu. Yemek yemiyor, intihar ediyordu. Rahmetli hep, “Bir gün bir roman yazalım, romanımızın adı ‘Yiyerek Ölenlerin Romanı’ olsun” derdi. Genetik kalp rahatsızlığı olmasa bile bu durum onu felakete götürmek için yeterliydi. Böyle bir yaşam biçiminin onu ölüme götüreceğini tahmin etmemesi mümkün değildi.

        Şiirini bestelediği polis şefi Salih Güngör’ün yurtdışına kaçmasına yardım ettiğiyle ilgili bir efsane var. Gerçek mi bu?

        Hayır, hayır. O gece beraberdik. Gece boyunca içtik. Sabah bir arkadaşımız onu havaalanına bırakmış, tarifeli Almanya uçağıyla gitti. Yurtdışına çıkma yasağı kaldırılmıştı, kalkınca gitme fikrini kafasında olgunlaştırmıştı.

        Yani bu gidişin esrarengiz bir hikâyesi yok.

        Hayır yok. Gidişini asıl tetikleyen şeyi söyleyeyim sana. Bir gece stüdyoda otururken birisi pencereye bir kurşun sıktı. Kurşun gelip rafa saplandı. Dışarı çıktık. İş kurşunlamaya vardığına göre bundan sonraki adım ne olur diye kaygılanmış olmalı.

        ‘YİYEREK ÖLENLERİN ROMANI’NI YAZDI’

        Gitmeden önce burada günleri nasıl geçiyordu? Türkiye’de kaldığı dönem içinde kendisini içeri hapsetmiş, dışarı çıkmıyordu. Bir gün ben Kılıç Ali Paşa Hamamı’nı kapattım, onu oraya götürdüm. O meşum geceden sonra Türkiye’de kaldığı süre içinde tek sosyal aktivitesi bu hamam sefası oldu. Stüdyoda yatıp stüdyoda kalkıyordu. Durmadan yemek yapıyordu. Stüdyoda mangaldan bir döner makinesi yapmıştı. İlkeldi, altı pişince üstü pişmiyordu etin. Üstü pişmeyince tavada tekrar kızartıp yiyorduk. Paris’ten kaburga dolması istiyordu. Diyarbakırlı Selim Usta’da yaptırıyor, dondurup Gülten’e teslim ediyor, Gülten Paris’e kaburga dolması götürüyordu. Orada fırına atıyor, aynı seremoni ve aynı zafer narası: “Hahooo, hahooo, ziyafete bak!” Yiyerek Ölenlerin Romanı’nı orada yazmaya devam ediyordu.

        ‘POLİS GECESİNDE ŞARKI SÖYLEMESİ KORUNMA İÇGÜDÜSÜ’

        Şu polisle olan ilişkisine dair neler biliyorsun?

        “Şarkılarım Dağlara” albümünü yaptığı zamanlar... O sırada faili meçhul cinayetler dönemi. Öldürülecekler listesinde o da var. O sırada polis şefi Salih Güngör’le dost oldu. Mali Şube Müdürü’ydü Güngör. Bir şiiri vardı, bestelemesini istiyordu. Besteledi. En çok satan kasetine koydu. Korunma içgüdüsüyle yapmıştı. Polis gecesine çıkıp şarkı söylemesi de böylesi bir kaygının ürünüydü.

        gazeteci. Şimdi işadamı...

        1987 yılında Diyarbakır’da

        Ahmet Kaya’yla tanıştı.

        Dostlukları Ahmet Kaya’nın

        ölümüne kadar sürdü. En yakın

        arkadaşıydı. Ölümünün 14. yılında

        Ahmet Kaya’yı bir de Cevat Korkmaz

        anlatsın istedim.

        ■■ Ahmet’in magazinciler

        gecesine gideceğini biliyor

        muydun?

        Biliyordum.

        ■■ Sen niye gitmedin onunla?

        O gece benim erteleyemeyeceğim

        önemli bir işim vardı, gidemedim.

        ■■ Diyorlar ki: “Ahmet

        kendisine ayrılan masanın yerini

        beğenmeyince o fevri konuşmayı

        yaptı.” Bunun gerçeklik payı nedir?

        Külliyen yalan. Ahmet öyle biri

        değildi. Ahmet o tür gecelerden

        sıkılan birisiydi. Çok heyecanlı

        biriydi ama bilinçli olarak hiçbir fevri

        davranışta bulunmazdı. O gece, o

        lafı söylemesi gerektiğini düşünmüş

        ve çıkıp söylemiş. Bence o lafın

        bedelinin bu kadar ağır olacağını hiç

        tahmin etmedi.

        ■■ Belli ki bir şeylere tepki

        duymuştu...

        Öyle. O gece okuyacağını söylediği

        o Kürtçe parça, Suriyeli bir Kürt’ün,

        Hekim Sefkan’ın bir bestesiydi.

        Daha önce üzerinde çalışmıştı. Hatta

        o gece orada görmüş olduğu ilgi,

        iltifatlar bile onu o lafı söylemeye

        teşvik etmiş olabilir.

        ■■ Senin olan bitenlerden ne

        zaman haberin oldu?

        Olaydan bir gece sonra... Ben

        bir yerde yemekteydim. Gece onu

        aradım, cep telefonu kapalıydı.

        Hayatım boyunca onun numarasını

        unutmayacağım, 0532 213...

        kapalıydı. Yemekteyken telefon geldi

        bana, ikimizin sık sık kaldığı Rumeli

        Kavağın’daki evde bekliyordu beni.

        Başına bir bela geldiğini o anda

        anladım. Cuma günüydü, hafta

        sonunu o evde geçirdik. Pazartesi

        günü arabamla onu DGM’ye

        götürdüm.

        ■■Mahkemede ne oldu?

        Hâkim tutuklama kararı verdi.

        Onu cezaevine götüreceklerdi.

        İkimiz yalnız gitmiştik, ne eşi, ne

        çocukları... Ben yıkıldım. Onu orada

        bıraktım, tek başıma mahkemeden

        çıkıp gittim, perişandım. İşyerime

        gittim, akşama doğru telefonum

        çaldı. Arayan oydu. Dedi ki:

        “Beni Ümraniye

        Cezaevi’nde senin

        hemşerilerin,

        Diyarbakırlıların

        koğuşuna aldılar.

        Beni çok iyi

        karşıladılar. Gülten

        çamaşır falan

        hazırlamış, git

        onları evden al,

        cezaevine getir.”

        Koşarak Etiler’deki

        evine gittim. Kapıyı çaldım, açtılar,

        bir de baktım ki mükellef bir sofra

        kurmuş, sofranın başında o, beni

        bekliyor. Meğerse tutukluluğuna

        itiraz edilmiş, itiraz kabul edilmiş,

        serbest bırakmışlar, bana sürpriz

        yapmış.

        ■■ Ondan sonra ne oldu?

        Bundan sonra yargılama süreci

        başladı. Etiler’deki evi terk etti,

        Levent’teki stüdyoya yerleşti.

        Stüdyoda da bir divan vardı.

        Demo’larını orada dolduruyor, orada

        yatıp orada kalkıyordu. İkimiz orada

        kalıyorduk. Divana o yatınca ben

        ayakta kalıyordum, ben yatınca

        o kalıyordu. Ben çekip gidiyordum,

        ben gitmeyeyim diye gidip bana

        şişme yatak aldı. Yatağı şişiriyorduk.

        O divanda, ben yatakta...

        ‘ÖZKÖK’ÜN ‘AYIP ETTİN

        GÖZÜM’ YAZISI İÇİN

        ‘İPİMİ ÇEKTİLER’ DEDİ’

        ■■Mahkeme süreci uzadıkça

        uzadı galiba...

        Evet, süreç uzadıkça onun

        psikolojisi bozulmaya başladı. Tam

        o sırada Ertuğrul Özkök’ün “Ayıp

        ettin gözüm” yazısı çıktı... Bu yazı

        onun hayatında dönüm noktası oldu.

        “Bu yazıdan sonra artık hiçbir şey

        benim için eskisi gibi olamaz. Benim

        ipimi çektiler” dedi. O günden

        itibaren sürekli yurtdışına gitmeyi

        kurgulamaya başladı.

        ■■ Nereye gidecekti?

        Nereye gideceğini bilmiyordu.

        Önce Almanya’ya gitmeye karar

        verdi. Beni de beraberinden

        götürecekti. 15 bin Mark yatırdı,

        1 haftada bana vize aldı. Stüdyoda

        kaldığı 3-4 aylık süre içinde, hiçbir

        arkadaşı onu aramadı. Sanki

        cüzamlı biriymiş gibi herkes ondan

        kaçıyordu. Yakın arkadaşlarından

        hiçbiri onu ziyaret etmedi. Sadece

        bir kez Suavi geldi ziyaretine.

        Hiçbir sanatçı arkadaşı ona destek

        ziyaretinde bulunmadı. Cenaze

        günü onun evinde gördüğüm hiçbir

        arkadaşı o dar günlerinde yanında

        olmadı. Öldükten sonra hepsi timsah

        gözyaşı dökmeye başladı.

        ■■Mahkemesine neden dostları

        gelmiyordu peki?

        Herkes “Beni de ilişkilendirirlerse

        sonum olur” diye düşünmüş olmalı.

        Yargılamaları sürerken, bir celse

        hariç bütün duruşmalarına girdim.

        O yurtdışındaydı,

        eşi Gülten ile

        birlikte yalnız

        başımıza

        mahkemedeydik.

        ■ Gitmeye nasıl

        karar verdi?

        Gideceğini

        ben de dahil

        olmak üzere hiç

        kimseye söylemedi.

        Eşiyle çok özel bir konuşma yapıp

        yapmadığını bilmiyorum ama

        sanırım gidişi eşi için de sürpriz

        oldu. Çünkü onun kafasında da gidip

        kalmak yoktu. Planlanmış bir dizi

        konser vardı. Onları yapıp gelecekti.

        Yurtdışına gittikten sonra, onu orada

        kalmaya ikna eden bir şey oldu.

        Telefonda bana şimdilik dönmeyi

        düşünmediğini söyledi. Henüz

        yerleşeceği ülkeyle ilgili kararını

        vermemişti. Sonra Fransa’yı daha

        çok yakıştırdı kendisine.

        ■■ Kalp hastalığının geçmişi

        var mıydı?

        Annesi ve babası kalpten gitmişti.

        Ailede vardı.

        ■■ Buradayken hiç

        rahatsızlandı mı?

        Sadece ben 5-6 kez onu hastaneye

        götürmüşüm. En son Ankara’da

        konser öncesi götürdüm onu. Bütün

        gün eli nabzında dolaşırdı. Annesi

        ve babasının akıbeti onda ciddi

        bir travma yaratmıştı. Rahmetli

        1.70 boyundaydı, öldüğünde 120

        kiloyu aşmıştı. Zaten sıkıntısını

        dağıtmak için çok içki içiyordu,

        günde 2-3 paket sigara bitiriyor,

        durmadan yemek yiyordu. Yemek

        yemiyor, intihar ediyordu. Rahmetli

        hep, “Bir gün bir roman yazalım,

        romanımızın adı ‘Yiyerek Ölenlerin

        Romanı’ olsun” derdi. Genetik

        kalp rahatsızlığı olmasa bile bu

        durum onu felakete götürmek için

        yeterliydi. Böyle bir yaşam biçiminin

        onu ölüme götüreceğini tahmin

        etmemesi mümkün değildi.

        ■■ Şiirini bestelediği polis

        şefi Salih Güngör’ün yurtdışına

        kaçmasına yardım ettiğiyle ilgili bir

        efsane var. Gerçek mi bu?

        Hayır, hayır. O gece beraberdik.

        Gece boyunca içtik. Sabah bir

        arkadaşımız onu havaalanına

        bırakmış, tarifeli Almanya uçağıyla

        gitti. Yurtdışına çıkma yasağı

        kaldırılmıştı, kalkınca gitme fikrini

        kafasında olgunlaştırmıştı.

        ■■ Yani bu gidişin esrarengiz bir

        hikâyesi yok.

        Hayır yok. Gidişini asıl

        tetikleyen şeyi söyleyeyim sana.

        Bir gece stüdyoda otururken birisi

        pencereye bir kurşun sıktı. Kurşun

        gelip rafa saplandı. Dışarı çıktık.

        İş kurşunlamaya vardığına göre

        bundan sonraki adım ne olur diye

        kaygılanmış olmalı.

        ‘YİYEREK ÖLENLERİN

        ROMANI’NI YAZDI’

        ■■Gitmeden önce burada

        günleri nasıl geçiyordu?

        Türkiye’de kaldığı dönem içinde

        kendisini içeri hapsetmiş, dışarı

        çıkmıyordu. Bir gün ben Kılıç Ali

        Paşa Hamamı’nı kapattım, onu

        oraya götürdüm. O meşum geceden

        sonra Türkiye’de kaldığı süre içinde

        tek sosyal aktivitesi bu hamam

        sefası oldu. Stüdyoda yatıp stüdyoda

        kalkıyordu. Durmadan yemek

        yapıyordu. Stüdyoda mangaldan bir

        döner makinesi yapmıştı. İlkeldi,

        altı pişince üstü pişmiyordu etin.

        Üstü pişmeyince tavada tekrar

        kızartıp yiyorduk. Paris’ten kaburga

        dolması istiyordu. Diyarbakırlı

        Selim Usta’da yaptırıyor,

        dondurup Gülten’e teslim ediyor,

        Gülten Paris’e kaburga dolması

        götürüyordu. Orada fırına atıyor,

        aynı seremoni ve aynı zafer narası:

        “Hahooo, hahooo, ziyafete bak!”

        Yiyerek Ölenlerin Romanı’nı orada

        yazmaya devam ediyordu.

        ‘POLİS GECESİNDE ŞARKI

        SÖYLEMESİ KORUNMA

        İÇGÜDÜSÜ’

        ■■ Şu polisle olan ilişkisine dair

        neler biliyorsun?

        “Şarkılarım Dağlara” albümünü

        yaptığı zamanlar... O sırada

        faili meçhul cinayetler dönemi.

        Öldürülecekler listesinde o da var.

        O sırada polis şefi Salih Güngör’le

        dost oldu. Mali Şube Müdürü’ydü

        Güngör. Bir şiiri vardı, bestelemesini

        istiyordu. Besteledi. En çok

        satan kasetine koydu. Korunma

        içgüdüsüyle yapmıştı. Polis gecesine

        çıkıp şarkı söylemesi de böylesi bir

        kaygının ürünüydü.

        ‘Sosyeteden bile bir sürü arkadaşı vardı’

        Şu son dönemlerindeki Kürtçülüğüne gelince...

        Ahmet Kaya Türk - Kürt ayrımı yapmazdı. Sosyeteden bile bir sürü arkadaşı vardı. Aksine daha az Kürt arkadaşı vardı. Mesela Ayşegül Nadir’in yalısında birkaç kez beraber partilere bile gittik. Çok renkli dostları vardı.

        'Pavyonda kendi taklidini yaptı'

        Bir sürü komik anınız var birlikte. Muzip ve hınzır bir adamdı benim de tanıdığım kadarıyla. Biraz bu hınzırlıklarından bahsetsene...

        Hangisini anlatsam... Ankara’da sendikacı Yaşar Seyman’ın akrabalarının işlettiği bir pavyon vardı. “Hadi sizi oraya götüreyim” dedi Yaşar Abla, kalkıp gittik. Ahmet kafasına bir kasket geçirdi. Bir kadın sahneye çıktı, çok kötü şarkı söylüyor. Mikrofonu da iki de bir Ahmet’e uzatıyor, Ahmet’i tanımıyor. Ahmet şapkasını çıkarmadan bir parça söyledi. Herkes kulak kesildi. Sonra bir tane daha söyledi, kendi kendisinin taklidini yaptı, içtik, gecenin bir saati kalktık, herkes “Bu herifin sesi ne kadar güzel, aynen Ahmet Kaya’ya benziyor” dedi. Bir kitap olabilecek kadar bir sürü komik anımız var, belki bir gün yazarım.

        Ferhat Tunç’a da acılı elma yedirmişsiniz.

        Evet, onu ben yaptım. Ferhat gelecekti bizim büroya. Ben de bütün elmalara Urfa biberi sürdüm. Ferhat geldi, elmayı aldı, ısırdı, bir türlü yutamıyor. Sonra yuttu ve “Ulan bu elma acı” dedi. Ahmet atıldı, “Evet Ferhatcığım, onları yeni Urfa’dan getirttik” dedi.

        “Saza Niye Gelmedin” türküsünü sen mi Ahmet Kaya’ya verdin?

        O türkünün olduğu CD’nin kapağında bana bir teşekkür var. Türküyü Diyarbakırlı Emin Taşın getirdi. Rahmetli Celal Güzelses’in okuduğu şekliyleydi. Ahmet takla attırdı, sözlerine eklemeler çıkarmalar yaptı, müziğinde değişiklikler yaptı. “Üç gün oldu dört gün oldu... geçen cuma gelecektin” kısımlarını kendisi ekledi. Tarzına uygun olup olmadığına bir türlü karar veremiyordu. Albüme almada tereddüt etti. Albümü bitmek üzereydi. Bir gece yemek yerken beraber söyledik, ısrar ettim, “Hadi kalk gidelim, okuyalım” dedi. Geldik stüdyoya. Okudu ve türkü patladı.

        “Şu Dağlarda Kar Olsaydım”ın da bir hikâyesi var sanırım.

        O şarkıda birçok kişinin emeği var. Bir gece ben, o, Yusuf Hayaloğlu, Ferhat Tunç ve birkaç kişi Yusuf’un Cihangir’deki evinde oturuyoruz. Bir sürü müzik aleti var, herkes bir şey tutturdu, tutturulan şeye Yusuf orada söz yazdı, sonra bir araya getirdiler. Ahmet o müziği Kadir İnanır’ın “Tatar Ramazan” filminde film müziği olarak kullandı. Ama o şarkıyı kimse okumadı. İlk olarak onu Müslüm Gürses okudu. O parça bir halk konseri CD’sinden başka hiçbir albüme girmedi.

        Yusuf’un evi dedin de...

        Evet, Kolay Apartmanı’ndaki ev... Girişten 2 kat aşağı inilen, dubleks bir evdi. Karşılıklı 2 divan vardı. Ahmet’le ikimiz evden kaçmıştık. Karşılıklı iki divanda yatıyoruz ikimiz, Yusuf ayakta... Evde sabahtan akşama kadar yemek pişiriyoruz, yemek de güveçle pilav... Kocaman kocaman tencereler almışız, Yusuf ise yemekten nefret ediyor, kuş gibi yiyor. O koca tencerelere, biz gittikten sonra rahmetli Yusuf toprak doldurdu, çiçek ekti, saksı olarak kullanmaya başladı.

        Ahmet Kaya hâlâ yaşıyor efsanesi nereden geliyor peki?

        Rahmetlinin hâlâ kasetleri çıkıyor ya o yüzden. Henüz yayınlanmamış en az 10 demo’su daha olduğunu biliyorum mesela. Sürekli kayıt yapardı. Stüdyoda yatıp kalktığı için bulduğu her fırsatta bir parça okurdu. Bu demo’ların tümü Gülten’de, hepsini sırayla düzenliyor ve yayınlıyor. Bunlar piyasaya çıktıkça insanlar ölmediğine inanıyor. Ölen adam bu kadar yeni şarkı söyler mi?

        MUHSİN KIZILKAYA'NIN BUGÜNKÜ KÖŞE YAZISI:

        Ahmet Kaya'nın genç bir sanatçı olarak portresi

        Kürtçe bilmeyen bir Kürt’tü. Kürt olduğunu öfkeyle haykıran bir Türk’tü. Polis gecesine çıkacak kadar polisle dost, “yasal mermisiyle yaklaşmakta olan bir komiserden” kaçacak kadar “başı belada” bir firariydi. Devleti sevmeyen bir milliyetçiydi.

        Hiç dağa çıkmamış bir dağ sevdalısıydı. Şarkıları ve sesiyle insanı dağlara çağıran bir isyankârdı, ama o isyanı durdurmak için göğsünü siper yapacak kadar da barışçıydı.

        Devrim olsa, devrim yapılan yerde durmayacak kadar devrime inanmamış bir oportünistti ama devrim olsun diye her şeyini feda edecek kadar Ortodoks bir Marksist’ti.

        Şiir yazmayan bir şairdi. Yazılan şiirlerin ruhuna nüfuz etmesindeyse herkesten daha mahirdi. Sesi, şarkıları kadar şiir için de yaratılmıştı. En berbat şiir bile onun sesinde adamı galeyana getirecek kadar mükemmel bir tilavete kavuşur, her dizeyi bir mermiye dönüştürürdü. Şiirden ölümüne kaçan, ondan nefret eden bir şiir düşmanını bile şiir müptelası yapacak kadar güzel şiir okurdu. O yüzden büyük şairlerin (Ahmed Arif, Attila İlhan, Hasan Hüseyin Korkmazgil, Nevzat Çelik, Ülkü Tamer, Orhan Kotan, Yusuf Hayaloğlu) şiirlerinden yaptığı besteler, o şiirlerin gerisinde kalmazdı.

        Yaptığı besteler mi, o bestelerin icrası mı onun sanatını tanımlayan şeydi; bence bunu hiç önemsemezdi. Yaptığı her ölümsüz besteyi, taklidi zor bir icrayla en yüksek kata çıkarırdı. Kapitalizme düşman bir küçük burjuvaydı; arabası lükstü, güzel bir yazlığı vardı, iyi bir hayat yaşıyordu. Sosyalist olmayı, bütün güzel şeyleri burjuvalara bırakmak olarak gören bir “ahmak” değildi yani. Ama yine de zengin mahallesinde oturan bir fakirdi o.

        Bir omuzu düşük, Diyarbakır işi yumurta topuk iskarpinin topuklarına basmış, elinde tespih, dudağının kenarında sigara, “dünyaya gururla bakan” bir dayıydı. Ama o dayıyı sıradan bir mahalle kabadayısından ayıran nevi şahsına münhasır bir “devrimci tavrı” vardı.

        Bu “devrimci tavır” bazen üzerinde o kadar sakil dururdu ki; o muzip, yakışıklı gülümsemesiyle örtemeye çalışır ve o gülümseme de bütün açmazlarını örterdi. Gürültüyle gülerdi.

        Tek rol modeli Kadir İnanır’dı. Kadir İnanır “Kadir Abi”yse, o da “Ahmet Abi”ydi. Sert gibi görünen ama sert olmayan bir romantikti.

        DOĞDU, 30 YIL AÇ KALDI

        İslamcıları gerici gören bir laik değildi. Her ahval ve şerait altında haykırmaktan özel bir zevk aldığı devrimciliğiyse, gençliğinde beyaz gömleğinin yakasına yapışmış, bir daha silinmeyecek güzel bir leke gibi taşırdı. Gençliğinde edindiği bu “devrimci tavrı”, orta yaşlarında da takındı. Ama yaşadığı hayatla bu tavır çatıştığında, yaşadığı hayattan yana tavır alırdı.

        Annesinin başörtüsünü, “Avusturya İşçi Marşı” kadar severdi. O yüzden “Beni bilimle anla iki gözüm, felsefeyle anla ve tarihle yargıla” derdi.

        Hep Malatya’da yaşamış bir Malatyalı, hiç İstanbul’da yaşamamış bir İstanbullu gibiydi. İstanbul’da Malatya’yıarar bulur, gittiği her yerde ise İstanbul’u yaşardı. O yüzden son demlerini geçirdiği Paris’i İstanbul’un yerine koyamadığından, biraz da bu şehrin hasretinden öldü.

        Doğdu, 30 yıl aç kaldı. 30’lu yaşlarda ekmeği buldu. Bu kez “Yeme” dediler, “Şişmanlarsın.” Yedi, şişmanladı, bedenine çok kötü davrandı, onu hor kullandı. “Yaşasın sigara” sloganını, “Kahrolsun faşizm” sloganı kadar severdi.

        Katık yapmak için cebinde acı biber taşıyacak kadar kebaba düşkün, uğruna muhteşem bir besteden vazgeçecek kadar yemeğe meraklıydı. Yaptığı bütün besteleri oturduğu mükellef bir sofrada notalara dökmüş gibi, doymak bilmez bir iştah ve ağız tadıyla okurdu.

        Her fırsatta fıkra anlatırdı. Fıkraları güzel, lezzetli bir yemek yer gibi anlatırdı. Lahmacun başyapıtıydı. Viskinin yanında bile lahmacun yerdi.

        Sesi buğuluydu. Üzerine şarap kokusu sinmişti. Rakı, sesinin mezesiydi. Sofrada bulunanları rakı değil, sesi sarhoş ederdi.

        ÖLÜNCE HEPSİ HAYRANI KESİLDİ

        Ona göre müziği, “muhalif, başkaldıran, toplumcu” bir müzikti. Kültür - sanat dünyasının su başını tutmuş, kendine “solcu” diyen kibirli entelektüellere göre ise yaptığı müzik, “eylülist, popülist, devrimci arabeskti.” Bu solculara, “Ölürken değil, yaşarken beni anlayın” diye yalvardığı halde, hiçbiri sesine kulak vermedi; onu hiç kendilerinden saymadılar. Hep “lümpen” olarak gördüler ama ölünce de hepsi hayranı kesildi.

        Kürtlerin yanında Kürtleri, Türklerin yanında Türkleri, devrimcilerin yanında devrimcileri, milliyetçilerin yanında milliyetçileri kızdırırdı. Türklerin yanında Kürtçü, Kürtlerin yanında Türkçü, devrimcilerin yanında ülkücü, ülkücülerin yanında devrimci olurdu. Sadece ama sadece yaptığı bestelerde kendisiydi. Kendisini ele veren tek şeyi, muhteşem icracılığıydı. O yüzden hiçbir kalıbın adamı değildi. Belki de şarkılarını her görüşten, her meşrepten insanın sevmesinin sırrı buydu. Devlete kızdığında, devletin nefret ettiği şey neyse onu yapacak, devlete karşı olanlara kızdığında ise devletin ne kadar iyi bir devlet olduğuna onları inandırmaya çalışacak kadar kendisine güvenirdi. Nasıl hissettiyse öyle davranırdı. Mazbatasını Yüksek Seçim Kurulu’ndan değil halktan almış bir milletvekili olarak görürdü kendini.

        EN BÜYÜK KORKUSU VATANINDAN AYRI KALMAKTI

        En büyük korkusu vatanından ayrı kalmaktı. Kelle paçadan, Adana kebabından, Bodrum’dan, İstanbul’dan, büyük kalabalıklardan, düşmanlarının öfkesinden, hayranlarının sevgisinden, arabasından, rakıdan, balıktan, kebaptan, evinden, kızları Çiğdem ve Melis’ten, Türkçe’nin muhteşem tınısından, şiirden, dostlarından ayrı kalmayı felaketi olarak görürdü. Hepsine çok zor ulaşmıştı, kolayca elinden çıksın istemezdi.

        Günün birinde kendisinin de başına geleceğini hiç tahmin etmeden, oturup sürgün olmanın felsefesini bile yaptı. 15 yıl sonra sürgünden dönen Kürt romancı Mehmed Uzun’a, “İnsan hayatında üç kez çocuk olur Mehmed Abi. İlki çocukken. İkincisi sürgüne giderken, üçüncüsü de sürgünden dönerken” dedi. Mehmed sürgünden döndü, bir gece Mehmed’i sabaha kadar Beyoğlu’nda gezdirdi, onu çocuklar gibi sevindirdi. Yıllar sonra korktuğu onun başına geldi, bir gece “ceketini yağmurlara asıp” kendisi sürgüne gitti. Bu kez Mehmed Uzun Paris’e gitti, bir gece sabaha kadar onu Paris’te gezdirdi, çocuklar gibi sevindirdi.

        SON GÜNLERİ, SON SÖZLERİ

        Onu en son görenlerden birisiydi Mehmed Uzun. Son günlerini şöyle anlattı:

        “Çok sıkıntılıydı, Paris’e alışamamıştı, Fransızca öğrenememişti. Avrupa’nın her şeyi tuhaf geliyordu ona, isyan ediyordu; İstanbul’daki hayatını özlüyordu, Türkiye’deki dostluklarını arıyordu; karısı, kızı Melis, sevimli köpeği Pako burnunda tütüyordu. Sürgünün didişmeleri, Avrupa’nın güç ilişkileri ilgisini çekmiyordu. Aklı müziğinde, sanatındaydı. Artık sürgünde olduğunun farkındaydı.”

        Dünyaya sataştı. Doğru bir sözü, yanlış bir yerde söyledi. (Kürtçe şarkı söylediği magazincilerin gecesi...) Arkasında şahane bir külliyat bırakarak sürgüne gitti. Gittiği yerde, Paris’te 16 Kasım 2000 günü sürgün yedi kalbinden; son sözü şu oldu.

        “Üzmeyin beni

        Zaten çok yalnızım

        Üzmeyin beni

        Çabuk yaşlanırım

        Vay benim köpek yalnızlığım

        Ben memleket arsızıyım”

        Ve ekledi: “Yaz da olsa kış da olsa fark etmez. Ben geceleri çok üşüyorum. Sorun kalorifer sorunu değil. Beni üşüten tek şey var: Vatansızlık!”

        “Köpek yalnızlığı” içinde, “vatansızlıktan” öldüğünde 42 yaşındaydı. Daha fazla ısınsın diye vatanı seremedik üzerine. Ruhu hâlâ üşüyor sürgünde!

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ