Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Yaşam HT Pazar 5 kilometrelik bir parkur arıyorum!

        Emily FELDMAN/ İSTANBUL

        Dar sokakları ve dik yokuşlarıyla İstanbul kesinlikle bir koşu şehri değil. Hele ki kural tanımayan şoförlerin set çektiği güzel mi güzel yollarda yayalar için hayat çoğu zaman çekilmez bir hal alıyor. Bu şehirde gezinmek can yakıcı olabiliyor. Galata Köprüsü’nü mesken tutan balıkçılardan birinin, oltasını bir kadının tişörtüne taktığını bile gördüm! Yine de koşmaya kararlıydım. Bu alışkanlığı New York’ta edindim. Öyle azılı bir koşucu değilim. Haftada birkaç gün, masa başında geçirdiğim o “doğaya aykırı” zamanı dengelemek için koşuya çıkıyorum. Geçen yıl, 15 kilometrelik Vodafone Avrasya Maratonu’nda bile yarıştım! Amacım, kendime bir parkur bulmaktı; en azından beni koşu bandına mahkûm eden engelleri by-pass edebileceğim bir güzergâh... Ne çare! Umutsuz bir çabaymış benimkisi. Ama aramaya devam ediyorum.

        İSTANBUL’DA KOŞMANIN BEDELİ AĞIR

        Elbette ki hiçbir şey İstanbul’a taşındığım yazdan daha kötü olamaz. O zamanlar İstanbul’da bildiğim iki semt, Taksim ve Galata’ydı. Yakıcı yaz güneşinin altında turistleri yarıp taşıtlardan kaça kaça koşuyordum... Kahvehanelerdeki korkutucu adamlarla uyuyan sokak köpeklerinin alkış tutup kahkahalarla güldüğü tayt giymiş bir maskaraydım. Karşılaştığım ilk koşucudan aldığım tebriği de unutamam. Büyük zaferlerim de oldu bu şehirde. Belgrad Ormanı’nı, Moda ve Bebek sahillerini keşfettim! Ama sırf koşuya çıkacağım diye buralara ulaşmak için epey zaman harcamalıydım. Ve bu da çekilir dert değil. Bence koşmanın güzelliği bedelsizliği... Mesela yüzmek ya da yoga yapmak spor salonlarına bağlar insanı. Koşmak öyle değildir; bir çift spor ayakkabıyla sokağa çıkar ve başlarsınız. Evet, haftada bir Moda’ya veya ormana gitmek keyifli iş. Ama yine de hafta ortası koşularım için kendime daha mantıklı çözümler üretmeliydim.

        KABATAŞ-MAÇKA GÜZERGÂHI

        Aradan bir yıl geçti. Aradığım koşu yolunu hâlâ bulamadım... Kendime, hafta arasında iki “idare eder” güzergâh yarattım. Rotalarımdan birincisi, Kabataş sahilinden Dolmabahçe’ye uzanıyor. Kaldırımlar dar, kazalara davetiye çıkarıyor. Yerinden çıkmış taşlar, dikkatsiz bir koşucunun ölümüne bile sebep olabilir. Ayrıca duraksayan kalabalıklar, ağaçlar, reklam panoları, ayakkabı satıcıları yüzünden zaman zaman akan trafiğe karşı kendimi yola atmam gerekiyor. Sonra Beşiktaş’ın yeni stadyumundan yukarı vuruyorum! Maçka Parkı’na tırmanırken -tenha haline henüz rastlamadığımbir otobüs durağının dibinden geçmem gerekiyor. Durakta gözlerini bana diken bir-iki kişi illa oluyor. Ve sonunda biraz alan bulduğum Maçka Parkı’na varıyorum. Kabataş’tan bu yana gördüğüm ilk koşucular da parkta oluyor. Sayıları 2’yi geçmiyor. Maçka Parkı’nı New York’ta hayal ediyorum... Burada anneler pusetlerini iter, sporcular ağaçlara bağladıkları iplerle çalışır, bankacılar da Iron Man yarışlarına hazırlanırdı. Ama İstanbul’da Maçka Parkı bana özel bir alana dönüşüyor, hatta kendimi bir fitness kraliçesi gibi hissediyorum. Bazen unutuyorum; New York’taki fitness militanlarının arasında nasıl da ortalama bir tiptim! Gerçek koşucular, o kaya vücutlu tipler aslında. Onlar bir şeyler ispat etmek için, 10-15-25 kilometre koşarlar. Ki bu mesafelere New York gibi şehirlerde kolayca varılır. Parklar, köprüler mükemmel koşu yollarıyla bezenmiştir. New York’ta yıllar içinde bir koşu kültürü oluştuğu bile söylenebilir. Yol koşucularla paylaşılır. Kimse alay etmez, bön bön bakmaz. Taytını çekip koşuya çıkmış tipler New York sabahlarının dekorudur. O gerçek koşucuların aksine ben 5, 6, belki 7 kilometrelik açık, tıkanmayan bir koşu parkuru arıyorum. Mesela Maçka koşusu yaklaşık 5 kilometre. Ama 2 kilometresi parka kadar yayaları ve araçları aşmaya uğraşarak geçiyor.

        DÜŞÜNCESİZ KALABALIKLAR

        İkinci rotam, Sarayburnu sahili. Güzel, araçların girmediği bir yolum var. Ama varmak için ilk önce Eminönü vapur iskelesindeki cehennemi aşmam gerekiyor. Sahildeki yol ne kadar hoş olsa da İstanbul’un zayıf koşu kültürüne bağlı sorunlar burada da karşıma çıkıyor. Aileler veya grup halindeki gençler uzun zincirler halinde yürürken tüm yolu kaplıyorlar. Ve haliyle, “Arkadan gelen koşuculara yol verelim” diye düşünmüyorlar. Bu “düşüncesiz” kalabalıklardan her seferinde ya izin istemem ya da yollarına atlamam gerekiyor, ki bu pek tercih ettiğim bir yöntem değil.

        KOŞUYA BİR ŞANS DAHA

        Bir de laf atanlar var. “Sol sağ, sol sağ, sol sağ!” ya da “Koş koş!” diye bağırıyorlar arkamdan. Ya da bazen kahkahalar atıp beni taklit ediyorlar; -yarı çıplak güneşlenen veya zıpkınla kayalardan denize atlayan adamlarla değil debenimle eğleniyorlar. Tayt üstüne tişört giymiş, deniz kenarında tek başına koşan bir kadın olarak burada bakışları ben çekiyorum! Trafik, yayalar ve bön bön bakanlar yeterince can sıkıcı hale gelince koşmayı bıraktım, “Bari yogaya bir şans vereyim” dedim, yine aradığımı bulamadım. Birincisi yoga, koşmakla aynı şey değil. Ve aylık üyeliğimi aşınca karşıma çıkan yüzlerce liralık faturadan sonra da koşu macerama geri dönmeye karar verdim. Bugün Avrasya Maratonu’nda 15 kilometre koşacağım. Antrenman yapması epey meşakkatli olsa da İstanbul yollarının koşuculara açıldığı günün hayalini kuruyordum. Bir gün de olsa yollar kapanacak, araçlar ve yayalar sıralarını bize salarak beklemek zorunda kalacaklar. Nihayet, ‘şehrin yalnız koşucusu’ ben ve atlet dostlarım tek vücut olup yolları fethedeceğiz!

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ