Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Yaşam HT Pazar Jake Gyllenhaal, Gece Vurgunu filmi, gece polis muhabirliği, Eray Erollu, Gökhan Karakaş, polis muhabirliği, Güldünya Tören

        Alihan MESTCİ / HT PAZAR

        amestci@haberturk.com

        Aktör Jake Gyllenhaal’ün serbest çalışan, gözüpek, hırslı bir gece muhabirini canlandırdığı film “Gece Vurgunu” Oscar’da “En İyi Özgün Senaryo”ya aday. Ancak siyasi cinayetlerin havada uçuştuğu, azgın çetelerin cirit attığı 1990’lı yıllarda Türkiye’de gece polis muhabirliği yapmış, son 25 yılın en sansasyonel olaylarının ilk tanıkları Eray Erollu, Gökhan Karakaş ve Müslim Sarıyar’ın anlattıklarının yanında film bir Hollywood klişesine dönüşüyor

        Kasımda vizyona giren “Gece Vurgunu” (Nightcrawler) filmi tüyler ürpertici, acımasız bir anti kahramanın öyküsü. Serbest çalışan ve gecenin en dehşet verici, “grafik” görüntülerini sabah haberlerine pazarlayan Louis Bloom aslında bir polis muhabiriydi. Jake Gyllenhaal’ın canlandırdığı Lou, gece boyunca otomobilinde polis telsizinden haberini aldığı cinayet, soygun, yangın ve kazaların peşine düşüp herkesten önce görüntülemeye çalışıyordu. En çarpıcı kareleri almak için takip ettiği bir olayı daha kanlı hale getirecek kadar hırslıydı. Meslektaşlarının da ölümünü kaydediyordu ve “Benim işim bu” diyordu. “Beni görüyorsan muhtemelen hayatının en kötü gününü yaşıyorsun...”

        2014’ün en beğenilen filmlerinden Gece Vurgunu, Oscar’a “En İyi Özgün Senaryo” dalında aday. Ama 90’lı yıllarda Türkiye’de polis muhabirliği yapmış, Susurluk skandalından örgütpolis çatışmalarına, Vehbi Koç’un mezar soygunundan töre cinayetine kurban giden Güldünya’ya son 25 yılın en sansasyonel olaylarının ilk tanıkları Eray Erollu, Gökhan Karakaş ve Müslim Sarıyar’ın anlattıklarının yanında film, bir Hollywood klişesine dönüşüyor.

        ‘KÂTİP DE OLURSUN MORGA DA GİRERSİN’

        90’lı yıllarda polis muhabirliğine, Avrupa yakasında Çapa, Anadolu yakasında Haydarpaşa Numune Hastanesi’nde başlanırdı. Amaç, pratiklik kazanmak; zira, dia filmle çalışılan dönemde fotoğraf çekiminin altın kuralı seri olmaktı: “Çapa’ya gelen yaralı acil servise girene kadar çektin çektin!” Çapa’dan çıkan muhabir bölge muhabirliği ve gece şefliğiyle mevki yükseltirdi.

        O fotoğraf çekilmeliydi. Hastanede yetişen muhabirlerin iyi bildiği eski bir hikâye yine Çapa’da geçiyor: Trafik kazası geçiren gelin-damat acil sersive gelir; damat ağır yaralı, gelin hayatını kaybetmiş. Mesele gelinin fotoğrafını bulmak... Ama yok. Muhabir morga girer, gelini giydirir, göz kapaklarını toplu iğnelerle açık tutar ve sedye üstünde portre fotoğrafını çeker. Müslim Sarıyar, “Gerekirse morga girersin, yeri gelir kâtip olursun” diye anlatıyor, “Şefler psikopattı, o fotoğrafı getirmeden eve gidemezdin...” Sarıyar, devam ediyor:

        “Kozyatağı’nda bir cinayete gittik. Bahçede iki ceset var. Bizi içeri almıyorlar. Savcı geldi. Gece yarısı olduğu için kâtibi uyandıramıyor. Ortada bir daktilo, polis memurunun biri başına oturdu. Savcı söylüyor, memur tek parmak yazıyor. O sırada savcı ‘10 parmak bilen yok mu yahu’ dedi. Ben hemen atladım. Hem bilgi alacağım hem de kimlikler önümde olacak. Savcı söyledi ben yazdım, söylediklerini aklıma kaydettim. Sonra, ‘Savcım, kimliklerin fotoğrafını çekmek istiyoruz’ dedim. ‘Tamam’ dedi; kimlikleri aldık ve çektik. O fotoğrafı çekmek için kâtip bile oluyorduk. Şimdi kimse yapmaz, çünkü Facebook vs. üzerinden fotoğrafı hemen buluyorsun.”

        ‘GÜNDE 12 SAAT TELSİZ DİNLİYORUM’

        Polis muhabirlerinin mesai sınırı yoktu. “Akşam 7’de işe gelip öğlene kadar çalıştığımız çok oldu. Ve hep akşam 6’da, 7’de işe geri gelmemizi rica ettiler” diye anlatıyor Gökhan Karakaş. Ama kesinlikle yakınmıyor: “Bu yüzden bir gece muhabiri, her araba koltuğunda nasıl uyuyacağını, kalçasını, kolunu, bacağını nereye koyacağını çok iyi bilir. Vücudun koltukla, sandalyeyle, bankla şekil alır...”

        Ancak filmde Louis Bloom karakteri, gece muhabirliğini Hollywood hızında öğreniyor. Lou’nun mesai yorgunluğu vaki değil, baki olansa polis telsizi... Nitekim, kemerine asılı telsizi masanın üstüne yerleştiren Eray Erollu “Telsiz bizim yaşam tarzımızdır” diyor, “Ben hiçbir iş yapmasam bile bu telsizi günde 12 saat dinliyorum. Çünkü polisin gidip de haber merkezine ilettiği olay haber olabiliyor.”

        Telsiz dinlemenin belirli usulleri var. Her bölge, kodlarıyla anonslanıyor... Beşiktaş 66, Beyoğlu 69, Kağıthane 80, Sarıyer 86, Şişli 91... Erollu, “Polis, ‘Cinayet’ demez, ‘740’ kodunu kullanır. O adresi, bölge kodunu alamazsan olayın nerede olduğunu bilemezsin” diye anlatıyor. “Artık polisin ses tonundan bile olayın ne olduğunu anlayacak pozisyona geliyorsun. Filmdeki gibi, dinlersen ekmeği yersin. ‘Önce giden çorbayı içer’ hesabı... En başına yetişeceksin. O vahşeti, cesetleri, yaralıları göreceksin. Ama geç gidersen; yaralı hastaneye, ceset morga girer. Boş bir olay yeri de vatandaşa bir şey anlatmaz.”

        Ama bazen “şans”, gece muhabirinin de yüzüne gülüyordu:

        Yıl 1993. Yer Bayrampaşa. Bir Çevik Kuvvet otobüsü, 3 teröristin roketatarlı saldırısına uğradı. Mermiler otobüsün önünden girip arkasından çıktı. Tüm polisler ayaklarından yaralanmıştı. Polis telsizi yankılanıyordu: “Tarandık merkez tarandık...” Gece muhabiri Eray Erollu, şoförüne hemen Çapa Hastanesi’ne gitmesini söyledi. Acil servisin önünde dia filmli fotoğraf makinesinin ayarlarını kontrol etti, beklemeye başladı. Yalnızdı, çünkü meslektaşları Avcılar’daki bir cinayet olayının peşindeydi.

        Kapıya, kulakları sağır eden fren sesinin ardından bir polis aracı yanaştı; araçtan inenler, aralarına aldıkları arkadaşlarını sedyenin gelmesini beklemeden taşımaya çalışıyordu. Yaralı polis memurunun bir ayağı kopmuştu. Erollu, bir polis memurunun “Yeter çekmeyi kes” sesiyle son 2 karesini aldı. İlk işi film kasetini başa sarıp makineden çıkartmak oldu, yeni bir kaset taktı. 4 polis daha yaralı olarak geldi. Onları da görüntüledi. İlk gelen yaralı komiser muavini hayatını kaybetecekti. Ve son fotoğrafını Eray Erollu çekmişti.

        ‘90-98 ARASI HAFTADA 2 ÇATIŞMA OLURDU’

        Silahlı çetelerin en azgın dönemi 90’larda siyasi cinayetler, uyuşturucu hesaplaşmaları sokakta görülüyordu. Ve tüm bu olayların ortasında gece muhabirleri vardı. Karakaş, 3 bin merminin ateşlendiği Beykoz çatışmasını unutmuyor. Erollu ise “1990-1998 arası haftada en az 2 çatışma olurdu. Ya polis ya teröristler ölürdü” diye anlatıyor o günleri: “Her hafta Çapa’ya akın ederdik. Özel hastaneler yoktu, ağır yaralılar Çapa’ya gelirdi. Her cuma kesinlikle polis vurulurdu. Ama polis de bunun karşılığını verirdi. Panoda aylık bilanço tutuyorduk, hangi taraftan daha çok kayıp var diye...”

        Türkiye’de gündemi belirleyen ne kadar sansasyonel olay varsa, polis muhabirleri ortaya çıkardı. Yeni yıllara Boğaziçi Köprüsü’ndeki intihar olaylarıyla girdiler. Ve bazen öyle denk geldi ki, ölüm haberini yaptıkları kişiler en yakın akrabaları ya da yayın yönetmenleriydi. Ölüm ve dolayısıyla hayatın tam göbeğindeydiler.

        Gökhan Karakaş, “Hayatın bu kadar içinde başka bir medya birimi yok. Omzumda hiç tanımadığım en az 8-10 kişi ağlamıştır” diyor. “Gözümün önünde hiç yoksa 20-30 kişi hayatını kaybetti. Ben gördüm nasıl öldüklerini. Biz, köprüden bize ‘Baybay’ deyip hayatını sonlandıran insanlar gördük. ‘Dur, ne yapıyorsun’ demeye kalmadan aşağı atladılar. Son mesajlarını bize verdiler. Hiç tanımadığımız insanların kayıplarının travmalarını birlikte yaşadık. Merhamet, vicdan; bu kavramları çok iyi bilir polis muhabiri. Filmdeki gibi telsizden duyduğu olayı karıştıran kişi değildir polis muhabiri; telsizden duyduğu işi herkesten önce bilen kişidir...”

        "ADAM AĞZIMA SİLAHI SOKTU"

        Eray Erollu: Filmdeki gibi... Ama biz bunları gerçekten yaşadık. Kaç tane arkadaşım dayak yemiştir, kafasına silah doğrultulmuştur. Daha yeni (2013) Gülsuyu'nda adam ağzıma silahı soktu, "En ufak bir hatanda kafana sıkarım sen çünkü polissin" dedi. "Ya gazeteciyim" diyorum, kimliğimi gösteriyorum, inandıramıyorum. Ama onları uzun namlulu silahlarla ilk çeken benim.

        ‘YANAN KİŞİ YENGEMDİ"

        Eray Erollu: Polis muhabiri her şeyi yaşıyor, görüyor. Bir yılbaşı sabahı işe gidiyorum. Bir araba cayır cayır yanmış. İçinde sıkışan insanlar var. Ben oraya gittim. Makinemi aldım. O yanan kişi benim yengemdi ve ben onun haberini yaptım. Bu işi yaparken vicdanını unutacaksın.

        Müslim Sarıyar: Bir arkadaşımız Çapa’ya gelen bir yaralıyı çekiyor. Kim olduğunu fark edemiyor. Yukarıda kimliğini çektikten sonra anlıyor ki o kişi annesi... Bizim meslekte kendini kaybediyorsun. “Kimmiş” diye bakmıyorsun. Onun hayatıyla, yaşıyla bağını koparıyorsun.

        Gökhan Karakaş: Biz fotoğraf makinesini kalkan gibi görürüz. Görüntüleme heyecanıyla, adrenalin öyle bir özgüven aşılıyor ki hiçbir şeyi, kimseyi tanımazsın. Makine bu etkiyi mermilere, taşlara, molotofkokteyllerine, gaz bombalarına karşı da yapar. Onlar atılırken fotoğraf makinesinin seni koruyacağını düşünürsün. Ortada bir onu bir bunu çeker, en iyi kareyi yakalamaya çalışırsın. Gazeteciler bu yüzden yaralanır. Ama son dönemde gazetecilerin yaralanmasının nedeni hedef olmaları, gösterilmeleri...

        TÖRE CİNAYETİNE KURBAN GİDEN GÜLDÜNYA TÖREN, 2004

        Müslim Sarıyar: Yıl 2004. Halkalı’da bir işadamı intihar etti. Oradayım. Polis memuru bir arkadaşım aradı; “Dr. Sadık Ahmet Hastanesi’ne gel” dedi. İntiharla uğraşıyorum bu sırada. Memur arkadaşım tekrar aradı. “Ne oluyor?” dedim. “Töre” dedi, “Kardeşleri, kızı vurdu...” “Hemen geliyorum” dedim. Bastım gittim. Güldünya’nın yaşadığı köyde, Bitlis’te imamlık yapan Alaaddin diye biri İstanbul’a geliyor. Kız, ailesinin onu öldüreceğinden korktuğu için İstanbul’a kaçıyor ve emekli imam Alaaddin’in evine yerleşiyor. Daha sonra kardeşleri bunu öğreniyor, peşinden geliyorlar, dışarı çağırıyorlar. Güldünya silahla yaralanıyor, hastaneye kaldırılıyor. Hastane yönetimiyle ve Alaaddin’le görüştüm, ikna ettim; Güldünya’nın yanına girdim. Röportaj yaptım, fotoğrafını çektim. Güldünya Tören, “Şu an yaralı kurtuldum ama törede çıktı bu karar, beni mutlaka öldürecekler” dedi. “İfadende bunu geçirdin mi?” diye sordum. Güldünya, ailesini, kendisine kurşun sıkan kardeşlerini, kurşun sıktıran babasını halen koruyordu. Dedi ki: “Ben kardeşlerimi, babamı satamam, bizde bu böyledir, töredir. Bugün olmazsa yarın; yarın olmazsa seneye beni öldürecekler. Benim kaderimde bu var artık.” “Güldünya” dedim. “Bak dışarıda polisler var, çağıralım, ek ifade ver, seni koruma altına alsınlar.” “Yok” dedi. Ben, yaralı Güldünya’nın yanından ayrıldım, eve gittim. Gecesinde, sevk edildiği Bakırköy Devlet Hastanesi’nde, kardeşleri “Biz ziyaretçiyiz” diyerek tekrar gelip herkesin gözü önünde, odada Güldünya’yı kafasından vurdular, öldürdüler. Bu olay, Türkiye ve dünya gündemine oturdu. Kadınlar ayaklandı. Platformlar kuruldu. Belgeseller, filmler çekildi. Güldünya, kadın hareketinin sembolü olmuştu.

        “KUMARHANELER KRALI" ÖMER LÜTFİ TOPAL SUİKASTI, 1996

        Gökhan Karakaş: Susurluk skandalının başlangıç noktasını ben çektim. 1996 yılıydı. Büroda gece çalışıyordum. Sabah Gazetesi muhabiriydim. Yatıyordum, neredeyse kendimi uykuya teslim etmek üzereydim. Ama bir polis muhabiri uyurken de telsiz dinler. Telsizden bir anons geçti: “Emirgan’da bir silahla yaralama var”. O zamanlar silahla yaralamanın kodu 508’di, şimdi 755. Saat 12’ye doğruydu. Şoförüm Kenan “Gidelim, ben de gezmek istiyorum” dedi. Her yaralamaya bakmıyorduk ama semt Emirgan’dı. Bağcılar’da olsa bakmazdık. Semt önemlidir. Kenan da beni fişekledi. “Bas, gidelim” dedim Kenan’a. Gittik. Şu sahneyi canlandırın; kahverengi kıyafetli bir bekçi, bir de polis memuru var. Emirgan yokuşundayız. Bekçiyi gördüm, fotoğraf makinemi çıkardım. Siyah camlı, siyah bir otomobil var. Çektim; içinde bir şahıs var. Yaralı değil, ölmüş. Telsizden başka bir anons geçmedi. Olayı kapıyorlar yani. Polis memuru beni gördü, elinde olay yeri bantı var. Ciddi bir şey olduğunu anladım. Bir baktım; yerde iki tane kalaşnikof var. Çapraz duruyor. Çapraz ateşe tutulmuş bir suikast haberine gitmiştim yani; iki kare de silahları çektim. Bekçi, “Yapma etme” diye beni uzaklaştırmaya çalışıyordu ama ben 5 karede işi bitirmiştim. Bir karpuz tezgâhı vardı. Karpuzcu beni çağırdı. “Sen neyi çektiğini biliyor musun” dedi; “Bilmiyorum ağabey” dedim. “Sen, Ömer Lütfi Topal’ı çektin” dedi. “Ömer Lütfi Topal, kumarhaneler kralı...” Ama düşünün; olay yeri inceleme gelmemişti. Bir bekçi vardı sadece. Gazeteye, Ömer Lütfi Topal’ın çapraz ateşe tutulup öldürüldüğünü anlatana kadar yarım saat geçti. Cep telefonu yok; bir tane telsiz. Oradan anlatıyorum. Gece baskıyı durdurdular. Haberi bir tek bizim gazete girdi. Benim o telsiz konuşmalarımı duyan diğer gece muhabirleri oraya aktı resmen, sonra emniyet müdürü ve vali geldi. Vali gece 4.00’te kameraların karşısına geçti ve durumu anlattı. Ama biz gece 12 buçukta işi bitirmiştik.

        "BAZI SEMTLER ÖNCELİKLİDİR"

        Eray Erollu: Etiler, Bağdat Caddesi, Şişli, Beşiktaş, 2 mahallesi hariç Sarıyer, Kadıköy, Bakırköy, Bahçelievler öncelikli yerlerdir. Buralardaki yaralamalara gitmek zorundasın, çünkü ünlü, kamuya mal olmuş biri çıkma olasılığı yüksek. Ama Bağcılar’da bu oran çok çok düşük. Bunun için ayrım yapmak zorundasın.

        Müslim Sarıyar: Mesela Beşiktaş’ta çöp konteynerindan parçalanmış ceset çıktı. O, Bağcılar’da çıkmış olsaydı o kadar ilgi olmayacaktı. Ama ne oldu; Türkiye gündemine oturan Münevver Karabulut cinayeti çıktı. Ondan sonra Cem Gariboğlu... Günler boyu eve gitmedik.

        "HER AKŞAM POLİS ÖLDÜRÜLÜYORDU"

        Müslim Sarıyar: Çağlayan’da, Florence Nightingale’in orada DYP’nin binası vardı. Orada bir polis memurunu şehit ettiler. Yıl 1995. Polis, kadın teröristin (Sibel Yalçın) Okmeydanı’na doğru kaçtığını öğrendi. Bir bakkal, kadının yerini polise söyledi. Çatışma çıktı. Kadın bir yaşlı çifti dışarı çıkarttı ve yalnız başına polisle çatışmaya girdi. Öldürüldü. Dönemin emniyet müdürü Necdet Menzir, o esnafı yanına alarak gazete ve televizyonların önünde teşekkür etti. Biz tecrübeli polis muhabirleri dedik ki, “Bakkal öldürülecek; örgüt öldürecek”. Beklemeye başladık. 3-4 gün sonra bir anons geçti, adres verildi: “Yaralı şahıs Okmeydanı Eğitim Araştırma’ya götürülüyor...” Biz daha olay yerine gitmeden “Bakkalı vurdular” dedik. Hatta, öldürdükleri bakkal sedyeyle ambulansa taşınırken karısı ayakkabısını çıkarıp “Sizin yüzünüzden öldürüldü” diye bize attı. Bir örgüt elemanı öldürüldüğünde mutlaka devamının geleceğini biliyorduk. 95’te her akşam polis öldürülüyordu.

        VEHBİ KOÇ'UN MEZAR SOYGUNU: KARAKAŞ'IN ŞOFÖRÜ NEBBAŞ ÇIKTI

        Müslim Sarıyar: 1996’da Vehbi Koç’un naaşı çalındı. Tüm İstanbul Emniyeti taarruzda. Bütün gazeteciler mezarlık çevresinde bekliyor. Elimizde bilgi yok, emniyet paylaşmıyor. Çünkü çok önemli bir kişi, çok önemli bir aile. Fakat istihbarat topluyorduk ve telefonda bilgi verirken yanımızda bulunan tek kişi de şoförlerdi... Gökhan’ın şoförü pek meraklıydı. “Var mı bir gelişme? Yakalansa ne ceza alır?” diyordu. Günler geçti, polis olayı çözdü, şahıslar yakalandı. Koç’un naaşını çalanlardan biri Gökhan’ın şoförüydü...

        Gökhan Karakaş: “Boşuna bekliyorsun” derdi. Öncesi var. O zaman henüz kemikler çalınmamıştı. Biz Taksim’e çıkarız, hamburger yeriz. M.’nin yoktu parası, ben ısmarlıyordum. Bana hep diyordu ki, “Sen çok ısmarlıyorsun, bana yakında para çıkacak”... E para nerden gelecek? “Acıbadem’de hanıma daire kaldı, oradan para gelecek, ben de sana ısmarlayacağım” dedi. Her şeyi planlamışlar yani. Sonra olay oldu. Gece mezarlıkta beklerken bana diyor ki: “Gökhan bunu alan gitti, niye bekliyoruz ki... Beklemeyelim, sen git yat uyu. Hem ne kadar ceza alırlar ki?” Tedirginlik başlamış. Bu bir hafta sürdü. Ondan sonra polis bir operasyon yaptı ve “nebbaş” (mezar soyucusu) kelimesi Türk literatürüne böyle girdi. M., nebbaşlardan biriymiş, gözcüymüş. Tabii hemen gazeteyle ilişkisi kesildi. 6 ay beraber çalışmış olduk.

        Eray Erollu

        1990’da Meydan Gazetesi’nde mesleğe başladı. 1998’de Gözcü’ye, 2007’de Hürriyet’e geçti. 2010’dan beri Habertürk Gazetesi’nde bölge muhabiri olarak göreve devam ediyor.

        Müslim Sarıyar

        Mesleğe 1994’te Tercüman Gazetesi’nde, Çapa’da hastane muhabiri olarak başladı. Sonra Günaydın ve Sabah gazetelerinde çalıştı. Sabah’ta gece sorumlusu oldu. Akşam ve Star gazetelerinin ardından Habertürk’te bölge muhabiri olarak çalışmaya devam ediyor.

        Gökhan Karakaş

        Mesleğe gece hastane muhabiri olarak 1994’te Sabah’ta başladı. Sonra Hürriyet, Star ve Milliyet’te polis muhabiri olarak çalışmaya devam etti. Son 4 yıldır polis muhabirliği dışında da işler yapıyor ama İstanbul’da asayiş olaylarıyla yakından ilgili. Şu sıralar Milliyet’te, deniz, arkeoloji, su altı, habitat ağırlıklı çalışıyor.

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ