Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Yaşam HT Pazar Paulo Coelho yazarlığının serüvenini yazdı

        Paulo COELHO/HT PAZAR

        15 yaşımdayken anneme şöyle dedim: “Ben mesleğimi buldum. Yazar olmak istiyorum.” “Oğlum” diye söze başladı annem, gözlerinde üzgün bir bakışla; “Senin baban bir mühendis. Net bir dünya görüşü olan akılcı ve mantıklı bir adam. Yazar kimdir biliyor musun?” “Kitaplar yazan kişidir.” “Dayın Haroldo, bir doktor, ama aynı zamanda kitap da yazıyor, bazı kitapları yayınlandı bile. Mühendislik okuluna git, boş zamanlarında da kitap yazmaya vakit ayırabilirsin.” “Hayır anne. Ben sadece yazar olmak istiyorum, boş zamanlarında kitap da yazan bir mühendis değil.” “Peki hiçbir yazarla tanıştın mı? Hiçbir yazar gördün mü?” “Hayır. Sadece fotoğraflarını gördüm.” “O halde, yazar olmanın nasıl bir şey olduğunu doğru dürüst bilmeden nasıl yazar olmayı istiyorsun?”

        ASLA ANLAŞILMAMAK GİBİ BİR GÖREVLERİ VARDIR

        Annemin sorusuna cevap verebilmek için bir araştırma yapmaya karar verdim. 60’lı yılların başında yazarların neye benzediğine dair bulduğum doneler şunlardı:

        Yazarlar her zaman gözlük takar ve saçlarını asla doğru düzgün taramaz. Yazarlar zamanının yarısını her şeye kızarak, diğer yarısını da depresyonda geçirir. Hayatlarını barlarda, diğer gözlüklü ve dağınık saçlı yazarlarla tartışarak geçirirler. Kendini beğenmiş bir tavırla konuşurlar. Mutlaka bir sonraki romanları için muhteşem fikirleri vardır ve yeni yayınlamış oldukları romandan nefret ederler.

        Yazarların kendi nesli tarafından asla anlaşılmamak gibi bir görev ve zorunlulukları vardır –aksi takdirde bir dâhi olarak görülmeyi başaramayacaklardır, zira vasatlığın hüküm sürdüğü bir çağda yaşadıklarına inanmaktadırlar. Yazarlar yazdıkları her cümleyi daima düzeltir ve tekrar tekrar yeniden yazarlar. Sıradan bir insanın kullandığı kelime sayısı 3 bindir; gerçek yazarlar sözlükte 189 bin başka kelime daha varken asla bu ‘sıradan’ kelimeleri kullanmazlar– çünkü onlar sıradan insanlar değildirler.

        Yazarların ne söylemek istediğini sadece diğer yazarlar anlayabilir. Bu durumda bile, edebiyat tarihinin yüzyıllar içinde bıraktığı boş yerleri doldurmaya aynı anda talip olduklarından gizliden gizliye birbirlerini hor görürler. Kısacası, yazarlar ve rakipleri en karmaşık kitabı yazmak için çekişip dururlar: En zor olmayı başaran, böylece en iyi olarak görülecek kitabı.

        Yazarlar temaları bilir – çoğunun korkunç isimleri vardır: Semiyotik, epistemoloji, neosomutçuluk. Birilerini şoke etmek istediklerinde “Einstein aptaldır”, “Tolstoy burjuvazinin soytarısıdır” gibi şeyler söylerler. Herkes şaşkına döner ama hemen sonra İzafiyet Teorisi’nin yanlış olduğunu ve Tolstoy’un Rus aristokrasisini savunduğunu onlar da tekrar etmeye başlarlar.

        Yazarlar, kadınları baştan çıkarmak için “Ben bir yazarım” der ve bir peçeteye bir şiir yazıverirler; bu her zaman işe yarar.

        Bu uçsuz bucaksız kültür sayesinde, yazarlar her zaman edebiyat eleştirmeni olarak iş bulabilirler. İşte tam da bu noktada arkadaşlarının kitapları hakkında yazarak cömertliklerini sergilerler. Eleştirilerin yarısı yabancı yazarlardan yapılan alıntılardan, diğer yarısı da içinde her daim “epistemolojik kopuş” ya da “söz konusu eksende birleşmiş bir vizyon” gibi tanımlamalar bulunduran sözümona cümle analizlerinden ibarettir. Bu eleştirileri okuyanlar kitabı satın almazlar çünkü epistemolojik kopuş karşılarına çıktığında nasıl okumaya devam edeceklerini bilemezler. n Yazarlar, o sırada ne okudukları sorulduğunda, mutlaka kimsenin adını duymadığı bir kitabı söylerler.

        Tüm yazarların ve türevlerinin hayranlık duymak konusunda hemfikir oldukları sadece bir kitap vardır: James Joyce’un “Ulysses”i. Yazarlar bu kitabı asla kötülemezler, ama biri onlara kitabın ne hakkında olduğunu sorduğunda doğru düzgün açıklayamazlar, sizi soru işaretleriyle bırakırlar –tabii gerçekten kitabı okudularsa-. “Ulysses”in editörlerce düzeltilmemiş olması çok tuhaftır, bütün yazarlar onu bir sanat eseri olarak tanımlasalar da, belki de bu şöhretini, herkesin okuyup seveceği bir kitap yayınlayarak bir dolu para kazanacakken bu fırsatı elinden kaçıran yayıncısının aptallığına borçludur.

        İşte bütün bu bilgileri edinip elimi güçlendirdikten sonra, tekrar annemin yanına gittim ve ona yazarın tam olarak kim olduğunu açıkladım. Biraz şaşırmıştı. “Mühendis olmak daha kolay” dedi bana, “Hem, gözlük takman da gerekmez.” Ama ben çoktan saçlarımı dağıtmıştım, cebimde bir paket Fransız sigarası Gauloises, kolumun altında bir tiyatro oyunu (“Limits of Resistance,” çok şükür ki, eleştirmen Yan Michalski “gördüğüm en çılgın oyun” sözleriyle övmüştü), Hegel üzerine çalışarak ve ne pahasına olursa olsun “Ulysses”i okumaya kararlı olarak yola koyulmuştum. Taa ki Raul Seixas karşıma çıkana ve beni ölümsüzlüğün peşinde koşmaktan vazgeçirip sıradan insanların yolundan yürümemi sağlayana kadar.

        Çeviren: Mine Akverdi Denktaş

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ