Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Yaşam HT Cumartesi Bu haftanın kitaplarından biri çocuklara, biri karikatür heveslilerine, biri de yakın tarihi hatırlamak isteyenlere...

        Gülenay BÖREKÇİ/ HT CUMARTESİ

        Jeffrey Eugenides, Anadolu’da başlayıp ABD’de süren Pulitzer ödüllü bir nehir romanla okur karşısına çıkıyor. Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi memleketimizden yeni insan manzaraları topluyor. Yetişkinler Leyla Ruhan Okyay’la hayal kurmanın güzelliğini hatırlıyor, çocuklar Turgut Yüksel’le karikatür çizmeyi öğreniyor

        RÖPORTAJ

        Bursa’nın Demirtaş Köyü’nden ABD’ye

        Jeffrey Eugenides’in ünlü romanı “Middlesex”ten (Domingo Yayınevi) bahsetmiştim. Romanın, Bursa’da başlayıp İzmir’de devam eden, oradan Amerika’ya hatta Berlin’e uzanan bir hikâyesi var. Bizi ilgilendiren kısmıysa, Türkiye ile Yunanistan arasındaki mübadelenin öncesini ve sonrasını anlatması... Kendi ailesinin yaşadıklarından yola çıkarak bu roman için Eugenides uzun uzun tarih, coğrafya, mitoloji, sosyoloji, biyoloji, ekonomi çalışmış ve tam 9 yılını verdiği bu romanla Pulitzer ödülü kazanmış. Aşağıda yazarla geçen hafta yaptığımız röportaj...

        ■ “Middlesex”in büyük bir olacağını hissetmiş miydiniz?

        Başlangıçta, hayır. Çift cinsiyetli bir bireyi odak alan uzunca bir öykü yazacaktım. Ama yazarken çift cinsiyetliliğin bazı izole azınlık topluluklarında ortaya çıkabildiğini keşfettim. Yabancıların, ailelerine girmesini istemedikleri için korunmak amacıyla çocuklarını kendi içlerinden insanlarla evlendiriyorlardı, bu da genetik sorunlara yol açabiliyordu. Ben tabii en iyi bildiğim azınlık topluluğunu anlatmaya, yani hikâyemi babaannemle dedemin doğup büyüdüğü yerde; Bursa’nın hemen dışındaki o küçük köyde başlatmaya karar verdim. Anlayacağınız, bir ailenin üyeleri tarafından kuşaktan kuşağa aktarılan mutasyon geçirmiş bir genin peşine düşmüştüm. Sorunuza dönersem; başlangıçta değil ama bu noktadan itibaren artık büyük bir şey yazdığımın farkındaydım.

        ■ Cal’in Ailesi de tıpkı sizin ailenizin bir zamanlar yaptığı gibi Bursa’da ipekböceği üretiyor. Zamanla güzel bir kelebeğe dönüşen ipekböceği yeniden doğuşu çağrıştırmıyor mu?

        Cal de bir sürü badireyi atlatarak gerçek kimliğine kavuşuyor... O da düşünülebilir ama ben ipeği, daha doğrusu dokumacılığı hikâye anlatıcılığının simgesi sayıyorum daha çok. Sabırla uzun uzun dokunan kumaşlar da sabırla uzun uzun yazılan romanlara benziyor...

        ■ Bursa’dan İzmir’e, oradan da çok zor koşullarla Amerika’ya göç eden bir ailenin üyesisiniz. Bunun çok acı olduğunu anlayabiliyorum, çünkü ben de aynı şekilde Rodos’tan Selanik’e oradan da İzmir’e gelen bir ailenin çocuğuyum ve o kuşağın acısının, özleminin bize de yansıdığını düşünüyorum...

        Sizin aileniz felaketin öteki yüzünü yaşamış... Evet, bizimkiler Türkiye’nin bir köyünde yaşarken Amerika’ya göç etmek zorunda kalmışlardı. Büyükannem hayatı boyunca o toprakları, evini özledi, kalbindeki özlem onu hasta etti. Kötü olaylar yaşanmıştı ve hepsi de çok uzun yıllar öncesinde kalmıştı ama işte unutulmamıştı. Ben çocukken bizim eve hep Anadolulu Rumların geldiğini hatırlıyorum. Teyzelerimden birini yeni kaybettik, 100 yaşındaydı ama büyükannemle dedem öldüğünde çok küçüktüm, bu konuları uzun uzun konuşacak fırsatı bulamadık. Zaten doğru dürüst İngilizce konuşamıyorlardı. Açıkçası “Middlesex”i yazarak, kalanların yaralarını elimden geldiğince iyileştirmek, olanları hiç değilse bir romanın sınırları içinde tamir etmek istedim. Sürekli ailemin Anadolu’da nasıl bir hayat sürmüş olabileceğini hayal etmeye çalışıyordum.

        ■ Ailenizin Anadolu’dayken yaşadığı yeri biliyor musunuz, gelip gördünüz mü?

        Türkiye’ye üç kez geldim. Son seyahatimi “Middlesex”in yayınlanmasından yıllar sonra yaptım ve şans eseri büyükannemle büyükbabamın köyünü bulmayı başardım. Yeni adı, Demirtaş Köyü’ymüş ve Bursa’nın hemen dışındaymış. Kaldığımız otele taksiyle gidebileceğimiz kadar yakındı. Fakat Rumların oradaki varlığına tek bir iz bile kalmamıştı. Karşılaştığım insanlara ailemin buralı olduğunu, sonradan Amerika’ya göç ettiğini söylediğimde, şaşkınlıkla “Türk müsünüz?” diye sordular. “Hayır, Rum’um” diye cevap verdim. Şaşkınlıkları daha da arttı: “Ama burada Rumlar hiç yaşamadı ki”

        ■ Niçin çift cinsiyetli bir karakteri anlatmayı seçtiniz?

        Beni bu hikâyede ilgilendiren, başkalarından farklı doğmuş bir insanın kimseninkine benzemeyen bir hayat sürmesiydi. Kahramanım hem kadın hem erkek özellikleri taşıyor ve hangisinin hangisine ağır bastığını okur bir türlü kestiremiyor, çünkü oranlar akış içinde değişebiliyor. İlham kaynağım Ovidius’un “Dönüşümler”de anlattığı Tiresias karakteriydi; evren ve hayat bilgisinin derinliği, enginliğiyle beni büyülemişti. Neticede hem bir kadının hem de bir erkeğin hayatını yaşıyordu ve bu bir roman kahramanına çok uygun olabilirdi. Öte yandan üslup konusunda zorlandığımı itiraf etmeliyim, anlatı ne fazla maskülen ne fazla feminen olmalıydı ama açıkçası, maskülen ya da feminen olmayan bir sesin neye benzeyeceğini kestiremiyordum. O noktada imdadıma biyoloji yetişti, Cal’in kromozomlarının onun bedenini, sesini, beyin kimyasını, hafızasının işleyişini nasıl etkilediğini araştırdım, onunla tıpkı bir hekimin hastasıyla uğraştığı gibi uğraştım.

        ■ Bir keresinde Shakespeare ve Tolstoy gibi büyük yazarların zihinsel olarak çift cinsiyetli olduğunu söylemiştiniz.

        Sadece erkek değil kadın karakterlerin iç dünyalarına girebildikleri için... Evet, bir romancı kesinlikle her iki cinsiyetin iç dünyasını da aynı ustalıkla anlatabilmeli. Cal bu bir yazar için ideal kahraman, ama zorlayıcı da. Tabii ben ona salt kadın ya da salt erkek diye bakmadım, o tamamen kendine has biri olmalı, kendi olarak yazmalı, konuşmalıydı. Dolayısıyla her cümleyi inceden inceye düşünecek kadar da kendi üslubumun polisi olmadım. Ama hikâyenin küçük ayrıntılarını oluştururken şahsi deneyimlerimden yararlandım. Bilmediğim, şahit olmadığım bir deneyimi anlatıyordum, hikâyeye bir sahicilik duygusu kazandırabilmek için küçük otobiyografik ayrıntılar kattım. Mesela Cal ile benim doğum tarihimiz aynı, 1960. Ve ikimiz de aynı şehirde, Detroit’te dünyaya geldik.

        1922

        “Middlesex”in kahramanı Cal’in ailesi Bursa’dan ayrılmak zorunda kalınca İzmir’e yerleşiyor. Fakat dört gün süren ve kimi kaynaklarda Büyük İzmir Yangını diye adlandırılan trajik olaylar üzerine 1922’de bir göçmen gemisine atlayıp Amerika’ya kaçıyorlar.

        ETKİNLİK

        Memleketimizden ‘yeni’ insan manzaraları Nâzım Hikmet’in 1939-45 arasında kaleme aldığı Memleketimden İnsan Manzaraları, 1908’den 1945’e kadar uzanan zaman diliminde üç yüzden fazla karakter üzerinden anlatılan bir Türkiye hikâyesidir. 70 yıl sonra, Açık Radyo ve Boğaziçi Üniversitesi Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi, “Türkiye hikâyelerini anlatıyor” sloganıyla bu kez bizim hikâyelerimizi topluyor. Projenin adı “Hayat-ı Hakikiye Hikâyeleri”. Benzer bir projeyi Paul Auster 2001’de “Amerikan Yaşamından Gerçek Hikâyeler” şiarıyla Ulusal Halk Radyosu (NPR) işbirliğiyle gerçekleştirmiş ve topladığı hikâyeleri sonradan “Babamın Tanrı Olduğunu Sandım” adlı bir kitapta toplamıştı. “Hayat-ı Hakikiye Hikâyeleri” projesine katılım kurallarına gelince; azami 1000 sözcük uzunluğunda hikâyeler, gerçekten yaşanmış olayların anlatımı olmalıdır. Konu kısıtlaması yoktur, önemli olan hikâyenin hakikaten yaşanmış olmasıdır. Bu bir öykü yarışması değildir, kurmaca öyküler değil gerçek hikâyeler derlenecektir.turkiyehikayelerinianlatiyor.com

        MASAL

        ‘İnsan yetişkin olunca hayalleri de değişiyor’ Leyla Ruhan Okyay, kent koruma projelerinde çalışmış bir mimar. Anılarını “Yeşilköy: Bizim Köyden Trenler Geçer” adıyla kaleme almış. “Hayal Kız”, Günışığı Kitaplığı’ndan çıkan yeni kitabı. Ona şunu sordum: Acaba İstanbul’un yeşillikten yoksun dev bir metropole dönüşmesi en önemli zenginliğimiz olan hayallerimizi, daha da önemlisi çocukların hayallerini köreltiyor muydu? İşte anlattıkları: “Beton yığınları içinde büyüyen ve oyun alanları ellerinden alınmış kentli çocukla doğada büyüyen, ağaçtan meyve yiyen, hayvanları tanıyan çocuğun hayal dünyaları elbette farklıdır. Kentli çocuk ancak bilgisayar oyunlarında çiftlikler kurabilir, kokusunu duymadığı sanal çilekler yetiştirebilir. Doğanın korunduğu yerlerde yaşayan çocukların ileride insana, doğaya ve mekâna yaklaşımları daha farklı, hayalleri daha renkli ve yaratıcı olacaktır. İnsan yetişkin olunca hayalleri de değişiyor. Ben çocukların sömürülmediği, eşit koşullarda eğitim gördüğü, sağlıklı, özgür, mutlu, güvenli yaşadığı bir dünyanın ve ülkenin hayalini kuruyorum. Belki bu bir ütopya, ama adı üstünde; hayal işte!

        ”KARİKATÜR

        Çizmeyi öğreniyoruz Turgut Yüksel çok iyi bir yazar ve çizer. Kırmızı Kedi Çocuk’tan çıkan yeni serisiyle benim küçük arkadaş topluluğumda, daha doğrusu arkadaşlarımın çocukları arasında bir çeşit kahraman oldu. Etrafımdaki bütün çocuklar Turgut Yüksel’in kitaplarına baka baka karikatür çizmeye başladı. Ben de iyi karikatürün gerçekten kitaplardan öğrenilip öğrenilemeyeceğini doğrudan ona sordum: “Karikatür çoğunlukla deforme çizgileri kullanır, mesela gerçek hayatta göremeyeceğimiz türden, koca kulaklı, patlıcan burunlu insanların bulunduğu dünyalar inşa eder. İyi bir karikatür, okuru bu abartılı dünyanın varlığına ikna eden karikatürdür. Ancak o dünyanın varlığına ikna olursak espriye güleriz. İlk, orta ve lise öğrencilerine karikatür dersi verirken, farklı formları birleştirip bütün oluşturmakta zorlandıklarını fark etmiştim. Sadece bir daire ya da kare kullanarak çizdiklerinde ana yapıyı daha kolay kavrayabiliyorlardı. En sonunda da bu metodu daha sistematik hale getirerek kitaplaştırdım. Açıkçası devam etmeyi düşünüyorum. Bir hayvanlar kitabı ve bir insan vücudu çizme kitabı hazırlıklarım da var.”

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ