Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Yaşam HT Cumartesi Highgrove’da neler yedik?

        Ali ESAD GÖKSEL / HT CUMARTESİ

        Epey zaman oldu. Highgrove yolundayız. Küçük bir vasıta. Topu topu yirmi kişiyiz. Çeşitli milletlerden mürekkep. Ama çoğu eski kıtadan. Fransızlar, Almanlar, İspanyollar... Onlar kraliyete, aristokrasiye aşina milletler. Tatlı bir heyecan içindeler. Hele İngiliz dostlar... Onlar için hayatlarının en mühim günü...

        Bir tek Türk biziz. Kraliyet, aristokrasi ne demek bilmiyoruz. Ki çarpıntı olsun.

        Biz eğleniyoruz. Hem etrafla hem de kendimizle... Tam o sırada “protokol ile görevli Lord” geliyor. Hazeruna birazdan “veliaht prens’’in salona gireceğini anons ediyor. Ve bizlere “ev sahibimiz Prens Charles’a” karşı nasıl davranacağımızı bir kez daha öğretiyor. Söylemesi ayıptır, bu üçüncü ders tekrarı. Artık ezberlemiş bellemişiz. Haşmetmeapları, öyle hitap olunuyor, size bir şey derse, siz de yanıtlıyorsunuz. Yanıt kısa ve öz olacak. Öyle lafı uzatmak, manasız lafbazlık yok. Örneğin prens sizi sevdi ve sordu diyelim.

        “Rahat geldiniz mi? Nasıl buldunuz Highgrove’u?” “Valla Abi, saray dediğin bu mu, aşk olsun bizde neler var yahu...” gibi beyanlar bu mahfelerde hoş karşılanmıyor...

        Bu tamam. Diyelim ki Prens sizi merak etti ve sorular devam ediyor. Mukabele? Sakın ha! Merakınıza gem vurasınız: “Camille Ablam biraz toplamış, inşallah, güzel bir haber mi yoksa...” Bakın lütfen. Aklınızdan dahi geçirmeyesiniz...

        Olmaz olmaz da demeyin. Mesela, sergilenen bir “klasik dönem Yunan heykelini” çok beğendiğimi hatırlıyorum. Ama “sevgili ağabeyim, muhteşem parçayı nereden, kaça aldın” sorusunu dilimin ucunda frenlediğimi hatırlamak istemiyorum...

        BU PARÇA KAÇ PARA

        Arada bir rüyama giriyor. Soruyu sormuşum. Salon sessiz. Sanki “tıp” oynuyoruz. Kapılar açılıyor. İçeriye tuhaf elbiseli paparazziler giriyor. Prens beni işaret ederken flaşlar patlıyor, art arda... Sun Gazetesi’ne manşet olmuşuz: “Charles sorulan soruyu yanıtlayamadı!”

        Highgrove’da o gün mutfağa iyi tanıdığım bir aşçı girdi: Anton Mosimann.

        İsviçre asıllı Londralı için, Prens’in iltifatı hâlâ kulağımda... “Şefe diz çökerek teşekkür edebilirim.” Bu zarafet dayısında da vardı. Edward VIII de oda hizmetlisi hanıma İstanbul Park Otel’de elini öperek teşekkür etmişti...

        Mosimann o gün döktürmüştü. “İngiliz temalar, İskoçya malzemeler...”

        Ve şefin yaratıcılığı.İsviçre kaynaklı mükemmeliyetçiliği. Bu bayrağı sonraları Blumenthal teslim aldı. “The Dinner” ile devam ediyor. İşe dahil, değişmez on birin içinde bizden de “İsa Bal” var. “Sommelier”, şarap uzmanı...

        Velhasıl “ada seferim vukuatsız bitince”, kendi kendime karar aldım. Davul dengi dengine... Neme lazım. Bir hata yaparım. Onlar bize davranırsa...

        “Hareket yapma, hareketin kralını görürsün” diye lise günlerime rücu ederim...

        Ezcümle “bu gergin ortamlardan uzak durmalıyım”, budur.

        Ne var ki, hayatta büyük laflar etmeyeceksin. “Bir daha...” Böyle başlayan beyanlardan uzak duracaksın. Arayan kıramadığım tatlı bir kız, Ceyda Turan.

        Soyadını Enver Paşa koymuş, yalan tabii ki... Çilli bir Laz ve Mediciler gibi turuncu saçlı. “Cricket seyreder miyiz?” Elbette hayır... Anlayamadığım bir spor. Nesini seyredeceğim?

        Sizi bilemem.Benim kadınlara “Hayır” demem, üç beş dakika sürüyor. Dockers’ın “kahramanlar için” diye desteklediği bir turnuva. Bakın öğrenmemiz gereken bir haslet var burada. Anlatmalıyım. İngilizler, hamaseti bir kenara koyup, vatanları için hizmet edenleri unutmuyor.

        BİZİM GAZİLERİMİZ

        Daha çok yeni. Gelibolu’nun 100’üncü yıldönümü. Londra’da büyük bir merasim. Herkes orada. Kraliçe Elizabeth II anıta çelenk bırakıyor. En nihayetinde yenildikleri bir savaştan söz ediyoruz. Galip olan biziz. Ama onlar kadirbilirler. Şehit ve gazilerini anıyorlar. Onlara şükran ve saygılarını sunuyorlar. İşte bu cricket turnuvası da aynı hesap. Londra’nın göbeğinde Sloan Street’e taş atımı mesafede bir saha. Erkenden yollanıp sahaya varıyoruz. Bütün dünyadan misafirler var. Bir de kraliyet ailesi mensupları. Bunca zaman geçmiş, ne zarar, bir deja vu...

        Muhteremlere nasıl hitap edeceğiz, edepli olacağız tekrar öğreniyorum. “Tamam, yıllar önce bu filmi gördüm. Kuralları biliyorum. Kâfidir” demeyesiniz. Ne olur ne olmaz...

        Neler neler oldu. Sizlere sunmalıyım. Cricket sahası kenarına mükellef bir tente kurmuşlar. Hoş ve şık insanlar salınıyor. Gözüme iki genç kız kestiriyorum çok güzel ve havalılar. Daha ne? Hemen yanaşıyorum. Tanışıyoruz. Fevkalade cana yakınlar. Böyle kızların yalnız başına kalmaları ne tuhaf? Her neyse... Halkımız biraz çekingen olmalı herhalde... Laflıyoruz. Cana yakın yaratıklar... İkisi de öğrenciymiş. Biri İngiliz edebiyatı okuyor, diğeri biraz daha iddialı, Latince...

        “Tatlım” diyorum, Latince okuyana. “Bu etnik ceketi nereden aldın?” “Babam aldı” diye hesap veriyor: “Hindistan’dan...” Sektirmeden soruyorum: “Peder, ne iş tutar orada?” Bağlantıları varmış, halen süren. Üff tamam...

        Soruyorum, bir dernek var “Petronian Society”. Her yıl buluşuyorlar. Kendi aralarında Latince konuşuyorlar. Bizim fıstık, hemen yazılıyor: “Beni de sokabilir misin?” “Zannetmem” diyorum. “Zaten sen yeni yetmesin. Bunlar ciddi akademisyenler.”

        Elmacık kemikleri kızarıyor ama bir şey demiyor. Turnuva başlıyor. Bir günde cricket’in kuralları, böyle bir kurs bulmalıyım. “Sarı kırmızılı” takımın başkanına yanaşıp soruyorum. Adam İskoç çıkmasın mı? Meğer aynı malta üye olmayalım mı? Beni evlat edinecek.

        Adım adım dolaştığım damıtımevlerini anlatıyorum. Vurucu darbeyi de Burns’ten indiriyorum, onların milli şairi. Tutturuyor: Beni başkan yardımcısı yapacakmış... Olur onlarda bu seyirci yelpazesi varken niye olmasın? Son oyunlar bitiyor. Sıra kupalarda. Merasim faslında... Kupayı vermek üzere, “prenses şudur budur” mikrofona davet olunuyor. Anneciğim, bu o kız. Bizim Latince öğrencisi. Hayır olamaz...

        O saatten sonra bir daha vuslat olamıyor. Prensesin etrafı çok kalabalık...

        Akşam, bizim “İskoç simalı çilli Laz kıza” yazılıyorum. Ian Schrager’in “İmparatorluğun üzerindeki güneş” nasıl batar projesine yollanıyoruz. Londra’nın orta yerinde çakma İngiliz dekoru ile bir New York mekânı. Berners Tavern “eski koloninin öcü”. Daha da bir şey diyemem... İngiltere’nin güneybatısında yer alan, Prens Charles’a ait Highgrove House ve bahçelerinde kriket turnuvasını izleyen seyirciler.

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ