Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Yaşam HT Cumartesi ‘Yüzleşmeye değil, kaçışa inanıyorum’

        Gülenay BÖREKÇİ / HT CUMARTESİ

        Müziğe ve masallara âşık bir yazar, zor zamanları güzelleştiren peruklar ve best-seller âlemi...

        Muhteşem Oz Büyücüsü kitaplarından birinde bir masal okumuştum. Adını unuttuğum bir prensesin sayısız “kafası” vardı, hepsi de yatak odasındaki bir dolapta duruyordu. Her ruh hali için ayrı bir kafa seçebiliyordu prenses, mesela mutsuz, üzgün veya öfkeli uyandığı o berbat sabahlarda kendine yeni bir kafa seçebiliyordu. Başka biri olarak geçirdiği günün sonunda da mutsuzluktan, kederden veya öfkeden iz taşımayan şahane bir uykuya teslim oluyordu. Masalın mesajı açıktı; şu hayatta huzur isteyenin kafayı değiştirmesi gerekti... “9 Peruklu Kız”ın yazarı Sophie van der Strap’e anlatıyorum bunu. Zaten kitabını çocukluğu boyunca defalarca okuduğu o masaldan etkilenerek yazdığını söylüyor.

        Peki ne anlatıyor? Kendi hayatını, hastalığını, peruklarını ve mucizevi iyileşmesini... 20’lerinin başındayken çok hızlı ilerleyen bir kanser türüne yakalandığını öğreniyor. Ağır ve agresif bir tedavi uygulanıyor ve saçları dökülüyor. Çok korkuyor Sophie. Hele geceleri bu korku iki kat artıyor. Gündüzlere gelince... “21 yaşındaydım, muhtemelen fazla zamanım kalmamıştı ve moralimi düzeltecek bir şey yoktu; aynaya baktığımda güçsüz, hasta birini görüyordum” diyor. Perukları o sırada keşfetmiş. Böylece hem dışarı çıkacak, arkadaşlarıyla görüşecek cesareti bulabiliyormuş kendinde hem de kendini yeniden güzel hissedebiliyormuş. Üstelik her peruğuna başka bir ad takıyor, birkaç saatliğine de olsa başka biri gibi davranıyormuş. “Hastalığımı bir gün için bile unutsam kâr sayılırdı” diye anlatıyor. “Kendinizi benim yerime koyun. Kanserdim. Geceleri öyle veya böyle ilaçların da etkisiyle uyuyabiliyordum. Ama gündüzler geçmek bilmiyordu. Ben de ‘yeni bir ben’ olmanın yolunu aradım.” İşte şu anda 20’lerinin sonunda olan ve hastalığını tamamen yenen Sophie van der Strap’le röportajımızın devamında konuştuklarımız...

        Bu kitabı yazmaya nasıl karar verdiniz?

        Doktorlar bana kanseri yendiğimi söyledikleri günden beri, “Carpe diem/Anı yaşa” sözüne inanıyorum. O yüzden de hesap kitap yapmadan yaşıyorum. Anlayacağınız, kitap yazmak gibi bir kararım yoktu. Bir gün sezgisel bir biçimde masanın başına geçip içimdekileri dökmeye başladım. Ayrıca feci şekilde sıkılıyordum ve bu iş bana iyi geliyordu, en azından zihnime üşüşen endişe ve korku bulutlarını dağıtmama yardımcı oluyordu. Kendime ait bir dünya yaratmış ve onun içine sığınmış gibiydim. Yaratım sürecinde her şeye karar veren sizsinizdir, kimse neyi niçin yaptığınızın hesabını soramaz ve bu acayip özgürleştiren bir şeydir.

        Biraz daha geçmişe dönelim: Peruklar nasıl girdi hayatınıza?

        Biliyor musunuz, kanserle savaş diye bir şey var ama bu öncelikle bedensel değil zihinsel bir savaş. Peruklar, savaşmamı kolaylaştırdı. Kendimi çaresiz hissediyordum, belki de bir daha asla eskisi gibi sağlıklı ve güzel olamayacaktım. Bu ihtimal beni korkutuyor, kabullenmekte zorlanıyordum. İlk peruğumu internetten satın aldım ama korkunçtu, vakit yitirmeden yenilerini aramaya koyuldum. Ailem, arkadaşlarım şehirdeki peruk satan bütün dükkânlardan benim için randevu alıyordu. Aradığım gibi güzel olanları sonunda bir tiyatro malzemeleri dükkânında buldum. Denediklerimden bazıları komik bazıları seksi bazıları da çılgın görünmemi sağladı. Biçim biçim kızıl, sarı, siyah perukların her biri başka biri gibi hissetmemi sağlıyordu. Sarı röfleli kumral perukla Daisy adında saf bir köylü kızı oluyordum. Küt kesimli beyazımsı peruğu taktığımda maceracı ve vurdumduymaz Platina oluyordum. Hastaneye giderken taktığım kızıl renkli favori peruğumla Sue oluyor, güçlü biri gibi hissediyordum. Uma ise bana kendimi son derece seksi ve dişi hissettiriyordu. Bir de gür bukleleriyle göz alan Pam vardı. Peruk koleksiyonum bu şekilde büyüdü. İyi gelip gelmemesi bir yana çok eğlenceli bir deneyimdi ve zaten ilk etapta benim için önemli olan buydu.

        Hastalığınız geçmişte kaldı fakat peruklarınız ve kâğıt kaleminiz sizinle...

        Peruklarımdan vazgeçemem, haklısınız. Kâğıt kaleme gelince; hayatta en sevdiğim şey yazmak. O an için derdim tasam her neyse onu soğukkanlılıkla kâğıda döktükten sonra içimdeki zehirden kurtulduğumu, arındığımı hissediyorum.

        ‘Bir peruğun insanı nasıl değiştirebildiğine inanamazsınız’

        Hastalığınız ve sonrasında yaşadıklarınız size ne öğretti?

        Sanırım artık başıma gelen her olumsuzlukta iyi bir yan bulmaya çalışıyorum. Kanser olmayı istemezdim, şükürler olsun iyileştim. Ama böyle olmasaydı, ne yazma yeteneğimi ne de perukların bana bu kadar iyi geldiğini keşfedecektim. Gerçekte “kötü” diye bir şey yok. Mesela ben, geçmişteki berbat ilişkilerime ya da beklemediğim anda beni terk edenlere kızmıyorum, bana özgürlüğümü kazandırdılar.

        Başarılı bir filme de dönüştürülen hikâyeniz niçin bu kadar çok sevildi?

        Şahsi mücadelemi dürüstçe anlattığım, sonunda düşmanı yendiğim için... Ama şunu vurgulamak isterim izin verirseniz: Bir peruğun insanı nasıl değiştirebildiğine inanamazsınız, denemediyseniz tavsiye ederim. Peruklarım zaman zaman hasta olduğumu unutup hayata devam etmemi kolaylaştırdılar. Öte yandan beni iyileştirdiklerini söylersem, doğru olmaz. Benim yaşadıklarıma benzer şeyler yaşayanlara tek tavsiyem olabilir: Kanser ya da başka bir şey, başlarına gelen dert her neyse, ondan ellerinden geldiğince uzaklaşsınlar. Sorununuz çok büyük olabilir ama bu, 24 saat boyunca hep onunla meşgul olmanız gerektiği anlamına gelmiyor. Herkes yüzleşmenin öneminden söz ediyor; bense onlar gibi düşünmüyorum. Esas beceremediğimiz şey uzaklaşmak, kaçmak... Açıkçası ben yüzleşmeye değil, kaçışa inanıyorum.

        ÇOCUK

        BİR MÜZİSYENDEN MASALLAR

        İlkin Mavi Sakal grubunun solisti olarak tanıdığımız müzisyen Genç Osman Yavaş’ın harikulade çocuk kitapları yazdığını bilmiyordum. Öğrenince onunla biricik yeğenlerini eğlendirmek için başladığı masal anlatıcılığını ve Final Kültür Sanat Yayınları’ndan çıkan kitaplarını konuştuk...

        “Amcam ve Ben” dizinizden söz edelim. Bildiğim kadarıyla iki kitap çıktı; “Havaalanında Bir Zebra” ve “Restoran Macerası”...

        Evet, iki kitap. Ama şimdilik sadece yeğenlerime anlattığım ve kıyıda köşede kâğıda dökülmeyi bekleyen bir sürü uçuk kaçık macera daha var; Elif’le Peri’yi eğlendireyim diye uydurduğum hikâyeler.

        Kitaplarda anlattığınız o “çatlak” amca siz misiniz? Böyle dediğim için özür dilerim ama çok tatlı biri olmakla beraber karakter bayağı uydurukçu...

        Doğru tahmin ettiniz, hikâyelerin içinde ben de varım. Esas kahramanımız Zebra’nın geçmişi hakkında pek bilgi sahibi olmadığımız için, amcanın anlattıklarına inanmaktan başka çaremiz de yok zaten. İşin aslı onun çatlaklığını ben de seviyorum. Düşünsenize; çocukken masallara bayılan birçok yetişkin onları artık hatırlamıyor bile. Günlük hayatın zorlukları, tatsızlıkları bu kadar ağır basarken, çocuklarla çocuk olmam ve zaman zaman hayal âlemine balıklama dalabilmem beni çatlak yapıyorsa, üstüne üstlük bu şekilde çocukları ve bazı büyükleri eğlendirebiliyorsam, ‘çatlak’ lakabını iltifat olarak kabul ederim.

        Karakter niçin fazla “atıyor”?

        Bize “doğru” olarak sunulan bazı şeylerin esasen ne kadar eğreti, ne kadar yanlış olduğunu anlatmak istiyordum, bu yüzden karakteri uydurukçu biri yaptım. Gerekirse ve işe yarayacaksa, her şeyi baş aşağı gösterebilirim.

        Amca’ya bayılmamızın bir sebebi dünya tatlısı biri olmasıysa, ikinci sebebi hayvanları çok sevmesi. Bu dünyayı hayvanlar için de yaşanacak bir yer haline dönüştürmek konusunda çocuk edebiyatına epey iş düşüyor desem, katılır mısınız?

        Kesinlikle. Ebeveynler çocuklarını korumak adına onlara hayvanların “cısss, kötü!” olduklarını anlatıyor ve bu şekilde çocukların hayvanlardan korkmasına sebep oluyor. Bu yüzden, çocuklara hayvanları güzel bir şekilde anlatmak çok önemli...

        ‘Tutkunu bul ve ondan ayrılma’

        Mavisakal geçmişiniz var. “Gökyüzü Masmavi” adlı bir solo albüm de çıkardınız. Müzikle ilişkinizi sorsam?

        Her şey arkadaşlarının babama bir gitar hediye etmesiyle başladı. Yani büyük aşkla bağlı olduğum müziğe etrafta bir gitar var diye bulaştım. İnsan tutkusunu bulmalı ve ondan ayrılmamalı. Zihne ve bedene daha iyi gelen bir şey yok.

        Rock müzisyenlerinden daha karanlık kitaplar beklenir. Sizse şeker gibi iki kitapla çıktınız karşımıza...

        1990’larda kimi müzisyenler Bodrum sahillerinde sırf imaj uğruna kameralara yaz sıcağında kavrulurken deri ceketle “yakalandı”. Yani rock’çı da olsa birçok kişi istediği gibi yaşamıyor. Ben mecbur olduğum şeyleri değil, içimden gelenleri yapıyorum. “Madem rock’çıyım, bana şöyle her şeyi yerden yere vuracağım bir kitap yakışır” düşüncesiyle yazsam, sadece piyasaya bir ‘zoraki’ eser daha eklenmiş olurdu. Ah, o kaygılar! İnsan kesinlikle mecburiyetleri bir kenara itip kendi seçtiği yoldan devam etmeli.

        Peki karakterinizden yola çıkıp sorayım; bir yazar için uydurmak işin eğlenceli yanı mı, zor yanı mı?

        Hayatın eğlenceli taraflarını artık neredeyse unutmaya başlamışsak, ‘uydurmak’ elbette zor. Ama keyif aldığınız şeyler varsa, o kadar zor olmuyor.

        Müzisyen Genç Osman Yavaş’ın kitaplarının sonunda, kare kodlar aracılığıyla ya da internetten dinlenecek şarkılar var. Sözleri de, müzikleri de o yazmış. “İlkin böyle bir düşünce yoktu aklımda ama sonra, çocukken böyle bir şeyin beni ne kadar mutlu edeceğini düşününce üşenmeyip şarkı da yazdım ve haliyle bunu yaparken çok eğlendim” diyor.

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ