Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Yaşam HT Cumartesi Kokuyu takip et!

        Ali Esad GÖKSEL/HT CUMARTESİ

        Girişteki soruyu duyanların hayretini görür gibiyim: “Ne tamamı kardeşim! İşin gücün yok mu senin, bizimle eğleniyorsun, ayıptır, utan!” Hele durun, tez elden celallenmeyin. Daha bizim soruşturma bitmedi ki... Araştırmacı gazetecilik var ya; işte budur. Hem kendine, hem etrafına zulüm. Ama söz, başka eziyet yok. Kendinize nasıl bir hayat isterdiniz, onu deyin kâfi. Baştan söyleyeyim, bu soruşturmayı vehmettiren ne biliyor musunuz, Reimann Kardeşler... Karşımızdaki Alman ailesi adeta bir “sır”... Hani “dedikoducu ekonomi yazarlarımız” var ya, şimdi diyecekler ki, “Yahu sen hiç mi duymadın onları daha önce, Forbes Listesi diye bir mevzu var!” Tamam Ertuğrul Ağabey, acele etme, önce bir dinle... Bu aileyi ne bilen, ne de gören var. Resmi evraklarda kayıtlılar, evet. Ama günlük hayat halleri: “Namevcut”... Google, Facebook, şudur budur, nafile! 18 milyar Euro’nun sahibi dört kardeşin izini ara ki bulasın. Muhteremler “incognito”, yani “gizlenmiş suratlar”... Nerede yaşıyorlar, ne okuyup ne yazıyorlar, ne içip ne yiyorlar, kimlerle birlikteler...

        Bunların hiçbiri bilinemiyor. Belki metroda yanınızda, kahvede yanınızda oturuyor bile olabilirler. Sizi bilemem, ben söz konusu keyfiyeti çok düşündüm. Bu sınırsız özgürlüğün paha biçilmez değerde olduğu açık. Ama elbette her özgürlük gibi bunun da bir bedeli var. O özgürlüğe talipseniz ödeyeceksiniz. İnsan iki arada, bir derede olamıyor... Hem tarihimiz hem de hayatımız bu tarz sayısız başarısız teşebbüsle bezeli. Farkındayım, iki sorunuz olmalı. İlkinden başlayayım... Bu fakir incognito kalmayı kıvıramazdı! Baştan itiraf etmiş olayım; dayanamaz bir “Matisse” alırdım. Tablonun huzurunda şarap içelim diye de sevdiklerime haber ederdim. Gerisini hayale mahal var mı... Üstelik zaten yapacağım... Gelelim can alıcı soruya... Bütün bu hikâyeyi ne diye sunuyoruz? Sıkı durun! Nümüzdeki çeyrek asrı değiştirebilecek bir iş söz konusu. Reimann Biraderler 12 milyar Euro ile “dünyanın kahve satıcısı” oluyorlar. Kahve deyip geçmeyin, Ebussuud Efendi’nin fetvası dahi kesmedi, her çağ ve her coğrafyada altın muamelesi gördü. Yani Reimann’lar doğru yolda. Son bir teyit: Para sihirbazı Warren Buffett da onlara ortak olmak için sırada...

        ÇAMLICA PAŞASI

        Araştırmalar “ağız tadımızın” çocuklukta belirlendiğine işaret ediyor. Annenin hamilelikteki tercihlerinin, özellikle de ilk altı ayın doğacak çocuk üzerinde son sözü söylediği kanısı yaygın. Öyle ya da böyle; kendi adıma şunu iyi biliyorum: Çamlıca’daki evde annemin babaannesine kadar uzanan “kesin ve sarsılmaz bir kadın nüfus ve hâkimiyeti” vardı. Çok şımartılan bir çocuk olarak, özellikle “hanımağaların kahve seanslarını” kaçırmazdım. “Ben de istiyorum” talebimle, anneannem, “Ona da bir paşa kahvesi yapılsın” diyerek son sözü söylerdi. Çocukluğum “paşa kahvesi” tabir olunan, mebzul suyla inceltilmiş, şekerli, manasız kahveleri içerek geçti. Ortalıkta “kumpas” falan da yoktu aslında, paşalara reva görülen bu zulmü anlamak kabil değil... O günler üzerimde kazınamaz bir iz bıraktı. Bugün ne zaman “Kahveniz nasıl olsun” diye sorulsa, “Sade” diyorum. Buraya kadar tamam, normal. Fakat devamı var. Siparişi alana bir de “tembih” seansı: “Telveli olsun, fal bakılacak gibi...” Geçtiğimiz yılın ilk ayında da istisnai bir kar yağmıştı ya, gün gibi hatırımda: Küçücük bir cemaat, “Türk kahvesi” aşkına Sultanahmet’e koşuşturmuş. Konseri takiben ev sahibesi Merve Gürsel ve gecenin kraliçesi Emma Shapplin’e “Çamlıca hikâyesini” anlatıyorum. Yerlere yatıyorlar. Tabii ikisi de zarif, kibar kadınlar; çocukluğumdaki “tombik ve saftorik” halimle eğlenmiyorlar... Konser yorgunu Emma Shapplin’in hoş bir ses rengi var, salon adeta büyülenmiş. Dedim ya, Türk Kahvesi ve Kültürü Araştırma Derneği yararına düzenlenmiş bir gece bu, dışarısı bembeyaz. Koskoca şehirde hayatın duruverişini bir kenara bırakırsak, atmosfer büyülü bir masal gibi. Müridi olduğum Arkeoloji Müzesi’nden yukarı tırmanmışım, Topkapı Sarayı’nda “bir taşım keyif” sergisi açılışı için... Herkes orada. Karakış kıyamet dememiş, gelmişler. Türk kahvesi, küresel çaptaki yegane markamız çünkü...

        Ve neresinden bakarsanız bakın, altı asırdır tahtında. Dünyanın her yerinde yüzümüzü ak çıkartacak bir sihir. Bazen Türk kahvesini hiç içmemiş insanlarla karşılaştığım oluyor. Mahiyetini bilmiyor, inceliklere hakim değil ama Türk olduğumu öğrenince, hemen kahve geliyor aklına. Ve bu “Midnight Express” faslından değil! Bu sefer işin içinde güler yüzlü bir merak, takdir dolu simalar var. Bir kahvenin kırk yıl hatırı olduğu söylenir ya, doğru değil. Bunun hatır ve hatırası 600 yılı bulmuş durumda... Yıllardır herkese, her vesileyle soruyorum, kışkırtmaya çalışıyorum belki: Küresel kültür ve ölçek marka savaşlarını meşru kılıyor hem de kıran kırana. Kimsenin kimseye amanı yok...

        Malumunuz, marka yaratmak bilgi, vizyon, zaman ve çok büyük para işi. Geldik bu fakirin sorusuna: Elinizde büyük büyük dedenizden kalma bir dünya markası varsa, ne yaparsınız? Üstüne yatar mısınız mesela? “Hiç olur mu öyle şey” diye silkelenenleri duyar gibiyim. İyi de erenler, üstüne yatmak şöyle dursun, biz hiç yokmuş gibi davranıyoruz. Hani söylemesi ayıptır, buralar dünyanın merkezi ya, etrafa kendimizi anlatacağız öyle mi? “Geçiniz. Onlar gelip bizi keşfetsin. Eşref saatimizse tebessüm ederiz!” Bakınız, başka bir çağa girdik. 21. yüzyıldayız. Kültür savaşlarının çağı. Acımasızca. Kimse kimsenin gözyaşına bakmıyor. Ya var ya yoksunuz, o kadar! Bir kere derdinizi “çok etkili bir görsellikle” anlatmalısınız. Şimdiye kadar uyuduk, saat geldi, lütfen artık uyanalım. İnsanlığın kültür mirası olarak UNESCO’dan tescilli Türk kahvesini dünyaya anlatmakla mükellefiz. Emma Shapplin ve Merve Gürsel ile birlikte...

        Menekşem SISI

        Dün epeydir beklediğim sergi açıldı: “Üç Şehir ve Bir Birleştiren”... Haydi söyleyin, hatırlayanınız var mı? “Bir bilen, bir de birleştiren”deki sarkacımız ne kadar gerilerde kaldı. Sanki toplumsal hafızamız, gün be gün yeniden kaleme alınıyor. Yeni yılın taze sergisi tam da bu kapı arasına ayağını dayamada... Hele çokça isyan edegeldiğimiz kültür tarihi unutkanlığımız var ya, işte o kanayan yaramız... “Kahire, İstanbul, Viyana” oraya tuz misali. Mehmet Kurukahveci Kültür Merkezi’nin sunduğu sergi hoş. Bir nevi “leitmotiv olarak kahveyi almış bir oryantalizm denemesi”... Kahve fincanı kâh El Azhar, kâh Süleymaniye, kâh Secession’da. Sefer Kahire ile başlıyor ya, 17. asır ortasında Evliya Çelebi’ye kulak vermeli: “Nil kenarında çemenzar sofa ve maksurelerde yaz kahveleri vardır. Bunlar fıskıye, havuz ve selsebilli kahvehanelerdir. Ve her birinde çeşit çeşit usta hanende

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ