Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Yaşam HT Pazar Orhan Pamuk: Romanım Araf'ta geçiyor

        Gülenay BÖREKÇİ / HABERTÜRK PAZAR

        Orhan Pamuk’un yeni romanında çok sevdiğim bir yer var: Saçları doğal kızıl olan bir kadınla boya kızılı olan bir kadın karşılaşıyor. Saçlarını boyayan, “Onunki tesadüf, bense böyle olmayı kendim seçtim” diyerek kurtarıyor gururunu. Tam da kurtaramamış olacak ki o günden sonra artık saçlarını boya yerine kınayla renklendirmeye başlıyor.

        Orhan Pamuk’la mülakatımıza bir soruyla değil, bu kısmın beni hem eğlendirdiğini hem de bunda onun edebiyatçılığını açıklayan bir yan bulduğumu söyleyerek başladım. Yıllar önce bana, “Samimiyet istiyorsanız başka romancıları okuyun. Ben çok gayrısamimiyim; hilem samimiyetsizliğimi samimiyetle yapmaktır” dediğini de hatırlattım. Buradan devam ettik...

        Kırmızı Saçlı Kadın, romanın bir yerinde “Saçlarımı kınayla boyamaya başlamasaydım eğer, Cem beni hiç fark etmeyebilirdi” diyor, neden?

        Eh, anlaşılır bir şey, kına doğal bir malzeme, o da kendini böyle daha doğal hissediyor. Ben sorayım: Kırmızı saçlı olmayı seçmek sizce samimiyetsizlik mi?

        Hayır, öyle düşünmüyorum.

        “Saf ve Düşünceli Romancı”da zaten anlattığınız şeyler bunlar...

        A’yı B diyerek anlatan adam olmayı severim; Shakespeare ve Dostoyevski çizgisidir bu. Her insanın kalbinde birbiriyle çelişen iki düşünce mutlaka olur. Türkiye hem Batılıdır hem de Doğulu. Memleketi bir çizgiyle ikiye bölüp insanları Doğulu-Batılı, laik-muhafazakâr diye ikiye ayıramayız. Gerçi siyasi partiler oy almak için milleti zehirleyip böyle ayrımlar mümkünmüş gibi davranıyorlar. Bu yüzden liberal, hoşgörülü siyaseti, politikacılar değil iyi romancılar yapıyor aslında, Dostoyevki’ler... Onlar bir insanın A demek isterken pekâlâ B diyebildiğinin, B derken bambaşka bir şeyi kastedebildiğinin farkındalar.

        Oedipus, Rüstem ile Sührab efsanesi, Bizans kuyuları, Freudyen rüya yorumları, Jules Verne, Pasolini; romanınız kültür tarihi gibi... ‘Ağır iş yaptım’ duygusu var mı?

        Neredeyse 30 yıldır zihnimde boğuştuğum bir hikâyem vardı, onu anlatmayı çok istiyordum.

        Kuyucu Mahmut Usta, “Buradan bir şey çıkmaz” diyenlere rağmen bir gün su bulacağını hissederek kazıyor toprağı, siz de böyle hissettiniz mi?

        Artık olgun romancı olduğum için bazı şeyleri daha rahat söyleyebilirim, bu kitabı yazarken aklımın bir köşesinde hep Ernest Hemingway’in “İhtiyar Adam ve Deniz”i duruyordu.

        Sevdiğiniz bir roman mı?

        Doğayla savaşı mükemmel anlatıyor. Kusuru, balıkçının denizin ortasında yapayalnız olması, kendi kendine konuşup durması. Ben tek başına kuyu kazan bir adamı yazmak istemedim, “Kendini yazmış” diyeceklerdi. Öte yandan kuyucuyla özdeşleştiğim doğru; romancılığın iğneyle kuyu kazmak olduğunu hep söyledim. Ama bir yere kadar! 40 yıldır sabırla yaptığım bir işim var, kitaplarım okunuyor, insanlar beni önemsiyor, bazı konularda ne söyleyeceğimi dinlemek istiyor... Ama kabul, bazen ne kadar ısrarla kazarsan kaz, suyu bulamayabiliyorsun.

        Ne yapıyorsunuz o zaman? Elinizdeki romanı çöpe mi atıyorsunuz?

        Mahmut Usta insanların sevip kıymet verdiği ama sonra unuttuğu şeylere rastlıyor kuyularda. “Düşünceli” romancısınız ama bazen beklenmedik şeylerin peşine düşüyor musunuz?

        Roman yazmanın en zevkli yanı budur işte. Düşünceliyim ama demek ki saf bir yanım da var. (Gülüyor.) Bakıyorsun, hiç hesaplamadığın bir şey gelip seni bulmuyor. Öğleden sonra 1’le 3 arası saflığıma hitap edecek hiçbir şey gelmez. Ama zihnimi kirletecek şeylerden uzak durmuş, internete bakmamışsam, hele akşam 8’de güzel bir kadeh şarap içmişsem; uykudan kalkıp pijamalarımla masanın başına geçerim. Gece yarısından sonra öyle düşünceler gelir ki. Yazarsan farkında bile olmadan kaleminin ucunu sürekli bilersin. Tesadüfen gelen düşüncelerin güzelliğini görebilirsen, onları bir çerçeve içine koyarak kitabının parçası yaparsın, hatta sen bile şaşırırsın bunu daha önce niçin akıl edemediğine...

        Romanda Cem’in onu farklı biçimlerde hırpalayan iki babası var...

        Gerçek babası pek ortada olmadığından, Cem başka türlü bir baba şefkati arıyor ve bunu ustasında buluyor. Buradaki şefkat, otoriterlik de içeriyor. “İstersem senin kemiklerini kırarım ama hepsi sana duyduğum sevgiden” diyen babalar yok mu? Şefkat ve otorite kardeştir. yine de kimse sonsuza kadar babasından nefret etmez, kimse de sonsuza kadar babasına hayran kalıp kendini onun için feda etmez.

        “Babalar bunu bilse iyi olur” gibi bir tonda söylediniz...

        Babayla ilişki hep sorunludur. Otoriter bir babam olmadığı halde ben de sıkıntı yaşadım. Benimki entelektüel bir sıkıntıydı elbette. Babanın seni ezmesinin yanında benimki gibi buhranlar hiçbir şeydir. Babam kötü bir baba değildi; karizmatik, yetenekli, kendine güvenen, neşeli bir adamdı. Abimle bana “Akıllı oğullarım” derdi. Gerçekten akıllı olduğumuz için değil, o kendini çok akıllı bulduğu ve bu durumda bizim de akıllı olmamız gerektiğini düşündüğünden, bilmem anlatabiliyor muyum?

        Sizin kaç babanız oldu?

        Açıkçası bir babam daha oldu. Yazmaya yeni başladığım yıllarda Kemal Tahir’e hayrandım. Hayattaydı; isteseydim, tanışabilirdim. Ama bundan korkardım.

        Ve?

        Tanışmadık. Bir şey söyleyip kalbimi kırabilirdi. Bu kez ondan nefret eder, öldürmek isterdim... Hayran olduğumuz, ‘baba’ saydığımız insanları yakından tanımak, sahip oldukları güçlere biz de sahip olmak isteriz. Ama onların kişisel tarihlerini, sırlarını tükettikten sonra da özgür olmayı seçer, ucuz bir bahane uydurup kaçarız. Oh be, nihayet bitti! Şimdi kime âşık olacağız, kime “Baba” diyeceğiz?

        Karakterlerinizden biri de zaten, “Seni kör etmek istiyorum, çünkü bir babada dayanılmayacak yan, seni hep görmesi” diyor.

        Çırağınız, size “Baba” diyen biri oldu mu peki?

        Bilmiyorum, etkilenen genç romancılar vardır ama ben onlara o gözle bakmam.

        Toplumların da babaları var anladığım kadarıyla. Çünkü “Devlet Baba, Allah Baba, Paşa Baba, Mafya Babası; bu ülkede kimse babasız yaşayamaz”...

        Bizde insanlar yere sağlam bastıklarından bir türlü emin olamadıkları için, sırtlarını iktidara dayayarak yaşarlar. Ailenin iktidarı da olabilir bu, bilginin, devletin, kaba gücün iktidarı da... Baskıcı bir toplumdayız, zordur bizde babasız olmak. Ben, hiçbir gazetede düzenli yazmadım mesela ve bunun sıkıntısını çok çektim. Karalama kampanyaları açıldı, başım dertten derde girdi. Ama kötü günlerin şöyle bir faydası oluyor; derin kalınlaşıyor, artık aldırmamayı öğreniyorsun. Şimdilerde hükümet yanlısı gazeteler sataşıyor biraz ama umurumda değil, “Bu göz neler gördü neler” diyorum içimden.

        Daha 2-3 sene öncesine kadar diğer taraftan saldırıya uğruyordunuz ama. Üstelik hatırladığım kadarıyla saldırının şekli aynıydı...

        Retoriği bile aynıydı, kelimeler değişmiyor. Üzerinize durmazsanız, kendinizi gökyüzünde uçan bir kuş gibi hissediyorsunuz. Güzel bir duygu, kaybetmek istemem. n 80’lerin sol çevrelerinin ağır maçoluğuna vurgu var. Örgüt içi ilişkilere, evliliklere müdahaleler, kimin kiminle ne yaptığının çetelesinin tutulması... Ben sol çevreler demezdim...

        Ne derdiniz?

        “Anladım Orhan, baban korku veren biri olmamış. Peki, sana bunu yapan biri oldu mu?” diye sorardım. O korkuyu bana ailemin dışındakiler yaşattı. Nasıl başlayıp yerleştiğini tam kestiremiyorum ama evimizin ötesinde karanlıklarla dolu bir dış dünya olduğunu hissederdim.

        Cem, Kırmızı Saçlı Kadın’la kitap okuduktan sonra öpüşüp sevişip uyuyakaldıklarını hayal ediyor. Ve yıllar sonra karısıyla tam da böyle bir şey yaşıyor.

        Cem’in karısıyla arasındaki son derece uyumlu ilişkide bir erotik gerilim yok; fazla arkadaşlar... İtiraf edeyim, bu kısımda yoğun bir otobiyografik yan var. Kuvvetli bir babam olmadığı için ben hep kuvvetli, her şeye hâkim kadınlara yöneldim. Cem de dertlerini açabilecek kadar güveneceği, kendinden daha güçlü bir kadın istiyor.

        Ama esas güçlü olan bana kalırsa Kırmızı Saçlı Kadın....

        Cem bu kadının şeytani cazibesine kapılıyor ama onunla evlenmiyor; evlenmeyi aklından bile geçirmiyor. Demonik buluyor onu, haklı da...

        Kapakta Dante Gabriel Rosetti’nin Regina Cordium’u var. Rossetti, “Uğultulu Tepeler”i okuduğunda, şöyle demiş: “Olaylar cehennemde geçiyor, ama nedendir bilmem, yer isimleri İngilizce.” Sizin romanınızda olaylar nerede geçiyor?

        Cennette mi, yoksa cehennemde mi geçtiğini soruyorsunuz, arafta diyelim...

        KUYULAR KAZILIYOR, İNSAN RUHUNUN DERİNLİKLERİ ARAŞTIRILIYOR...

        Orhan Pamuk, “Göğe çıkıp yıldızların ışıltısına ulaşmak yerine, üzerinde uyuduğumuz toprağın içine girmeyi hayal etmemiz doğru muydu?” diye soran karakterinin peşinden, yeraltına iniyor yeni kitabında, üstelik her anlamda... Kuyular kazılıyor, medeniyetin üzerindeki cilalar kazınıyor, insan ruhunun derinlikleri araştırılıyor. Öte yandan anlatması zor bir kurgusu var romanın. Söylenecek her şey hikâyenin sürprizini kaçırabilir, okuma zevkinizi öldürebilir, o yüzden çok kısaca bahsedeceğim... Olayların merkezinde antik Yunan tragedyası “Kral Oedipus” ve eski İran efsanesi “Rüstem ile Sührab” duruyor. Cem kendini, hem babasını öldüren Oedipus’un konumunda buluyor hem de oğlunu öldüren Zaloğlu Rüstem’in... Bu efsanelerden ilki büyümeyi ve iktidara isyanı temsil ediyor, ikincisiyse gücün kendini aklama gayretini...

        İkiliklerle, tezatlarla ilerleyen romanda, iki baba, iki anne, iki aşk var. Batı ve Doğu, edebiyat ve hayat, uygarlık ve gelenek, siyaset ve sahne... Anne ile oğul arasındaki hikâyeyse romanın en ışıklı yanlarından biri.

        Babamıza duyduğumuz hayranlıkla karışık korkunun üzerimizde bıraktığı gölgeyi konu eden, o gölgeden kurtulmayı şiddetle isterken onsuz kendimizi kaybolmuş hissettiğimizi anlatan romanın -kurgu gereği- Silivri’deki ağır ceza hâkimine sunulmak üzere yazıldığını öğrenmemizin okur olarak bize yüklediği sorumluluksa apayrı bir konu.

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ