Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Gündem İnanç 103 sene ara ile çıkan bu yangınların sebebi hiç bitmeyen lânet olabilir mi?

        FERİYE Sarayları’nın bugüne gelebilen son üç binasından biri olan ve Galatasaray Üniversitesi’ne tahsis edilen kısmı bu hafta çatır çatır yandı...

        Yangının sebebini bulabilmek için araştırmalar devam edip herkes birşey söylerken en doğru yorumu ilkokulu 1940’lı senelerde Galatasaray Lisesi’nin kullandığı binada okumuş olan Mehmet Şevket Eygi yaptı. Köşesinde “Eskiden binada sobalar vardı, yatakhaneler de soba ile ısıtılırdı” dedi ve “O senelerde sobaların kullanıldığı binada yangın falan çıkmamıştı ama teknoloji bugün bu kadar ilerlemiş iken ve kalorifer de varken şimdi neden yanıyor?” diye sordu.

        YIKILDI, YAPILDI; YIKILDI, YAPILDI

        Feriye’deki yangının binbir türlü sebebi olabilir ama eski İstanbul’da yaygın bir kanaate göre tek bir sebep vardır: Feriye’nin ve hemen yanıbaşındaki Çırağan Sarayı’nın yükseldiği arazinin eskiden bir “şeyhler mezarlığı” olması ve temellerin altında asırlardan buyana duran mezarlardan bazılarının hâlâ kaldırılmaması...

        Çırağan’dan Feriye’ye uzanan yani bir tarafında Çırağan Oteli’nin, diğer ucunda da Kabataş Lisesi’nin kullandığı binanın yeraldığı arazinin macerasını kısaca anlatayım...

        Beşiktaş’tan Ortaköy’e uzanan arazide, asırlar boyunca hanedan için saray büyüklüğünde yalılar inşa edildi. Padişahların bazıları bu yalılarda yaşadılar, bazıları binaları kızkardeşlerine hediye etti, yalılar zamanla yıktırıldı ve yerlerine yenileri yaptırıldı...

        Bu binaların arasında, şimdi Çırağan Sarayı’nın bulunduğu yerde 1613’ten itibaren bir de Mevlevî tekkesi vardı: Beşiktaş Mevlevihanesi...

        ORADAN ORAYA TAŞINDI

        Kapdan-ı Derya Ohrili Hüseyin Paşa tarafından kurulan tekke iki buçuk asır boyunca orada idi ama Sultan Abdülâziz’in Çırağan Sarayı’nın inşaatına karar verdiği 1860’ların başında istimlâk edildi ve yıktırıldı. Tekke önce Maçka’ya, oradan Tophane’nin ilerisindeki Fındıklı’ya ve nihayet Haliç’teki Bahariye’ye nakledildi.

        MEZARLARI BODRUMDA UNUTTULAR

        Çırağan’dan Ortaköy’e uzanan sahilde bir asırdan buyana devam ettiğine inanılan tuhaflıklar ve uğursuzluklar, işte bu istimlâkle başladı...

        Mevlevihane’nin şeyhlerin de defnedildikleri mezarlığı Çırağan Sarayı’nın altında kalmıştı, bazı mezarlar da Feriye tarafında idi ama inşaat yapılırken nakledilmeleri unutulmuş, tekkede şeyhlik yapmış 12 Mevlevi dedesinin kabri de Çırağan’ın bodrumunda kalmıştı.

        Saraylar inşa edildi ama felâketler birbirini takip etti ve eski İstanbullular, bu uzun sahildeki binalarda bir asırdan fazla bir zaman boyunca yaşanan yangınları ve diğer felâketleri hep mezarların varlığına ve tekkeleri yıkılan Mevlevî şeyhlerinin bedduasına bağladılar...

        MEVLEVİ TÜRBESİ BAR OLDU

        1980’lerde Çırağan Sarayı’nın enkazının otel haline getirilmesi sırasında aksaklıklar yaşanıp bir de yangın çıkması üzerine aynı söylentiler yeniden yayıldı ve mezarlar 13 Temmuz 1986’da taşları ile beraber Galata Mevlevihanesi’ne nakledildiler, şeyhler mezarlığı da “bar” yapıldı. Ama, Çırağan’dan Feriye tarafına uzanan arazide de yine eski devirlerden kalma bazı mezarların bulunduğuna, temellerin altında kalan bu mezarların nakledilmesinin unutulduğuna ve mezarlar kaldırılıncaya kadar sıkıntıların devam edeceğine hâlâ inanılıyor.

        Bütün bunlar, eski İstanbullular’ın arasında bir buçuk asırdan buyana devam edegelen söylentiler.... Mâlûm sahilde olup bitenleri anlattığım bu sayfadaki kutuyu okuyun ve ortada bir lânetin yahut bedduanın olup olmadığına da artık siz karar verin...

        İstanbul yangınlarında asırlardır herşey aynı, değişen birşey yok!

        İSTANBUL’da ahşap binalara musallat olan yangınları en iyi ifade eden yazılardan biri, Türk edebiyatının büyük ismi Refik Halid Karay’ın 1940’larda kaleme aldığı “Çocukluğumun Yangınları” başlıklı makalesidir.

        TANRI’YA ADAK GİBİ

        İşte, Refik Halid’in bundan 70 sene önce sanki bugünleri anlatırcasına kaleme aldığı yazısının bazı bölümleri:

        “...Bazı mahallelerde epeyce yaşlanmış evlere ve konaklara şaşarak bakardık: Nasıl oldu da şimdiye kadar yanmadı diye...

        ...Ve tuhafı şuydu ki, şehir bir taraftan yanar, öbür taraftan devrin gözdeleri yine otuzar, kırkar odalı ahşap konaklar ve yalılar kurmaktan geri kalmazlardı. Devlet adamlarından hiç kimse ...yangın söndürme vasıta ve âletlerini yoluna koymak düşüncesine kafasında yer vermezdi. Sanki biz, eski zamanlarınkine benzeyen ve gizli tutulan bir din sahibiydik: Nasıl ilâhlara ...insan eti verirler, taze kızlar kurban edilirse biz dahi korkunç bir tanrıya yaksın, şenlik yapsın, gönül eğlendirsin diye ev kurar, yapı sunardık. Bu tanrı da vakit vakit kurbanlarımızı kabul eder, birer beşer, bazı zaman yüzer beşeryüzer tutuşturur, seyrine bakar, yatışır ve bir müddet yakamızı bırakırdı.

        ...Yangına ciddî şekilde karşı koymak, tedbir almak, yangını önlemek, bu gizli din bakımından muhakkak ki insanı cehennemden çıkılmayacak surette ağır bir cezaya çarptıracak günahlardandı. Ne padişah, ne devlet adamları, ne de cami, çeşme gibi hayrat yaptıranlar bu iman dışı işe yanaşabildiler... İtfaiyeye hortum almaktan bile kaçındılar.

        İstanbul asırlarca yapıldı, yakıldı, yine yapıldı, yine yakıldı. Sonunda, Meşrutiyet elde kalanın çoğunu yaktı ve hiçbirini yapmadı. O acayip devirden yâdigâr olarak elde bir dikili ağaç yoktur. Hattâ dikili ağaçtan vazgeçtik, Atmeydanı’ndaki (Sultanahmet Meydanı) Dikilitaş’ın bile yerinde nasıl olup da kaldığına şaşarım”.

        Bir sahilde ardarda bu kadar çok felâket de yaşanmaz ki!

        ◊ ÇIRAĞAN Sarayı’nın inşasını, Sultan Abdülâziz emretmişti. Mimar Balyan’ın eseri olan sarayın yapımına 1863’te başlandı, dört milyon altın harcandı ve saray tam sekiz senede tamamlandı. Sultan Abdülâziz, 1871 Eylül’ünde yapılan resmî açılış töreninde ayağı tökezleyip neredeyse düşmek üzere olmasını hayra yormadı, Çırağan’ı terketti ve saray resmen açılamadı.

        ◊ Sultan Aziz, beş sene sonra tahtından indirildi; Çırağan’ın hemen ilerisindeki Feriye’ye, şimdi Kabataş Lisesi’nin kullandığı binaya götürüldü ama birkaç gün sonra öldürüldü. Yerine geçen yeğeni Beşinci Murad, tahtta 93 gün kalabildi, o da tahtından indirildi ve Çırağan’a kapatıldı.

        ◊ 1878 Mayıs’ında, Sultan Murad’ı yeniden tahta çıkarmak isteyen gazeteci Ali Süavi, Çırağan’a girmesinden birkaç dakika sonra kafası sopayla kırılarak öldürüldü. Beşinci Murad, Çırağan’dan Feriye’ye nakledildi, orada 26 yıl hapis yaşadı ve saraydan 1904’te ancak cenazesi çıkabildi.

        ◊ 1908’de İkinci Meşrutiyet ilân edildi ve Çırağan Sarayı’nı Meclis-i Mebusan binası yani “parlamento” yaptılar. Ama lânet, meclisin sarayda sadece iki ay çalışmasına izin verdi. 19 Ocak 1910 gecesi çıkan yangın Çırağan’ı yoketti ve sarayın sadece dış duvarları kaldı.

        ◊ Enkaz, neredeyse 80 sene boyunca öylece kaldı... Düzinelerle işadamı binayı otel yahut müze yapmaya uğraştı ama hiçbiri beceremedi... Eskiyi bilenler, “Mezarlar bodrumda öylece dururken, değil inşaat yapmak, enkaza çivi bile çakılamaz...” diyorlardı...

        ◊ 1980’lerin sonunda, uluslararası bir konsorsiyumla enkazın otel yapılması konusunda anlaşmaya varıldığında, mezarlar hâlâ bodrumdaydı... İnşaat başladı ama peşpeşe yangınlar çıktı, konsorsiyumdaki şirketlerin bazısı krize girdi ve restorasyonun parasını sağlayan BCCI bankası iflas etti.

        ◊ İflâslar üzerine ihale el değiştirdi. Mevleviler de, bu arada sarayın mahzenindeki mezarları 1986 Temmuz’unda Tünel’deki, Galata Mevlevihanesi’ne naklettiler. İnşaatın kazasız-belâsız tamamlanması için artık engel kalmamıştı ve öyle oldu.

        ◊ Feriye Sarayları ise şehirde evleri olmayan hanedan mensuplarına lojman olarak verildi. Binalar bir asır boyunca durmadan yandılar ve yanan kısımların yerine yenileri inşa edildi.

        ◊ Sarayın sakinlerinden biri, Sultan Abdülâziz’in oğlu olan büyük bestekâr Şehzade Seyfeddin Efendi idi. Bir ara ticarete merak saldı ama iflâs etti ve Feriye’ye gelen icra memurları şehzadenin piyanosuna kadar bütün eşyasını haczedip sattılar.

        ◊ Feriye’nin bir diğer sakini, sonraki senelerde Osmanlı tahtına geçecek ve imparatorluğun son padişahı olacak Şehzade Vahideddin Efendi idi. Şehzade 8 Haziran 1885’te 24 yaşında iken Abaza Hasan Bey’in 19 yaşındaki kızı Nazikeda ile evlenip Feriye’ye yerleşti ama dairesi 1889’da yandı, kendilerini üzerlerinde gecelik entarileri ile rıhtıma atan Vahideddin Efendi ile hanımı evsiz kaldılar. Şehzadenin yangından kurtarabildiği tek eşya, büyükbabası İkinci Mahmud’a ait tepsisi bağa, hokkası yıldız taşı, tepsi kulpları ve hokka kapakları som altından bir yazı takımı oldu.

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ