Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Yaşam devlet korumasındaki çocuklar, evlat edinilen çocuklar, sosyal duvarları yıkalım,

        IŞIL CİNMEN

        icinmen@haberturk.com

        HABERTURK.COM

        Bazıları doğduğunda hayat hazır ol’da beklemez.

        Onlar dünyayla tanıştıklarında anneleri “bebeğim” diye sarmalamaz.

        Babaları arkalarında Çin Seddi gibi durmaz.

        Odaları pembe ya da mavi değildir; gridir.

        Hayat çok zordur ama onlar çocuktur.

        Sizin bir zamanlar olduğunuz gibi.

        Sizin çocuğunuz gibi…

        Tek farkları adları…

        Onlar, “devlet korumasındaki çocuklar.”

        Şimdi onlarla tanışacağız.

        Üstün körü değil, baya bir tanıyacağız.

        Tanımamız biraz uzun sürecek.

        Önemli çünkü bu…

        Kelimelerimizle hayatlarını daha fazla zorlaştırdığımızı anlamamız için,

        Zorlaştırmamayı öğrenmemiz için,

        Neler yaşadıklarını bilmemiz için,

        “Onarılamayacak çocuk yoktur”a inanmamız için,

        Fark etmeden ördüğümüz sosyal duvarları yıkmamız için önemli.

        Hayat Sende Gençlik Akademisi Derneği, toplum ve medyanın devlet koruması altında yetişenlere yönelik negatif tutumunun değişmesi için çalışıyor.

        Neler yaşadıklarını anlatırlarsa, sizi, bizi, herkesi değiştirebileceklerini biliyorlar.

        Toplumla çocuklar arasında sosyal duvarlar oluşturan, onların özgüvenlerini kıran, kendilerini toplumsal hiyerarşinin en altına koymalarına neden olan, rencide edici ve ayrıştırıcı davranışların son bulacağını düşünüyorlar.

        Dinleyin.

        SEN KİMSİN BULUT?

        2 Şubat’tı. Yani benim doğum günüm -benim olmayan doğum günüm- tam on iki yaşıma girdim. Bizim grup odasında doğum günü pastası üzerindeki mumları söndürürken arkadaşlarım “iyi ki doğdun” dediler koro şeklinde. Ben de içimden “neden” diye koroya eşlik ettim.

        Bebekleri leyleklerin getirdiği savı kesin doğru. Zira leylek babanın ağzındaki kundaktan yanlış evin çatısına düşürülmüş olmalıyım.

        Buluntu bebek! Ben buymuşum. Daha doğrusu uzman İpek Abla’nın, çay almak için sosyal servisten çıktığında el çabukluğu ile karıştırdığım kara kaplı çocuk kayıt defterinde kendi adımın karşısında bulunan kutucukta böyle yazıyordu.

        Kendi varlığımla ilgili merak ettiğim temel bir sorunsalım vardı zaten, bir de yabancısı olduğum bu kelime bütün inançlarımı altüst etti. On iki yaşımın taşıdığı belleğimde hiçbir açıklaması ya da karşılığı bulunmayan kelime. Buluntu!

        Adımın Bulut olması ile buluntuluğum arasında bir anlam yakalamaya çalıştım. Kütüphanedeki bütün sözlükleri ve ansiklopedileri karıştırdım ama Bulut ile buluntu arasında ses benzerliği dışında hiçbir bağ bulamadım.

        Hayatımın, üzerime neden bir numara büyük geldiğini anlamaya başladım. Bedenimde duran elbiselerin oluşturduğu potluk gibi hayat. Ne kadar da sağından solundan çekiştirsem, o iğreti kıyafet üzerimde hep başkasına aitmiş gibi duruyor. Ben var mıyım? Varlığımın göstergesi bana ait olmayan şeyler. Kurum yetkilileri tarafından konmuş bir ismim, Bulut Yüksel, nüfus müdürlüğü tarafından uydurulmuş doğum tarihim, 2 Şubat, her buluntu çocuğa uygun kafadan atılan aile bilgileri.

        Bulut’u aynalarda bulurum umuduyla saatlerce ayna karşısında zaman harcadım. Ablak suratımı, küçük bir domuzunkine benzeyen burnumu, ince dudaklarımı, ela gözlerimi inceledim. Bana benzeyen kimsem olmadığından kendimle ilgili bir çıkarsamada bulunamadım. En sonunda aynadaki yansımama dil çıkarıp kendime nanik yaptım, yapacak başka bir şey olmadığından.

        Şimdi sorular sorular… Cevabını bulamadığım sorular. Küçük çocukların büyük sorularını küçük cevaplarla geçiştiren büyükler.

        Ben bu sorunun cevabını nereden bulacağım?

        Sen kimsin Bulut?

        Bulut Yüksel

        SAÇSIZ

        Nasıl mı oluyor? Şöyle: Türkiye’nin ücra bir köyünden “Resmi Hizmete Mahsustur” yazan bir arabayla devlet korumasına alınıyorsunuz. Size bu statü mahkeme tarafından veriliyor. Muhtar da durumdan haberdar.

        Sonra köyde bir dedikodu: “Şatırların çocukları devlet alacemiş. Böğün yarın gelirler deyola.” Sen küçücük çocuk olarak dünyanda bu kocaman değişikliğe önce kızıyorsun. Kaçmak istiyorsun. Bilmiyorsun nerelere gideceğini. Hayatında köyden çıkmamışsın. Bir cami vardır. Onun sağında solunda bir yerlere falan devekuşu misali saklanıyorsun. Gelen sosyal hizmet uzmanı sanki seni bulamayacak. Köylün nereden bilsin ki o sosyal hizmet uzmanı, devlet demek oralarda. Kadri mutlak devlet. “Ahanda buradaymış” deyip seni tutup veriyorlar. Ağlayanın bile olmuyor köyünden giderken…

        Sonrası ne mi? O arabanın içinde ömrünün en uzun yolculuğu. Nereye gittiğini sen hariç herkes biliyor. Hayatında belki ilk defa göl, nehir falan görüyorsun. Belki de deniz. Vardın galiba. Senin gibi onlarca çocuk. Ama temas yok ilkin.

        Toplama kampından hallice bir yerdesin. Önce saçları üçe vur. Gırrrr, gırrrr, gırr. Sonra eşyalarını çıkar anadan üryan kalıncaya kadar. Ardından da bir komut: “Gir len banyoya!” Haşlana taşlana sıcak, çok sıcak bir banyo. Kimbilir hangi çocukların eskitemediği bir iç çamaşırı seti, şort-tişört. “Aha şurası dolabın” dedikleri, boyun kadar demirden bir dolap. “Şunlar da terlikler ve ayakkabılar.”

        Yemek sıraları, yemek duaları… Nasıl mı dua: “Allahımıza hamdolsun. Milletimiz var olsun. Yarabbim bana verdiğin nimetler için sana sonsuz şükürler olsun. Amin.” Sonra bir ses: “Sadece kaşık sesi duyulsun. Aranızda konuşmayın. O yemekler bitecek. Bitecek.”

        Çocuklar arasında bir fobidir her gün kıllı et yemek. Hiç unutmam, bir gün Tekmile diye bir kız çöpe yemek dökmüştü de hoca çöpü tekrar tabağına döküp yedirmişti zorla kıza. Yenir aslında sıkıntı da olmaz tek başına olsan, n’olcak ki. Ama onlarca çocuk var. Hep dalga geçecekler. Sonrasını düşün Tekmile. Ağlamalar sızlamalar boşuna. Sonuç negatif. Şanslıysan ve portakal çıkmışsa, çaktırmadan kabukların arasına sevmediğin yemekleri sıkıştır. Yanında da güvendiğin arkadaşların varsa seni hocaya ispiyonlamayacak… Derin bir nefes al. 1, 2, 3 dediğinde koş ve dök. Arkana da bakma. Sonrası derin bir ohhhhhhh. Bugün de yırttık.

        Saçlara gelirsek: Evet, onlar düzenli aralıklarla nizami şekilde kesilir. Kızlı erkekli üç numara…

        Devlet korumasındayken gittiğin okullarda bütün hocalar şipşak ayırt eder seni: “Yuvalı” olarak… Çünkü saçların kısacıktır. Hem de kız-erkek ayırmadan. Ne olacak ki bir çocuğun saçını kesmekten demeyin. Herhalde yuvada kalan çocukların üzerinde en olumsuz etki yaratan şeylerin başında gelir kısacık kesilmiş saçlar.

        Sonra sen okula gitmek isteme. Ağla, sızla. 20 tane yuvalı aynı okuldasın. Kabak gibi ortadasın. Hoca senin “yuvalı” olduğunu biliyor. Zaten okula bile uygun adım marş 20 kişi aynı anda gidiyorsun. Çocuğunun seninle oturduğunu gören veli soluğu okulda öğretmeninin yanında alıp, “Hocam benim oğlanı o yuvalı İsmail’le oturtmayın da ne dilerseniz dileyin” diyor.

        Simit bile okulda 3. dersin teneffüsünde yuvalı bir çocuğa verilirdi ve bütün yuvalı çocukları bulurdu o sınıflarında ve ellerine verirdi. Hatırlarım: Çoğu yuvalı çocuk o simitleri almak istemezdi, yuvalı olduğu direkt yüzüne çarpılıyor arkadaşlarının arasında diye. Sen saçlarına üzül, üzül, üzül. Boşuna. Hadi yuvayı geçtim, hele bir de dershaneye gidiyorsan oradaki hoca da: “Kusura bakma yavrum sen kız mısın erkek misin? Vallahi anlayamadım kusura bakma” dediğinde gözlerinde biriken yaşları nereye koyacağını bileme. “Saçsız” sonuç ne mi? Yüzlerce yaralı bilinç, rehabilitesi çok zor olan…

        Abdullah Oskay

        PARA ÇİKOLATA

        Ben bir yuva çocuğuydum. Sessiz, uysal, insanlardan kaçan. Yuvalı olmamı bile anlayamayacak kadar küçükken oldum “Yuva Çocuğu.” Annemin beni bıraktığı bir gün, henüz daha küçücükken anlamaya çalıştığım anlar. Düşünsenize, o kadar sevdiğiniz annenizin ellerinizin arasından uçup gittiğini. Hayattaki tek dayanağınızdan bir gün ayrıldığınızı. Nedenini asla sorgulayamadığınızı. Suçlu mu annem, bilemem. Ama gerçeklik ortada.

        Henüz iki yaşında, kocaman açılmış gözleri ile, yepyeni bir hayatın başlangıcında bir çocuk orada durmakta.

        Anlayamamıştım ilkin ne olduğunu. Hatırlıyorum şimdi. Ağlamaktan gözlerim şişmişti. Bir anda bir çocuk güruhunun içindeydim. Bir bakıcıya düşen onlarca çocukla, var olmak istiyorsunuz. İlkel değilim, garip değilim, sizden biriyim diyorsunuz etrafınızdaki mahalle çocuklarına. Ama olmuyor. Aramızda bir şeyler var. O mahalleli çocuk, sense yuva çocuğu. Şairin dediği gibi: “Sen ciğercinin kedisi, ben sokak kedisi.”

        Yuvadayken, galiba en zor şey kendinizi değerli hissetmekti. Sonradan öğrendim, yuva çocuklarında terk edilmişlik sendromu olurmuş. Kendisini değersiz hissedermiş bu çocuklar. Hele bir de gelen giden ziyaretçiler sadece vicdanlarını rahatlatmaya gelip, sorunu tam anlamıyla ele almak istemeyince, ne çocukların kalplerine dokunurmuş ne de hayatlarına. Ama elbet bazı ziyaretçiler farklıymış. Aynı annem gibi. Beni yüreğinden doğuran annem gibi. Günlerden bir gün ziyaretime gelen sonradan da bana koruyucu aile olan annem gibi.

        Ben annemden beni ziyarete geldiği bir gün çikolata istemiştim. Annem bana kocaman kocaman çikolatalar alıp gelmişti. Bense ısrarla hayır bunlardan değil, para çikolata istiyorum demiştim. Annem, Çanakkale’nin bütün marketlerini dolaşıp, bana para çikolata denilen o sarı jelatinli çikolatalardan arayıp, uzun zaman sonra bularak yanıma gelmişti. O zaman işte hayatımda ilk defa, “Ben birisi için değerliyim,” demiştim. Ben ve annem terk edilmişlik sendromunun belini bükmüştük.

        O zamanlar, yuvada kalırken hayaller kurardım. En büyük hayalim, bir gün ışığın beni yuvadan alıp başka bir hayata ışınlayacağıydı. O ışık benim için annemle doğdu. Önce gönüllü ailem olan annem, sonra koruyucu aile olmaya karar vermişti. Bana fikrimi sorduklarında, kocamanca bağırmıştım: “Evet, gitmek istiyorum.”

        Gittim de. Arkamda örselenmiş bir çocuklukla ve acı hatıralarla dolu bir geçmişle. Bir melek değildim giderken. Annem, onca kaçmama rağmen, adını bile doğru dürüst söyleyemeyen bana tonla emek harcadı. Bu sabır, zamanla bende de işe yaradı. Ne de olsa, onarılamayacak çocuk yoktu.

        Şimdi… Ben kim miyim? Hayatın bana bir kutu çikolata sunduğu ve içinden en sevdiğim altın kaplama jelatinli para çikolataların çıktığı kocaman bir mutluluğum.

        İrem Başak Bilgin

        BÜTÜN ÇOCUKLAR BENİM KADAR ŞANSLI OLSUN DİYE…

        Ben biyolojik babamı hiç tanımadım. Tanımak da ister miydim bilmiyorum. Bildiğim, onun bir kazada öldüğü ve geride dört çocuklu bir hamile eş kaldığı. Benimse bu beş çocuktan dördüncüsü olarak, şimdi yaşadığım aileme evlat edindirildiğim.

        Gerek ekonomik, gerek sosyal birçok sebebi var, çocuğunu vermenin. Bakamıyorsun herhalde kendi bebeğine ve vazgeçiyorsun; benden uzakta da kalsa bari yaşasın diye… Beni sokakta kalan veya devlet korumasında, sevgi yuvalarında gördüğüm çocuklardan ayıran farkım, evlat edindirmek isteyen aileden evlat edinmek isteyen aileye resmi bir şekilde kayıtlara geçirilerek geçiş yapmam.

        Bundan 24 yıl evvel beni mahkemede gören avukat amcanın bugün anlattıklarına göre, kara iri gözleri olan, etrafına masumca bakan, nerede olduğunu idrak edemeyen bir kız çocuğuymuşum… Ve beni o dönemde evlat edinen annemin anlattıklarına göre ise, sümüklü, saçı başı dağınık, kirli, elbisesi yırtık bir şekildeymişim beni ilk gördüğünde. Ve sonrası, masal gibi bir hikaye… Çok mutlu bir çocukluk geçirdim.

        Çocukken bahçemizde annelerinin bırakıp gittiği kedi yavrularına annelik yapardık annemle birlikte, işte bu yüzden çok önemlidir kediler benim için. Onlarla aynı olmuş kaderim, beni de bu bahçede annem büyüttü, tıpkı onları da hâlâ hiç bıkmadan büyüttüğü gibi.

        Beni veren aileyi, biyolojik anne ve kardeşleri çocukluğumdan beri tanıyorum. Ama onları uzaktan bir akraba olarak tanıttılar bana. 21 yaşıma dek neler olup bittiğini tam anlayabilmiş değildim. Şaka gibi; gülebilirsiniz ama öyle oldu. Sorular beliriyordu kafamda üstelik, anne ve babamın yaşı büyük, yüzüm gözüm biraz şu bizim eve gidip gelen insanlara benziyor, e bana da biraz değişik davranıyorlar falan… Ama ulaşmak istediğim hayallerle öylesine meşguldüm ki daha fazla derinine inmedim; en azından iyi bir üniversiteyi kazanıp hayallerimi gerçekleştirene dek…

        17 yaşına geldiğimde, iyi bir Türkiye derecesiyle ODTÜ’yü kazandım. Dershanemizin ısrarıyla benim başarı fotoğrafım asıldı ilimizin ilçemizin yollarına, okullarına. Hala her şeyden habersizdim, melek gibi uçuyordum sadece, isteyince başaramayacağım şeyin olmadığını görüyordum.

        Bir gün, “gerçekleri” öğrendim annemin ağzından tek tek. Ve neden bunca yıl beklediğini de şu sözlerle dile getirdi anne yüreği: “Bizi bırakıp gidersin diye korktuk kızım. Ama sen ne istersen yapmakta özgürsün.”

        Her şeyi öğrendikten sonra daha çok bağlandım aileme, zaten çok severdim ama o andan itibaren daha da çok saygı duydum. 1,5 yaşlarındayken haberim yokken değişen kaderime hep şükrettim.

        O günden sonra, Ankara’da kimsesiz çocuklarla vakit geçirmeye çalıştım. Ama derslerimin ağırlığı ve kendi hayatımdaki olayları görünürde kolayca atlatsam da duygusal ağırlığını hâlâ taşımamdan ötürü, biraz ara verdim zaten onları gördükçe üzüldüğüm çocukların yanına gitmeye. Bu yardımımı biraz erteledim. En doğru zamanı bekledim. Soğukkanlı halde onların yanında olabileceğime inanarak… Ve o gün bugündür.

        Kendimden yola çıkarak, sevgi bağının kan bağından üstün olduğunu söylemeye çalışıyorum. Toplumda hâlâ yadırganabilen bir durumken evlat edinmek ve edinilmek, bizim gibi güzel örneklerin olmasının bir umut olabileceğini düşünerek… Bütün çocuklar benim kadar şanslı olsun diye….

        Öznur Gülersoy

        Pazartesi devam edecek: Nasıl değişeceğiz? Neler yapabiliriz? Çözüm ne?

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ