Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Yaşam HT Cumartesi Pınar Erbaş, Pınar Erbaş haberleri

        HT CUMARTESİ / Pınar ERBAŞ

        Ayşe Erbulak; nam-ı diğer Altan Erbulak’ın kızı, oyuncu Sevinç Erbulak’ın ablası, yine oyuncu Dağhan Külegeç’in annesi. Çekirdek ailede sanata bulaşmamış kimse yok. Fakat Ayşe Erbulak’ın yolu biraz farklı. Konservatuvarla beraber oyuncu olma hayalleri kurarken genç yaşta anne oluyor. Hayallerini öteliyor haliyle. Derken bir Norveç macerası var. İkinci eşiyle tabiri caizse bulutların üstünde 11 yıl geçiriyor. Norveç dilinde oyun yazıyor, sahneye koyuyor, stand-up’lar düzenliyor, hızını alamıyor aşçılık kursuna yazılıp üstüne bir de cafe açıyor. Boş durmaya tahammülü olmayanlardan... Derken çok sevdiği eşinin vefatıyla yeni hayatı başlıyor. Çok zor süreç; kanserden kaybediyor, son ana kadar bir an olsun yanından ayrılmıyor. Sonrasında İstanbul’a geri dönüş. Bir yandan oyunculuğa devam ediyor, bir yandan Norveç’te tohumlarını attığı polisiye romanlara yoğunlaşıyor. Şimdi 4. kitabı raflarda. Ayşe Erbulak “1 sene üzerinde düşündüm, 19 günde yazdım” dediği son romanını anlattı.

        Polisiyede sık rastlanmayan bir durum var kitapta. Katil baştan belli...

        Ama bu, kitabın temposunu düşürmüyor. Çünkü katilden ziyade cinayetin neden işlendiği daha önemli. Okuyucu oraya odaklanıyor.

        Karakterlerden biri “Sıradan insanlardan bir katil yarattın” diyor.

        Çünkü öyle. Herkesin içinde bir katil potansiyeli var. Dikkat edin, herhangi bir cinayet olayında, katili yakınlarına sorduğunuz zaman “Kendi halinde sessiz sakin biriydi, nasıl yaptı anlamadık” diye anlatırlar. Kimse “Zaten birini öldüreceği belliydi” demez.

        O karanlık tarafımız nasıl ortaya çıkıyor peki?

        Zamanla. Dağhan doğduğunda oturduğumuz sokaktan geçiyordum geçenlerde. “O zamanlar ne kadar masummuşum” diye düşündüm. İnsanın üstüne yıllar bindikçe kirleniyor.

        Yazarken siz de içinizdeki kötüyü keşfediyor musunuz? İşin içinde bir katili, cinayeti anlatmak var...

        Aynen. Yazmak zaten öyle bir şey. “Neler biriktiriyormuşum farkında değilmişim” dedirtiyor insana. Bazen aklıma öyle şeyler geliyordu ki, fenalık geçirecek gibi hissedip odadan çıkıyordum.

        Peki nasıl oldu da polisiye yazmaya başladınız?

        Norveç’in etkisi büyük. 15 sene kaldım orada. Karanlık ve soğuk bir yer. Depresif bir havası var. Buna bağlı olarak su oranı da yüksektir. İlk gittiğimde -ki çok sakin biriyimdir- zıvanadan çıktım. Bir asabiyet geldi üzerime. İster istemez etkileniyorsunuz. Ve mesela Karin Fossum, Stieg Larsson gibi çok iyi polisiye yazarları da Kuzey ülkelerinden çıkmıştır. Tesadüf olmasa gerek.

        Bir Dexter havası var kitapta, yine kendi adalet arayışı içinde olan bir polis...

        Çok çok beğendiğim bir dizi. Şahane bir karakter. Benzerlik görebilirsin ama bire bir esinlenmedim.

        ‘KİM KİMİ ÖLDÜRDÜ’

        Bir dönem “Sevdiğim adamların beni terk ettiğini çok düşündüm” demişsiniz. Kitapta kadınlar öyle ya da böyle erkekler tarafından terk ediliyor...

        Tesadüfi olsa gerek. Belki de bilinçaltı. Flört olarak da terk edildiğim olmuştur ama o ‘sevdiğim adamlar’ kısmını babama ve eski eşime atfen söylemiştim. Yaşadığım 2 travmatik kayıp.

        Yıllardır stand-up yapıyor olmanıza rağmen kitapta hiç mizah yok...

        Öncekilerde vardı ama bu seferki bilinçli bir tercih. Pedofili, ensest gibi bıçak sırtı konuların yanına mizahı pek konduramadım.

        3. sayfa haberlerine göz atar mısınız?

        Tabii. Ama oradan beslenmiyorum. “Kim kimi öldürdü” diye bakıyorum sadece. Çok acı ama insanlara en büyük kötülük çoğunlukla en yakın çevresinden geliyor. Dünyada da bu böyle.

        Türkiye’de polisiye yazmak kolay mı peki, malzeme açısından besleyici mi?

        Çok. Özellikle son zamanlarda cinayetler iyice vahşileşti. Ama bunu “Aman ne güzel ilham alıyorum” anlamında söylemiyorum. Zaten bir polisiyenin en önemli olayı kurgu. “Nermin’i öldürdü” deyip işin içinden sıyrılamıyorsun ki.

        ‘ARTIK İĞNEYLE, ZEHİRLE ÖLÜM BENİ KESMEZ’

        Uzun zamandır polisiye yazmak bakış açısı olarak sizde ne gibi değişikliklere yol açtı?

        Etrafımdakilerle ilgili sürekli hikâyeler yazıyorum. Bir yerde oturuyorum diyelim; “Şuna kocası kesin dayak atıyor, şu kesin yanındakini aldatıyor, şu evinde çok mutlu” gibi...

        Peki polisiye hikâyelerle bu kadar içli dışlı olunca insan kriminal vakalara daha bir sıradan gözle mi bakıyor?

        Öyle. Bir alışkanlık yapıyor maalesef. İlk kitabımla şimdiki arasında bile dağlar kadar fark var. Kibar ölümlerden hunharca işlenen cinayetlere geçtim. Artık iğneyle, zehirle ölümleri yazmam. Beğenmem, beni kesmez. Mesela bir dahaki sefere öldürme seanslarını da daha detaylı yazmayı düşünüyorum.

        ‘Herkes üstüme yürüdü’

        Kitapta cinayete kurban gidenlerin çoğu kötü. Dolandırıcı, pedofil... Öyle olunca öldüren kimse daha mı suçsuz oluyor?

        Masum birinin ölümüyle suçlu birinin ölümünün muhasebesi vicdan tartısında aynı olamaz sanırım. Hele de size ya da çok yakınınıza bir şey yapmışsa. İçinizi soğutmak için bile yapmış olabilirsiniz. Adalet sisteminde de bir çarpıklık var. İdam cezalarına hepimiz karşıyız. Öyle de olmalıyız. Ama mesela daha yeni yaşandı; 6 yaşında bir kızı katlettiler. O kızın annesi olsam belki adamın idam edilmesini isterdim. Hiçbir ceza bana yeterli gelmezdi. Kitapta da öyle ya da böyle kötülük yapan herkes cezasını alsın istedim. Pedofili ve ensest kavramlarına da bilinçli olarak değindim. Çünkü çok büyük bir mağduriyet var ortada. Ve kurbanların çoğu maalesef itiraf ettikleri vakit başlarına bir şey geleceğinden korktukları için sessiz kalıyor. O zaman da ilahi adalete sığınıyorsunuz. Benim de başıma benzer bir şey geldi.

        Ne gibi?

        23 yaşındaydım. Yaşlı ve uzak bir akrabam bana bedeninde görmemem gereken yerlerini gösterdi. Ve bunu söylediğim vakit herkes üstüme yürüdü. İnanamadılar. Olayı kapatmak zorunda kaldım. Ama çok yara aldım. Aradan tam 25 sene geçti. Başka bir kıza daha aynı hareketi yaptı. Sonrasında bana hak verdiler. İlahi adalet dediğim bu işte.

        Ve bu konu bu şekilde aile içinde kapandı mı?

        Evet. Zaten sonra o adam rahmetli oldu.

        ‘Ünlü çocuğu kompleksine kapıldım’

        Öyle bir aileden geliyorsunuz ki, başlarda “Benim de kesin bir şey olmam lazım” gibi bir baskı hissettiniz mi?

        Yoo. Babam bize hep “Ne istiyorsanız o yolda gidin” derdi. Ki zaten ben küçükken herkesin babasını ünlü sanıyordum. Öyle olmadığını fark ettiğimde feci ukalalıklar yaptım. Ünlü çocuğu kompleksine kapılmıştım.

        Nasıl bir şey o?

        “Ben Altan Erbulak’ın kızıyım. Sen kimsin?” Düşünsene ne kadar ayıp.

        Ne zaman kırıldı bu?

        16 yaşında Ankara Devlet Konservatuvarı sınavlarına girecektim. O zamanlar ismim Altan’dı. Annemin de babamın da Altan olduğu için geleneği devam ettirmişler. Rahmetli Cüneyt Gökçer “Bu isimle konservatuvarda sıkıntı çekebilir” demişti. Hakikaten de babamın gölgesinde kalabilirdim. Göbekadım da Tacizer, anneannemin ismi. O yaştaki bir kız çocuğu için çok popüler bir isim değildi tabii. Biz de Ayşe yaptık. Daha kendime ait bir isim olunca ayaklarım da yere basmaya başladı. Karakterim gelişti.

        ‘Dekor gibi bir hayat yaşıyorsunuz’

        “Etrafta herkes çok iyi. Size de çok ilginç gelmiyor mu? Bakıyorum, sosyal medyada sürekli ‘Günaydın arkadaşlar, güzel bir gün olsun’ yazılıyor. Yahu hiç mi lanet ederek kalktığın gün yok?. Ya da hep bir ‘Bakın ne kadar örnek bir insanım’ algısı yaratma çabası... Hepsi iyilikler kraliçesi, sevgi böceği... Sinirlenmez, kıskanmaz, hep mutludur... Bunları gördükçe ‘Tamam’ diyorum, ‘Kabul, iblis olan benim’ çünkü kötü düşündüğüm zamanlar oluyor. Bir arkadaşımın başarısını kıskanabiliyorum mesela ya da birilerine hasetle baktığım oluyor. Sevmediğim birinin başarısına sinir olduğum da olmuştur. ‘Yok şekerim, öyle deme, yolu açık olsun’, ‘Yoo olmasın’... Benimki doğrusu diye söylemiyorum ama bunlar insanın doğasında var. Herkes yaşıyor bu duyguları ama itiraf etmiyor. O zaman da yapma, dekor gibi bir hayat yaşıyorsunuz.”

        'Oğlum gay değil, olmasını da istemem çünkü bu ülkede zor’

        Oğlunuz Dağhan Külegeç’le ilgili “Gay olmasını istemem” gibi bir açıklamanız olmuştu. Yanlış anlaşılmayı düzeltelim mi?

        Yargısız infaz ne demek, o dönem öğrendim. O laf iki ayrı uca gitti; “Dağhan gay ve ben olmasını istemezdim”, diğeri de “Aman çocuğum gay olmasın”.

        Oysa...

        Oğlum gay değil, olmasını da istemem çünkü bu ülkede zor. Bu kadar. Bir anda LGBTT dernekleri üstüme geldi, Küçük İskender benimle ilgili korkunç bir yazı yazdı. Kuzey’de ya da Batı Avrupa’da çok gördüm; daha 15 yaşında cinsel kimliklerini açıklıyorlar ve aileleri bunu çok normal karşılıyor. Çünkü kültür, düzen böyle. Ama burada çok aile biliyorum ki çocuğunun cinsel kimliğini bile bile gizleyen, hatta bundan utanan. “Toplum açısından zor olur” gibi bir tespitte bulunmuştum ben de. Yoksa ne var bunda?. O benim evladım. Tercihi de ona aittir. Her daim kabul ederim. Ve en zoru da ne biliyor musun; Dağhan o dönem Survivor’daydı. Tüm olanlardan habersiz. Çocuğa nasıl anlatırsın bu olan biteni. Neyse ki “Aman anne boşver” dedi, konu kapandı.

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ