Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Bu yılın Altın Portakal’ı bayağı tartışmalı geçti ve sonunda nihai kararlar açıklandı. Kimileri sevindi, kimileri üzüldü. Ödüllerin verildiği törende bazı sıkıntılar meydana geldi, söylenmemesi ve ağza alınmaması gereken bazı cümleler vardı elbet, ama oldu bir kere işte ne yaparsınız! Bu kadar tartışmaya gerek var mıydı? Buna ne yazık ki cevap veremiyoruz, herkesin kendince nedenleri var. Özgür irade konuşsun demekten başka bir çare göremiyoruz. Bizim için önemli olan filmlerin kalitesi ve özgünlüğüydü, o da zaten fazlasıyla yetti bize… Çok fazla irdelememek lazım. Az ve öz film olması işi biraz bozdu, ancak izlediğimiz filmler bize çok şey kattı, bununaksini ispat etmek namümkün…

        “Antalya Altın Portakal Film Festivali”ni öyle ya da böyle tamamladık. Festivalin Uluslararası Film Kategorisi’nde çok değerli ve izlenmesi gereken filmler vardı. Özellikle de İspanyol Filmleri! Gerçi filmler topu topu beş taneydi ama o beş tane nice on, yirmi, otuz ve kırk filme bedel oldu.O filmler bize fazlasıyla yetti diyebiliriz. Hele içlerinde Beatles’ın en önemli üyelerinden biri olan John Lennon ile özdeşleştiğimiz bir film var ki, seyretmemek çok büyük kayıp olur, çünkü sanatçıya verilen önem sanat ile iç içe olursa, hem kaybedilen değerleri bu şekilde anmış, hem de onları yüceltmiş oluruz. Bardağın dolu tarafından bakarsak, festivale dair güzellikleri de görebiliriz aksi takdirde karanlık dalgalarla boğuşmuş oluruz ki, bu da hiçbir işimize yaramaz! Negatif düşünürken buzdağının arka tarafına ulaşamamış olmak gerçekten çok büyük bir yenilgi… Sükûnet içinde hareket etmek varken, neden içimizdeki şeytana yeniliyoruz ki? Kim açıklayabilir bunu? Öfke kasırgaları ile savaş verirken, sanatı kaçırıyoruz aslında, tabiri caizse onun bir veya birçok adım arkasında kalıyoruz. Biz, bizi, biz yapanı önemsemeliyiz, bizi önemsemeyenleri değil! Bu, hataları onaylayıp es geçtiğimiz anlamına gelmez, kurunun yanında yaş da yanmamalı. Sistemin ya da bazı insanların hatası, hepimizin hatası haline dönüşmemeli, yoksa bir sürü filmden mahrum kalmış oluruz.

        Şimdi şunu soruyor olabilirsiniz: Bu filmleri başka yerde izleyemez miydik? İzleme şansınız yok diyemeyiz, ancak izleyememe durumunu da gözden geçirmek lazım. Tabi ki bir sürü olumsuz durumla karşılaştık, ama öyle hemen küsmek var mı? Sonuna kadar çabalamak lazım… Haksızlıklara boyun eğmeyeceğiz, ancak hak bizim ortaya koyduklarımızla haktır, başkalarının alanlarına izinsiz girdiğimizde iş değişir. Sözün özü; festival çok zor zorlu geçti, ulusal alanda seçim yapmak hepimizi zorladı bunu inkâr edemeyiz, ama uluslararası seçkide de epey ter attık,ve Uluslararası alanda adalet yerini buldu. Beklediğimiz oldu dersek haksız çıkmayız herhalde… Ulusal alanda ise çok fazla rakip olunca, neyi seçeceklerini şaşırdılar tabi,sonuçta kendilerine göre kriterleri var. Şu da bir gerçek ki, festival boyunca izlediğimiz filmler yanımıza kar kaldı, filmleriizleyememiş olsaydık, nice John Lennon’ları bile anamazdık öyle değil mi? Neyse ki şansımız yaver gitti. Konuyu daha fazla dallandırıp budaklandırmadan geçelim meramımıza… John Lennon’ı anan “Gözleri Kapalı Yaşam Daha Kolay” (“Vivir Es FácilCon Los OjosCerrados”, 2014) Beatles’ı başköşeye oturtarak, zor ve acılı zamanlarda,insanlara hayatın olumlu tarafını göstermeye çalışan olağanüstü bir film…

        Bakın filmin görüntü yönetmeni Daniel Villar bunun hakkında ne söylemiş: “Film, 1960’ların İspanya’sında diktatörlük zamanını anlatıyor. Bu kadar çirkinliğin olduğu bir dönemde, güzel insanları da hatırlamak istedik, o yüzden bu güzel karakterleri kullandık. Filmin, toplum için iyi bir şey yapmaya için çalışan, mücadele eden bir insana adanmış olmasını, yönetmen David Truebaözellikle istedi. Çünkü bu, 60’larda yaşanan gerçek bir hikâye… Karakter çok ilginç; kendisi hayatta ve öğretmen. 90 yaşında. Bu müthiş adamla tanıştık. Kendisi hâlâ öğretmeye devam ediyor. Biz bu insanların hayatta neler gerçekleştirdiklerini unutuyoruz. Bu aslında yönetmenimizin, sıradan insanların gerçekleştirdikleri, başarılara bir saygı duruşu”

        Genel bir giriş yaptıktan sonra geldik İspanyol Sinemasının o güzel seçkilerine…

        İşte listemiz:

        1- Gözleri Kapalı Yaşam Daha Kolay (Vivir Es FácilCon Los OjosCerrados) (2013): John Lennon’ı aramak için yollara düşen bir öğretmen ile onun yol arkadaşlarını konu alan film, John Lennon’ın gerçek öyküsünden beyazperdeye uyarlandı. 60’lar İspanyası’nın çelişkili siyasi diktatörlüğünü ve rejimini gündeme getiren hikâye, Franco’ya gönderme yaparak, karakterlerin karanlıktan, aydınlığa doğru yol alışlarını,John Lennon üzerinden anlatıyor. John Lennon’ı aramak için yola kaç kişi düşer ki? John Lennon’ımetafor olarak kullanan yönetmen David Trueba, hem Lennon’ın yüceliğini ortaya koyuyor, hem de İspanya’nın buhranlı günlerini dram ve mizahla süslüyor. Hayatta sadece kötülüklerin olmadığını ortaya koyan Trueba, güzellikleri görmemiz için, önce gözlerimizi tam anlamıyla açmamız gerektiğini vurguluyor ve ‘gözleri kapalı yaşam daha kolay’ efsanesini de bu şekilde çürütmüş oluyor. Sonuçta Trueba filmin ismini özellikle bu şekilde tercih etmiş. Bu bir serzeniş değil de ne? Şiddeti John Lennon ile yumuşatan Trueba, mizahi ve ironik tonlamalarıyla karakterleri hakikat prensipleriyle baş başa bırakarak, hayatın değişmez gerçeklerini sekmeye uğratıp, hayatı bu yeni kavrama göre şekillendiriyor. Başrol oyuncusu Javier Cámara’nın oyunculuğu ise filmi öyle öyle bir aydınlatıyor ki, adeta ışıl ışıl bir film seyretmiş oluyoruz.

        Hatırlatma: Film “San SebastiánFilm Festivali”nde dünya prömiyerini yapmıştı.

        2-La Gran Familia Española (Büyük İspanyol Ailesi) (2013): ‘Teen-drama’ türüne hizmet eden “Büyük İspanyol Ailesi”, dram ile komedinin birbirini tamamladığı, minimal bakış açılı bir aile filmi… Televizyon filmi tadında olan film, mutlu aile tablosunu yıkan ve sonra da kırıntılarını yeniden bir araya getiren bir hikâyeye haiz aslına bakacak olursanız… Filmin yönetmeni Daniel SanchezArevalo geniş aile kavramını filme yayarak, İspanyol toplumunun bazı hazin gerçeklerini ortaya çıkarıyor. Kararların oy birliğiyle uygun bir şekilde alındığı, klasik baba figürünün baskınlığını koruduğu, babanın baskın karakterinin dondurma gibi erimeye başladığında ise var olan sistemin/ilkelerin yedi şiddetinde sallanması,filmin içeriğini güçlendiriyor. Okul hayatlarında ve çocukluklarında aldıkları kararlar nedeniyle yanlış hareket eden aile fertleri, idefiks düşünceleri nedeniyle kendi kimliklerini unutuyorlar ve o kimliklere hiçbir şekilde sahip çıkamıyorlar. Neden mi? Çünkü ne istediklerini bilmiyorlar ya da biliyorlar bu sebeple kendilerine yediremiyorlar seçimlerini… Hep bir inat, hep bir hırs var! Burunlarının dikine giden aile fertleri, gerçek hislerini saklayarak kendileriyle oyun oynuyorlar, bu da onları ne yazık ki bataklığa doğru sürüklüyor. Ah bir ifade edebilseler kendilerini, o zaman neler olacak neler…

        Goya Ödülleri’nde “En İyi Film Müziği” ve “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu” ödüllerini kazanan “Büyük İspanyol Ailesi” eğlenceli, dramatik ve biraz da romantik bir İspanyol aile filmi. Farklı kültürlerin aile yapılarını görmek hepimize farklı vizyonlar katabilir.

        3-Canibal (Kanibal) (2013): Bildiğimiz yamyam hikâyesini tersten okumamıza olanak sağlayan Kanibal, kadın vücüdunun estetikliğini, kana bulayarak çeşnili bir sos elde ediyor ve o sostan tatmamıza izin veriyor. O sos kimi zaman çok lezzetli, kimi zaman da çok yavan! Ama önemli olan o sosun hazırlanışı… Estetiği ve hazzı öne çıkaran yönetmen Manuel MartínCuenca, yamyamCanibal’ın öldürdüğü kadın vücudunu tamamıyla göstermiyor, sadece kadının bacağından akan kanı seyrediyoruz, vücudu da o kadar kusursuz ki… Kan kovaya doğru boşalıyor, damla damla göl olur misali… Cuenca’nın2.35 : 1 formatında çektiği film, kusursuz kadın vücuduna imrenen bir yamyamın, değişimini formülüze ediyor ve bu nedenle hikayenin çatısı biraz cinsellik içeriyor. Aslında sadece onların etlerini yemek istemiyor, çünkü onları yedi yirmi dört saat arzuluyor! Güzel et ile güzel vücut birleşince dayanılmaz bir hafiflik hissediyor yamyam amcamız.

        Gözetleme tekniğini kullanan film, cinsellik ve öldürme arzusunu yamyamlık üzerinden aktararak, klasik “Hanibal” mitini çöpe gönderiyor ki, kendine ait bir formül oluştursun. “Hanibal” filmiyle uzaktan yakından ilgisi yok bu filmin, bunu baştan söyleyelim, film tamamıyla kendine göre bir rota çiziyor ve o rotada kadını ‘arzu objesi’ olarak tanımlayıp, kadının seksapelliğinden faydalanıyor. Filmde şiddet içeren sahneler, neredeyse yok denecek kadar az, yamyam karakteri ise,biraz içine kapanık, biraz da ürkek… Hem yapıyor hem korkuyor. Ama insani bir tarafı olduğunu da inkâr edemeyiz. Aslında yamyam amcamız âşık olmak istediğini paylaşıyor izleyiciyle, hatta çok güzel bir mesajı var yaşadığı aşksızlığı anlatan: “ Yalnızlığı seviyorum, yalnız olunca kitap okuyup, radyo dinliyorum”

        Netice itibariyle; yamyam amcamızın yaptığı hatalar kuyruğuna dolandığı için, her zaman çevresindeki insanlara mesafeli yaklaşıyor. Eğer değişik bir yamyamlık hikâyesi izlemek isterseniz mutlaka filmi izlemeye çalışın.

        4-La Herida (Yaralı) (2013): Minimalist yaklaşımlarla şekillenen “Yaralı” psikolojik gerilimi havaya kaldırmakla kalmaz, aynı zamanda doğal sahnelerle bezeli hikâyeyi seyircinin kucağına doğru bırakır. Hikâyeye angaje olan bazı ayrıntılar, psikolojisi bozuk olan başkarakterin, zorlu dönemecini yalın bir anlatımla sergilerken, bazı keskin görseller de karakterin iç sesine ve iç dünyasına odaklanmamızı sağlar. Filmi sırtlayan karakter, bize tam bir karakter filmi izlediğimizin sinyallerini veriyor. Onun mimiklerine, onun fikirlerine ve onun düşüşlerine hâkim oluyoruz sanki… Karakter için çoğu zaman şunu düşünüyoruz: “Bu karakter hiç iflah olmayacak mı?” Öyle gelmiş öyle gider… Karakter ne yazık ki, düzelmeye meyilli değil… Kendini çöküşe doğru götüren karakter, bazen kendisine jilet atıyor, peki bunu niye yapıyor? Bunu yapma sebebi; her çektiği acı için bir çentik atmak, ya da içindeki acıyı bastırmak olabilir.Filmdeki hava hep bulutlu olduğu için, güneş bir türlü doğmak bilmiyor. Sanki Norveç’in o buğulu karanlık havası filmi sarmış. Gerçi Norveç’te altı ay gündüz, altı ay gece yaşanıyor, burada o da yok ki! Altını çizerek belirtiyoruz ki, bu kadar sert bir tabloyla daha önce hiç karşılaşmamıştık. Yolunu kaybetmiş bir mülteci gibi etrafta dolanan karakterimizin yolculuğunda, aslında biz de yolumuzu kaybediyoruz. Karakter öylece sarıp sarmalıyor bizi…

        Böylesi sorunlu bir karaktere can veren Marian Álvarez’in oyunculuk konusunda sergilediği performans da ağzımızı açık bıraktı doğrusu!

        Diğer Yazılar