Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Tuhaf bir yönetmen olan Roy Andersson’ın son filmi “İnsanları Seyreden Güvercin”, 3 bölüm halinde perdeye yansıttığı hikâyesiyle, mizahın dibine vuruyor. Alegorik ve ironik formlar ortaya koyan Andersson, ‘kategorisiz’ bir film yapıyor belki, ama daha önce aşina olmadığımız türlerin üzerine çarpı atıyor sanki… Özgürce film çeken Andersson, zaman zaman da poker surat komedisinden etkilendiğini gösteriyor bize… Karakterlerin içinde bulundukları durum komik, ama kendileri ne yazık ki komik değiller. Yüzlerini gülerken hiç göremiyoruz, zira komik olmak için çabalamıyorlar da…İnsanların tebessüm etmeleri/gülmeleri için uğraş veren karakterlerin en büyük sorunu ise kendilerinin gülemedikleri olaylara, başkalarının gülmelerini bekliyor oluşları.

        Roy Andersson’ın son filmi “İnsanları Seyreden Güvercin” insanların homo sapiens türüne ait olduklarını vurguluyor, soyu tükenmiş insan demek olan homo sapien’ler modern insanlarla özdeştir. Diğer bir ifadeyle; homo sapiensleri, insan türünün alt türü olarak tanımlamak mümkün… Rene Descartes’in ortaya attığı teorilerden/felsefi açılımlardan biri olan "düşündüğünün üstüne düşünebilen insan" yapısı, günümüz insanını temsil eder. “Farkında olan insan ya da farkındalığının farkında olan insan” düşüncesini benimseyen homo sapiensler insan olmanın ne demek olduğunu kendi kurallarıyla ortaya koyarlar.

        Buradan yola çıkan Andersson, tükenen insan ırkını ve ölümü aynı çatı altında birleştirerek, insanlığın ilk evrelerine kadar ulaştırıyor bizi… Homo sapienslerden geldik evet, ama her şeyin bir sonu var diye düşünen Andersson, seyirciyi kronolojik tarihsel döngü içine sokarak, orta çağda yaşanan olayları mizahi bir şekilde hikâyesine yapıştırıveriyor. Absürt sinemasal sistemiyle, ‘3 act’ tekniğini simgeleyenAndersson, ta krallık devrine yolculuk ederek, geçmişin tuhaflıklalar silsilesinden ibaret olduğunu, eğlenceli anların yerle yeksan edildiğini kendi kurgusuna göre işliyor. Epizotik anlatım biçemini kullanan Andersson, hikâyesini küçük küçük parçalara ayırıyor, tabi o parçalar filmin bütünlüğü içinde anlamlı, tek başlarına anlamları yok elbette… Ayrıca skeç-vari oluşları da izleyicinin kafasını karıştırmaya yetiyor.

        ŞAKA EŞYALARI BİLE YETMİYOR İNSANLARI GÜLDÜRMEK İÇİN…

        Bir bütünü parçalamayı seven Andersson, mizahi tonları tutturmayı iyi bilen bir yönetmen olduğu için klasik estetiği bir kenara bırakarak, ‘marjinal’ teriminin kelime anlamını arıyor. Yaratım sürecini fitillendirmeye, seyirciyi içinde bulunduğu dünyadan alıp sıradışı dünyaya, yani acıtan gerçeklerden arıtılmış, daha eğlenceli bir dünyaya, transfer etme amacını güdüyor Andersson usta… “İnsanları Seyreden Güvercin” aslında bize şunu anlatıyor: delidolu ve melankolik karakterler, yaşama ayak uydurmaya çalışırken, kendi gibi olmayanları farkında olmadan ateşe atıyorlar aslında… Şaka eşyaları satmaya çalışan karakterler, o kadar sıradan bir şekilde yaşıyorlar ki, kendilerini eğlendirmeyi bile bilmiyorlar. Kendilerini eğlendirmeyi bilmeyenler, başkalarını nasıl eğlendirebilirler ki? Tabi şu da var: şaka eşyalarının içinde yer alan,korkunç maske ve vampir dişi bize çok önemli bir şeyi vurguluyor: toplumlarda yaşanan sıkıntılı dönemleri, vampir dişleri ve korkunç maskeler ileaslında ne kadar vahşileştiğimiz konusunda bizi uyarıyor.

        Konformist sistemi devirmek isteyen Andersson, sahnelerin arasına yerleştirdiği lakonik ifadelerle, filmin şiirselliğini felsefik açılımlarla daha da güçlendiriyor. Antropolojik çerçevede değerlendirebileceğimiz “İnsanları Seyreden Güvercin” filminin çok yönlü olduğunu da bu şekilde öğrenmiş oluyoruz. Kendine göre bir ütopya oluşturan yönetmen, imkânsızlıkları hikâyenin içine dâhil ederek, bizi günümüzden bir parça uzaklaştırıyor ve yabancı bir coğrafyada kendimizi keşfediyoruz. Yazının başında da anlattığımız üzere insanlığın nereden gelip nereye gittiğini derin bir şekilde analiz eden Andersson’ın, içsel tüketimin problematik yönlerini garip bir biçimde ele alıyor oluşu, ölümle burun buruna geldiğimizi hatırlatmıyor da ne yapıyor?

        21.YÜZYILIN YIKIMI…

        Kendi sorunlarımızla boğulduğumuzun farkına varan yönetmen, bu sorunları karakterlerin üzerine yüklüyor, aslında oradaki karakterler ruhumuzun bir yansıması… Bu tabloyu soğuk renklerle tamamlayan Andersson, adeta bizi buz gibi sularda yüzdürüyor, o sulardan çıktıktan sonra içimiz öyle bir ürperiyor ki, ısınmaya ihtiyaç duyuyoruz. İşte o an Andersson, bizi ilginç ötesi olay örgüsüyle baş başa bırakıyor. Zaten filmin ismi de oldukça enteresan. Şimdi film için güvercin ne alaka diye soruyor olabilirsiniz, şöyle açıklayalım: Kulağımıza çalınan bir bilgiye göre; Andersson filmin senaryosunu yazarken tıkanmış ve aklına o an güvercin gelmiş, bu yüzden filmin adını ‘İnsanları Seyreden Güvercin’ olarak koymuş. Peki, nedir bu güvercinin işlevi?

        Güvercin aslında hikâyenin anahtarı,ve hikâyenin tüm kapılarını açıyor, güvercin hikâyenin yaratıcılığını arttırmak adına kullanılan bir mecaz… Bunun üzerine biraz kafa yormak gerek. Tıpkı bir dalın üzerinde bizleri gözleyen güvercin gibi, insanoğlunun acıyla beslendiğini aktaran film, 21.yüzyılın dağınık hallerini gözler önüne sererek, geçmişte insan olmanın anlamını arayan insanları, mumla aradığımızın kanıtını sunup, yaklaşan kıyameti haber veriyordu. Kimbilir belki de bizi gözleyen o güvercin özümüze döneceğimiz anı bekliyordu. Andersson, kadrajına sığdırdığı sekanslarla, sembolik kuşun işlevselliğini doruk noktasına çıkartarak varoluşsal sorunlara neden olan eylemlerin beynimizi çürüttüğünü ve bunun önüne geçebilmemiz için de vurdumduymaz olmamamız gerektiğini vurguluyor. Kurbanlık koyundan bir farkımız yok öyle değil mi?

        TERS KÖŞELER VE ANDERSSON…

        Tüm bunları iyice kavradık da, kavrayamadığımız çok önemli bir ayrıntı var, o da sahne aralarına yaftalananmarş… Sürekli o marşın söylenmesi, aynı şeylerin tekerrür ettiğinin önemli bir göstergesi esasında… Her şey bir nakarattan ibaret!

        Geldik bazı sinematografik tekniklere… Genelde kahverengi bej, gri ve siyah renklerinden oluşan yarı karanlık görseller Andersson’ınyıkımını perdeliyor. Ters köşeleri doğru yakalayan Andersson, hikâyeye konu olan barın, yıkımdan nasibini alıyor oluşunu simgelemek adına bu renkleri kullanıyor belki de… Tabi sahnelerin biraz da grenli olduğunu unutmamak gerek. Modernize edilmiş klasik binalarve değişik kostümlerle gerçeküstü bir resim çizmek isteyen Andersson, distopik bir şablon kullanıyor. Ütopya ve distopya arasında gidip gelen Andersson’ındistopik şablonu esasında kıyametle ilintili… Kendi kıyametimizin öncüsü oluşumuz da cabası! Filmin en orijinal buluşu da, şaka eşyaları satan karakterlerin, yüzleri gülmeyen insanları biraz da olsa hapsoldukları yerden çekip çıkartmaları…

        Sonuç olarak; “İnsanları Seyreden Güvercin”, önceki Andersson filmlerinin daha gelişmiş hali… Önceki filmleriyle bizi ısıtan ve bu filmiyle de iyice kızıştıran yönetmen, bugüne kadar başımıza ne geldiyse kendi hatalarımız yüzünden olduğunu damgalayarak, bilinçaltımızdaki alt benliğe ulaşıyor. O hataları ödemenin zamanı geldi diyerek, saçmalıkları ti’ye alan Andersson, yüzyıllar arası yaptığı serüvende bize çok önemli bir ders veriyor: “kendinizi ve yaşamı sevin, yoksa ölüm gelip ensenize aniden yapışıverir.”

        Diğer Yazılar