Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Kötülüğü ve şeytanlığı konu alan “Şarkı Söyleyen Kadınlar” ile “Deliver Us From Evil” şeytanın ruhumuzu nasıl ele geçirdiğini ele alıyor ve başımıza gelecek olan olayların bizi ne hale getirdiğini bazı göndermelerle destekliyor. İki filmin de çıkış noktası: kötülüğün nasıl bir yıkım olduğunu göstermek… Dini motiflerden beslenen “Şarkı Söyleyen Kadınlar” ile “Deliver Us FromEvil” kurduğu altyapılarıyla, gözlerimizi faltaşı gibi açmamızı öne sürüp, şeytanın aslında yanı başımızda olduğunu,vurgulayarak şunu söylüyorlar: onu uzakta aramayın, çünkü o aramızda dolanıyor. Ölümün ve yaşamın sınırlarını çizen bu iki film, farklı bakış açılarıyla bizi değişik alanlara yönlendirerek, aklımızı alıp götürüyorlar sanki…

        “Deliver Us From Evil” (Bizi Kötüden Koru): Çağırınca gelir, kovunca gitmez

        Eric Bana ile Venezuela’lı oyuncu Édgar Ramírez’i başköşeye oturtan “Deliver Us From Evil”, gizemli simgeleri hikâyenin omurgasına yerleştirerek, ökültik ve esrarengiz olayların zeminini hazırlıyor. Filme karanlık bir gizem katan yönetmen Scott Derrickson, başta bizi doğaüstü güçlere doğru yönlendiriyor, ama sonrasında filmin çizgisi değişiyor ve şeytanın, ruhları ele geçirdiğine şahit oluyoruz. Filmdeki köşeleri, engebelerle donatan yönetmen Derrickson, sıradan bir şeytan filmi yapmamak adına, hikâyeyi farklı şekillerle anlatıyor izleyiciye… Şeytan hikâyesinde genellikle polis yer almaz, ama bu filmde yer alıyor, sanırız filmin alamet-i farikası da bu! Polislerin, şeytanla ilintili olan doğaüstü olayları araştırıyor oluşları, filmin gidişatını/izleğini bambaşka bir noktaya çekiyor ki, bütünlük bozulmasın.

        Aşina olduğumuz sıradan filmlerin mantığını bir kenara atan yönetmen, filmi renklendirmeyi biliyor, bunun sebebi de çatışmanın doğru olarak hikâyeyi şekillendirmesi. Eğer filmdeki çatışma mantıklı şekilde kurulursa, ‘yine mi benzer bir film seyredeceğiz’ diye sormuyoruz. Bu tarz bir hikâyeye polis karakterinin yerleştirilmesi, kesinlikle filmin akışını bozmuyor, bozanlar olduğunu iddia edenler var, ancak önemli olan filmin hangi açıdan izleyiciyi yakaladığı… Çıtasını geniş tutan film, seyircinin ilgisini canlı tutarak, işlenen cinayetlerin nasıl çözüldüğünü ele alıyor ve karakterler hakkındaki fikirlerimiz değişiyor, tabi bakış açımızın da payı büyük… Tuhaflıkların film için biçilmiş kaftan oluşunu da hesaba katarsak, perdede meydana gelen olayların, psikolojik boyutta değerlendirilmesi gerektiğini de böylece anlamış bulunuyoruz. Kötülüğün tam manasıyla karşımıza dikilmesi de cabası! Tüm şeytan filmlerinin kırması olarak sınıflandırabileceğimiz film, en çok da şeytan çıkarma olayları ile bağ kuruyor.

        Latince yazılar ve gizemli simgelerle, hikâyenin alt-metinlerine yapılan göndermeler, bize sanki zor bir denklemin parçalarını sunuyor. Dinsel metinlerle ilişki kuran film, kötülüğe davetiye çıkarttığımızı öne sürerek, kötülüğün bizi güçsüz zamanlarımızda yakaladığı konusunda sıkıca kavrıyor. Bunun yanı sıra; kötülüğün şekilden şekile giriyor oluşu, bazen insanı aldatıyor, güçlüyü ve psişik güçleri olanları ziyaret etmeyen kötü güçler, onlara inanmayanları ise paket yapıp öteki tarafa gönderiyorlar. İnancın sorgulanmasına da müdahale eden bu güçler, karakterlerin içindeki boşlukları yakalayıp tam bir vurgun yapıyorlar. Zaten şeytan da bu boşluklardan faydalanmıyor mu?

        Genel ifadeyle; film korku yaratmaktan ziyade, işin araştırma yönüne eğilerek, bir şeytanın neden ruhları ele geçirdiğinin esrarını çözmeye çalışıyor, ‘vur kaç’ hikâyeleri gibi basite indirgemiyor anlatacaklarını…

        Oyunculuklara gelince: uzun süredir Eric Bana’yı başrollerde izleyemediğimiz için, böyle bir filmde, başrolde izliyor oluşumuz, tam da rol Eric Bana’ya göreydi dedirtti bize. Ama filmin sürprizi kesinlikle Eric Bana değildi. Kimdi diye soracak olursanız, yanıt verelim hemen: Édgar Ramírez… Sanırız başarılı bir çıkış yapan Ramírez’i başka filmlerde de izleyeceğiz. Temennimiz bu yönde…

        Sonuç? “Deliver Us From Evil” belirli bir tür ile özdeşleştiremeyeceğimiz ve hatta üzerinde çok fazla kafa yoramayacağımız, koyu renklerin (kahverengi, sarı, siyah), ışıksız mekânların yer aldığı macera-psikoloji-gerilim üçlüsünden oluşan bir film… Bir komiserin açıklamalarından esinlenen film, ürkütücü sahneleriyle merak duygusunu ortaya koyarak, “Sinister” filmi ile benzerlik kuruyor. “Sinister” filmini sevenler bu filme de aynı şekilde yaklaşabilirler.

        “Şarkı Söyleyen Kadınlar”: Kötülüğü çağıran Azrailler!

        Reha Erdem’in son filmi “Şarkı Söyleyen Kadınlar”, Erdem’in en komplikefilmlerinden biri olarak gösterilmişti. Erdem’in çizgisini bozduğu “Şarkı Söyleyen Kadınlar” teoloji ve felsefe arasında bocalayan, kafası karışık bir yapım… İnsanların canını alan ölüm meleği Azrail ile tasvir edilen ‘şarkı söyleyen kadınlar’ sözde melek gibi gözükerek, çevresindeki insanlarla iyi geçiniyorlar, ama sinirlendiklerinde ya da üzüldüklerinde durum değişiyor, işte o an ölümü simgelemek adına şarkı söylüyorlar! Söylenen şarkılar o kadar güzel ki, aklımıza herhangi bir kötülük gelmiyor bile… Meğerse o şarkılar şeytanı ya da Azrail’i çağırmak için söyleniyormuş. Kadınları kötü olarak gösteren Reha Erdem, şarkıları sanki kulağımıza üfürüyor, bunu yapmasının sebebi, güzel görünen her şeyin aslında aldatıcı olduğunu dile getirmek… Metafor olarak Azrail’i hikâyeye yapıştıran Erdem, ölüme olan merakını bu şekilde ortaya koyarak, ölüm ve şarkılar arasında bir köprü kuruyor. Ana hikâyeyle, yan hikâyeyi doğru bir şekilde birbirine bağlayamayan Erdem, ölümü aslında doğaya mal ediyor. Doğa ile ilintili olayları hikâyeye yayan Erdem, yaşamanın zor olduğunu, ölümün ise kolay olduğunu savunuyor. Yaşam ve ölüm arasında gidip gelen karakterleri hem simgesel, hem de betimleyici anlatımla donatan film, bazı sahnelerde hikayesel boşluğa düşüyor.

        Soyut kavramlarla, somut gerçekleri aynı kadraja sığdırmaya çalışan Erdem, giriş, gelişme ve sonuç dengesini doğru oturtamadığı için karmaşalar filmin dört bir yanını sarıyor. İzolasyon yaşayan karakterlerin-özellikle kadınların-tekinsiz atmosferle baş başa kalmalarını sağlayan Erdem, kafasındaki varsayımları bir bir sıralıyor. Kıyametin öncüsünün doğa olduğunu gizlemeyen Erdem, varoluş problemlerini, isteksizce yaşamamın bedelini ve ataerkil düzen nedeniyle, bozulan yaşam döngüsünü, kadınlar üzerinden anlatarak birbirinden bağımsız olayları, aynı potada birleştirmeye çalışıyor. Peki, ya dinsel metinlerden kopup gelen anlamsızlıklara ne demeli? Söylenecek söz yok. Bir de bize bunları anlatan bir dış öğretici koyduk mu, hikâyeye işlem tamamdır! Filmin hiç mi iyi tarafı yok? Var elbette ama çok az… Her vasat filmin bile iyi bir tarafı vardır, o yüzden iyi taraflarından bahsedelim biraz da…

        Oyunculukların, müziklerin, ses efektlerinin ve teknik vurgulamaların filmi vasatın üzerine çıkarttığını yadsıyamayız, ama anlatılan hikâyenin hamursuz oluşu, bazı olayları mantıksız kılıyor. Keşke her şey çok iç içe girmeseydi. Filmi anlamlandırmaya çalıştıkça bir nevi uzaklaşıyoruz hikâyeden, derinliğe derinlik katılmasına bir şey söylemiyoruz,ancak Erdem ne anlatıyor diye sorduğumuzda ise belirli bir yanıt alamıyoruz. Belki Erdem’in amacı buydu, belki de bilerek yaptı bilemiyoruz… Burada önemli olan kötülüğün çeşitli şekillerle, hayatımız içine doğru sokuluyor oluşuydu, bu yönüyle de oldukça netti!

        Netice itibariyle film; anlamlar yükledikçe dağılan, parçalanan bir bütünlüğe haiz… Çeşitli göndermelerle beyin bulanıklığına sebebiyet veren Erdem, kafasındakileri toparlayamadığı için bize de onu analiz etmek düşüyor. Ben filmi yaptım anlamak size kalmış diye bir anlayış yapısına sahip olan Erdem, seyircisinden yardım istiyor sanki… Ama bazı seyircilerin bulmaca çözmeyi sevmediğini de belirtmek gerek! Eğer bulmaca çözmek istiyorsanız buyurun hep beraber çözmeye çalışalım.

        Diğer Yazılar