Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        “ElEspíritu De La Colmena” (Arı Kovanı’nın Ruhu) , İspanyol Sineması için iyi bir dönüm noktası olmuştur. Pure sinema’nın özünü ortaya koyan film, tren istasyonundaki iki kız çocuğuna ait sahnelerini kadraja öyle bir alır ki, o sahneler gözlerinizin önünden kolay kolay gitmez. Mesela o sahneleri birinde, elinde bavul olan kız çocuklardan biri derin derin uzaklara doğru bakar, diğer çocuk ise tren raylarına doğru yatar. O noktada karşıdan gelen tren bile önemli değildir. Dolayısıyla burada ters köşe ve tezat anlatım vardır. Kız çocuklarının karakteristik özelliklerinin birbirlerinden farklı oluşu da cabası! Biri gözü kara, diğeri de korkaktır. Kısaca özetlemek gerekirse film; çocukluğa hem pirüpak bir bakış atar, hem de ölümün ne anlattığını aktarmaya çalışır.

        Pure sinema (saf sinema) hakkında ne düşünüyorsunuz? Ya da size ne ifade ediyor? Bu sorulara yanıt vermeden evvel, pure sinema’nın nasıl bir sinema olduğundan söz edelim. Fransız avant-garde (avangart) akımından doğan pure sinema (Cinéma Pur) saf elementlere dayalı film hareketlerini, görsel kompozisyon ve ritim ile birleştirir. Başlıca öncüleri René Clair,Fernand Léger,Hans Richter ve Viking Eggeling’dir. Hikâye ve konuyu minimalleştirmeye yönelik çalışmalar yapan öncüler görsel sahnelere fokuslanarak, dolly, montaj, lens bozulmaları ve diğer sinematik tekniklere eğilmişlerdir. Filmlerde ritim ve hareketin birbirleriyle olan uyumu görsel ilgiyi canlandırmak için oldukça önemlidir.

        PURE SİNEMANIN ÖNCÜSÜ RENÉ CLAİR

        Mesela René Clair, filmsel ortamın orijinal elementlerini, görüntü ve harekete döndürmek istedi. Zaten pure sinemanın anlatım tarzı da bir nevi bu şekilde doğdu. Pure sinema’daki olay aslında şudur: close-up yapıp, sahne sahne kareleme tekniğini ve trick shot efektlerini ön plana alarak, dinamik kesme sistemini hikâyenin üzerine oturtmasıdır. Burjuva gelenekleri ile yoğurulan dinamizm, zaman ve mekânsal açıdan Aristotelesçi kavramlarla belirli bir konvansiyonel forma kavuşur. Bu sinema anlatısı kendine özgü bir sanatsal sistemi benimsediği için, oldukça bağımsızdır. Duygusal bir ortam oluşturmanın yanı sıra, hikâyeyi ve karakterleri arka plana alır. Bunu yaparken de sinematik evrene doğru dalarak, ‘Kuleshov Efektini’, kamera hareketlerini, görsel-işitsel algıyı, diğer optik efektleri ve görsel kompozisyonu aynı potada eritir.

        O halde pure sinema’yı, kendine yeten, ya da tamamlanmış sinema olarak tanımlayabilir miyiz? Sözün özü; gerekli efektleri kullanarak sınırın dışına çıkmayan pure cinema, sinematik mekanizmanın düzgün şekilde çalışması için esnek bir montaj sistemine eğilerek, zaman ve mekân algısı sağlar. Bunun yanı sıra; yinelemeyi, devamlılık ilkesini, süper poze olmayı ve ekran bölünmeyi, hikâyenin akışına göre belirleyip ortaya saf bir film koyar.

        1920 ve 1930’larda etkisini gösteren Pure sinema kimine göre minimal sinema olarak anılmıştır, ama bu doğru değildir, çünkü minimal sinema karmaşadan ve gösterişten uzak durur, yani fazlalıklar törpülenir. Daha uzun ve derin planlardan oluşur, bu yüzden de doğala yakındır. Oysaki pure sinema hem görüntüye, hem de ritme önem verir. Doğal olduğu doğrudur, fakat minimal sinemaya oranla daha kurallıdır.

        Buradan hareketle; saf duygularla soyut film yapmaya çalışan Pure sinema destekçileri, kendi tarzlarını bulmaya çalışarak ortaya güzel işler çıkarmışlardır. Her ne kadar kökeni Fransa’ya dayansa da, bu anlatış tarzını benimseyen çok yönetmen var. Mesela en bilinenleri Alfred Hitchcock, "Ladri di biciclette"filminin yönetmeni Vittorio De Sica, Jean-Luc Godard, François Truffaut, NorimasaKaeriyama ve Luis Buñuel’dir. Pure sinema şimdilerde biraz etkisini yitirmeye başladığı için geçmişe yolculuk yaparak güzelce bir hatırlayalım istedik. Gerçi 2008’de çekilen ve Pure sinema’yı anlatan bir belgesel var, belgeselin adı şu şekilde geçiyor: “Pure Cinema: Through the Eyes of the Master”… Konusunu merak edenler, belgeseli seyredebilirler. Geldik en önemli kısma… Fransa’dan İspanya’ya doğru kayan Pure sinema öncülerinden biri olan Víctor Erice’in, bu anlatım tarzına fazla kafa yorup, mizansenlerini ona göre oluşturmuş olması takdire şayan... Biz de bunu temel alarak, Erice’in teknik işçiliğe önem verdiği filmlerden biri olan “ElEspíritu De La Colmena” (Arı Kovanının Ruhu, 1973)’yı inceleyelim dedik.

        SAVAŞ YILLARI İLE FRANKENSTEİN

        1.66:1 teknik formatla çekilen film; diyalogları aza indirgeyerek anlatacaklarını sembolik yollarla ifade ediyor. Sözler değil, semboller konuşsun diye düşünen Erice, görsel sahnelere yeni anlamlar yükleyerek, metaforları önümüze dayıyor ve onları irdelememizi istiyor. Sembolik ufuklarda gezinen, seyirciyi saf yolculuğa çıkartan ve düşsel bir dünya kurmamıza izin veren film, çocukluğun mistik yaşamlarını bal rengi (bakınız: filmin ismi) görüntülerle sarıp sarmalıyor.

        Sarı rengin hâkim olduğu film, bir yandan savaş dönemi İspanyasını ve iç savaşı anlatırken, diğer taraftan da Frankenstein karakterine saygı duruşunda bulunuyor. Aynı “Pan’ın Labirenti” filminde olduğu gibi… Demek ki, “ElEspíritu De La Colmena”,“Pan’ın Labirenti” filmine ilham kaynağı olmuş. Filmin amacı ise şu: kötü olayları bazı fantastik olaylara yumuşatmaya çalışmak…

        Kişisel deneyimleri merkeze yerleştiren film, taşrada yaşayan iki kız çocuğunun sıkıntılı yaşamlarını göz önüne sererek, algı ve gerçeklik arasında bir yerde duruyor. Çocuk olmayı en iyi anlatan filmlerden biri olarak sayılan “ElEspíritu De La Colmena”, hayallerin insan hayatındaki önemini sorguluyor. Epizotik hikâyelerden oluşan film, hikâyeyi çocukların gözünden anlattığı için, masumiyet olgusuna dikkat çekiyor. Bu sebeple, Pure sinema’dan beslendiğinden söz edebiliriz. Çeşitli hilelere ve ajitasyona başvurmadan seyircinin içine işleyen hikâye, gerçekleri perdeye yaftalayıp, katarsis yaşamamızı istiyor. Filmin psikolojik derinliği çok büyük! Detayları seyircilere bırakan Erice, ütopik obsesyonlarla doldurduğu hikayeyi, bazen öylesine sessizliğe gömüyor ki, o an huzura erişiyorsunuz ve hep öyle kalmak istiyorsunuz. Eh ne de olsa sessizlik insana huzur verir.

        Basit bir senaryodan olağanüstü bir film çıkartan Erice, bazı sahneleri seyircilerin yorumuna bırakıyor. Sabit kamera ile karakterlerin yüzüne zoom yapan Erice, karakterlerle özdeşleşmemize olanak sağlıyor. Manzara ve ışık kullanımındaki yetkinliği de cabası! Erice aslında bir yönetmenden ziyade şair gibi… Fotoğrafik görüntülerle donatılan hikâye, tarihi yapıları ne doğal güzellikleri ile bizi bizden alıyor.

        Sonuç olarak film, çocukların arılarla ilgilenmeyi seven babalarıyla kurduğu bağı, arıların yaşam şekli ile örtüştürüyor, buna ek olarak ruhsal dengeyi oturtmaya çalışıyor. “Vaktimiz geldiğinde bu dünyayı terk edip gideriz” cümlesini filme yaftalayan Erice, filmi sindire sindire anlamamız adına hikâyeyi biraz ağır işliyor. Ülke içerisindeki bölünmüşlüğü tek bir aile üzerinden usta bir şekilde betimleyen Erice, Franco’yu filmin altına süpürerek, iyi yapıyor, zira şiddete dair hiçbir şey yok. Filmde direk Franco’nun adı geçmemesi ise Erice’in başarısını ortaya koyuyor.

        Diğer Yazılar