Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        ARZU ÇEVİKALP/ acevikalp@haberturk.com

        Bu yılın en çok sükse yapan filmlerinden biri “The Grand Budapest Hotel”in dvd’si nihayet raflarda yerini aldı. Bu kadar çabuk çıkacağını tahmin etmiyorduk doğrusu… Son çektiği filmle kalbimizde taht kuran WesAnderson, bağımsızlığının sınırlarını yine aynı şekilde çiziyor. Çocuksu olmayı seven Anderson simetrik görsellerle, içinde bulunduğu kederli ortamı, resimsi sahnelerle biçimlendiriyor. Gözlem gücü sayesinde başarılı bir iş çıkartan Anderson, dönemin hegemoniktaraflarını kritik ederek bizi daha önce hiç bulunmadığımız bir yere yolluyor. ‘Budapeşte Oteli’ni kendi istediği gibi süsleyen Anderson, bize otelin en güzel yanlarını sahneliyor. Anderson-vari‘Budapeşte Oteli’ böyle oluyor işte!

        Masal içindeki masalı, roman içindeki romanı, pastel renklerle süsleyen WesAnderson, hayal ve gerçeği hikâyenin genel omurgasına yerleştirerek, efsunlu dünyanın tüm güzelliklerini önümüze seriyor. İki dünya arasında sıkışıp kalan karakterlerin, yolculuğunda haksızlık, yolsuzluk, adaletsizlik, keder, üzüntü, mutluluk ve yaşama sevinci hepsi gırla… Adalet için savaşmanın bedellerinin çok ağır olduğunu, masalsı bir anlatımla perdeye aktaran Wes Anderson, karanlık ve içi kof bir hikâye anlatmak yerine, mizah seviyesi yüksek bir hikâye ortaya koyuyor. Görselliği köküne kadar kullanan Anderson, fotoğrafik sahnelerle baskıcı rejimin iç burkucu taraflarını yumuşatarak anlatmayı tercih ediyor. Onun dünyasında her şey çok karanlık olsa bile, o bunu aydınlatmayı çok iyi biliyor. Seyircilerle empati kuranAnderson, hikayenin çatışma noktalarını ve karakterlerin sancılarını doğru bir şekilde belirliyor. Hikâyedeki serim-düğüm-final mantığını iyi işleyen Anderson, klasik anlatımın dışına çıkarak,hikâyeyi yapı bozumuna uğratıyor ve filmin dramaturjisini yapılandırıyor. Yani ne anlattığına değil, nasıl anlattığına bakıyoruz esasında…

        MOR VE KIRMIZI RENKLERİN HÂKİMİYETİ

        Anderson gerçekten ne anlatacağını çok iyi biliyor. Kişisel üslup kullanmayı seven Anderson, ‘Budapeşte Oteli’ndeki tüm karakterlere yepyeni misyonlar yüklüyor. İyiler ve kötüler arasındaki dengeyi bulmaya çalışan Anderson, karakterleri yolculuğa çıkartarak, onların dünyalarında kaybolmamıza sebebiyet veriyor. Hak edenle, hak etmeyeni savaştıran Anderson, asırlardan beri sıkıntı yaşadığımız faşizan sistemi lirik bir biçimde anlatıyor ve araya yerleştirdiği absürt mizansenlerle mizahı harekete geçiriyor. Epik öğelerle beraber bizi tarihsel bir gezintiye çıkaran Anderson, geçmişte nelerin yaşanıp, yaşanmadığını peliküle ustalıkla döküyor. Araya bir anlatıcı yerleştirerek, bize romanını okuyan Anderson, flashbackler ve flashforwardlar eşliğinde hikâyeyi küçük küçük parçalara ayırıyor. Kitap ayracı misali… Sanki bölüm bölüm neler olacağını izliyoruz. Dramatik olayların anlatıldığı bölümlerde, orta plan yapan Anderson, alan derinliğini arttırarak, cam gibi görüntüler elde ediyor. Ayrıca seyirciyi mıknatıs gibi kendisine çeken Anderson, olayların gidişatına göre müzik seçimi yaptığı için, müzikli sahnelerde hop oturup hop kalkıyoruz. Anlıyoruz ki ilginç ve sıradışıbir şeyler olacak.

        Çerçeveye girmesi gereken karakterleri belirleyen Anderson, hikâyedeki iyicil ve kötücül motifleri onların yaşantılarına göre belirliyor sanki… Hipnotizmayı refleks haline getiren Anderson, öyküleme tekniğindeki ustalığını bir tık daha yukarı çıkartıyor. Karakterleri sınırlandırmayan Anderson, ‘Budapeşte Oteli’nin mazisini öyle bir anlatıyor ki, filmi izlerken aniden oraya doğru ışınlanmak istiyoruz. Manzarayı, mekânı, filmdeki objeleri ve aksesuarları (fötr pastel renkli şapka) yerli yerinde kullanan Anderson, mor ve kırmızı renginin beraberliğinden doğan sinerjiyi, renklerin diliyle ortaya çıkarıyor. Bunun yanı sıra, hikâyeyi bir bütünlük içinde seyirce sunan Anderson, kamera hareketleriyle kontrast renkleri arka plana itiyor.

        ZIT KUTUPLARIN MÜCADELESİ

        Hayalimizde canlandırdığımız çoğu şeyi “The Grand Budapest Hotel”filmiyle, merkeze alan Anderson, olay örgüsünde yaşananları neden sonuç ilişkisine dayandırarak, büyük bir beklentiye girmemize neden oluyor. Beklentiye boşa girmediğimizi filmin ilerleyen sahnelerinde daha iyi anlıyoruz. Derin bir okumayla; marjinalliğin altını kırmızı kalemle çizen Anderson’ın “Budapeşte Oteli” kronolojik olarak tersten akıyor. Merakımızı celbeden detayları ve unsurları filme yükleyen Anderson, izleyicilerin boşlukları kendilerinin doldurmalarını istiyor, yani böyle bir mantık güdüyor. ‘Nondiegetic’ ve ‘diegetic’ unsurları aynı yere toplayan Anderson, filmin genel normunu kendi kurduğu sistemle bozuyor. Gerçekleri acımasızca göstermekten keyif almayan Anderson, bizi anlattığı masalla sarıp sarmalıyor ve aklımıza şu soru geliyor: Acaba karakterlerin hayal dünyalarına giriş izni var mı? Karakterler hakkındaki bilginin, izleyiciye ne zaman verilmesi gerektiğini iyi bilen Anderson, zıt kutupların birbirleriyle olan mücadelesini, su gibi akıcı anlatımıyla perdeye yapıştırıyor ve bizi düşüncelere doğru sürüklüyor. Savrulup gidiyoruz uzaklara doğru…

        İYİ NİYETLİ GUSTAVE VE SIFIR

        Aklımızın almayacağı olayların, eleştirel bir dille aktarılmış oluşu, hem bizi fikir teatisi yapmaya zorluyor, hem de vizyonumuzun gücünü ortaya koyuyor. Sahnelere yüklenen sinemasal metotlar ve bazı yan anlamlar, filmin motivinigüçlendiyor. Duygusal ve komik sahnelerin birbirlerine güzel bir şekilde entegre oluşlarına da diyecek söz yok (!) Özdeşleşme yaşadığımız “Budapeşte Oteli” Anderson’ın diğer işlerinden çok farklı. Neden mi? Çünkü mistik argümanlarla donatılan “Budapeşte Oteli”, hepimizin içinde bulunmak istediği tozpembe bir yer… Peki, nedir bu filmi bu kadar özel kılan? Savaş sırasında ayakta kalan Budapeşte Oteli’ni hayali bir biçimde kafasında canlandıran Anderson, belirli sembollerle bu otelin ışıltılı ve şatafatlı taraflarını seyirciye olduğu gibi yansıtıp, kötü taraflarını da süzgeçten geçirip süzüyor. Ama şunu belirtmek gerek: ‘Budapeşte Oteli’, hayali bir yer değil, 1932 yılında kurulmuş. Anderson, otelde geçen hikâyeyi, Gustave ve Sıfır’ın üzerine inşa ediyor.

        Saflığın, azmin ve zekânın, tüm entrikaları ters yüz edebileceğine inanan Anderson, Gustave ve Sıfır’a eklediği alaycı tonlamalarla tam bir ironi yapıyor. Bu iki karakterin iyimserliği, filmi havaya kaldırıyor, film sanki kanatlanıp uçuyor semalara doğru… Gustave ve Sıfır’ın inançları onları yüceltiyor. Mütevazı ve kibar oluşları da cabası. İçimizden keşke günümüzün insanları da böyle olabilseydi diyoruz. Bir de rengârenk atmosferi ekledik mi tamamdır. Gustave ve Sıfır’apollyannacılık oynatan Anderson, insanların olumlu yönlerini görebilen nadir yönetmenlerden… Bu yüzden filmini masalsı bir anlatım üzerine oturtan yönetmen; resimden, edebiyattan, mimariden, modern çizgilerden ve çocukların ilgisini çeken oyuncaklardan etkilendiğini çekinmeden belirtiyor. Bizi sanki legolarla/oyuncaklarla inşa ettiği evine davet ediyor Anderson…

        ANDERSON’IN HAYALİNDEKİ ‘BUDAPEŞTE OTELİ’

        Sanatçı ruhunu, bu filmle daha fazla gün yüzüne çıkartan yönetmen, çocuksu yönünü Gustave ve Sıfır’a yükleyerek, görevini başarıyla tamamlıyor. Oluşturduğu simetrik denge ile,doğaçlama yeteneğini sergileyen Anderson, melodramatik öğeleri ön plana alarak, şiddeti tamamıyla elinin tersiyle itiyor. Filmin ilk paragrafında da belirttiğimiz gibi, seyircileri acı gerçekle baş başa bırakan Anderson, hüznü ve kasveti ifade etmek için özellikle puslu havayı tercih ettiğini dile getiriyor ve şunu söylüyor: “Eğer gerçekler sizi korkutuyorsa, o zaman gerçekleri, hayallerle süsleyin, yoksa sizi kemirmeye devam eder. “Bunu iyi çözümleyen Anderson, gerçek bir hikâyeyi, aynen söylediği şekilde tamamlıyor. Elinde var olan malzemeyi böylesine etkileyici bir şekilde kullanması harikulade. Bunlara ek olarak; nostaljinin ruhunu yaşatan Anderson, ‘Budapeşte Oteli’nde cereyan eden olaylarıitinayla perdeye tutturuyor. Ama unutmayın filmde izlediğimiz ‘Budapeşte Oteli’Anderson’ın hayali ile bağıntılı. Gerçek ‘Budapeşte Oteli’ nasıldı diye soracak olursanız onu tam olarak bilemiyoruz.

        Netice itibariyle; “The Grand Budapest Hotel”, insanlık dersi veren, sistemi eleştiren, diktatör rejime karşı çıkanve tüm kötülüklere karşı siper alan birAnderson filmi… Kendi içinde bir engizisyon mahkemesi oluşturan film, adaletten yoksun olan herkesi cezalandırıyor ve yapılan kötülüklerin asla unutulmayacağını bir kez daha hatırlatıyor. Eminim ki filmin sonu,sizde soğuk duş etkisi yaratacak.

        Diğer Yazılar