Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        İlk önce belgeselini izledik, sonra daha da içerikli haliyle kitaba dönüştürülmüş kelamı çıktı karşımıza. Belgeselin adı: "Nefret", kitabın adıysa "Biz de İnsanız Yavrum Ya / Nefret Suçları: Vakalar, Tanıklıklar"... Belgesel ve kitabı bizlerle buluşturarak dimağlarda farkındalık yaratanlarsa: Cumhuriyet Gazetesi'nde yaptığı haberlerden bildiğimiz Gazeteci Esra Açıkgöz ve akademisyen Hakan Alp. Türkiye'nin farklı köşelerinde 'öteki' olmanın, en ağır durumlarını yaşayanların sesine kulak veren belgesel ve kitap için, farklı kentlerde yaşanan 12 nefret suçu olayı üzerinden, bu olayın mağdur-tanıklarıyla uzun saatler süren görüşmeler yapılmış. Çalışmada; kimi Müslüman, kimi Türk olmadığı için, kimiyse engelli veya farklı cinsel kimliğe sahip olduğu için yaşadıkları ve hâlâ yasalarda tanımı olmayan nefret suçu ilk ağızdan anlatıyor. Toplumsal ve siyasi farkındalık yaratmayı amaçlayan kitapta ayrıca konunun uzmanları Prof. Dr. Yasemin İnceoğlu ve Melek Göregenli'nin de nefret suçları üzerine aydınlatıcı yazıları bulunuyor. Ben de kitap ve belgeselle; bir şekilde ömür dediğimiz mesaide "bu da var ama"yı muazzam bir şekilde aktaran Açıkgöz ve Alp ile bir araya geldim ve mevzunun hissiyatını onlardan dinlemek istedim. Röportaja geleceğiz ama öncesinde, bu belgesel ve kitapta neler var diyenlere gelsin:

        Songül-Ahmet Alıcı: Aykut Alıcı, 2010'da Küçükçekmece'de dokuz kişinin saldırısına uğradı, öldürüldü. Çünkü saçını uzatıyor, lens takıyordu! Katillerden biri müebbet aldı, diğerleri beraat. Annesi Songül ve babası Ahmet Alıcı için o hep 19 yaşında kaldı.

        Ani-Garbis Balıkçı: Sevag Balıkçı, Batman Gümüşgörü Jandarma Karakolu'nda askerlik yaparken er Kıvanç Ağaoğlu tarafından vuruldu. Üstelik de 96 yıl sonra ilk defa 24 Nisan Anması ve Paskalya Bayramı'nın aynı güne denk geldiği bir tarihte; 24 Nisan 2011'de. Mahkeme olaya 'kaza' deyip, Ağaoğlu'na 4 yıl, 5 ay, 10 gün ceza verdi.

        Fevzi Çelik: 15.07.2011'de hep yaptığı gibi işe gitti. Birkaç saat geçmemişti ki, onlarca insan silahlar, sopalarla çalıştığı inşaatın çevresini sardı. Çünkü o gün Silvan'da, 13 asker ölmüştü ve inşaat işçileri Kürt'tü! Oysa ölen askerlerden biri Fevzi Çelik'in amcaoğluydu.

        İhsan Özbek: Türkiye Kurtuluş Kiliseleri Birliği Başkanı. Malatya'da, 18 Nisan 2007'de, Zirve Yayınları'nda öldürülen Necati Aydın, Uğur Yüksel ve Tilman Ekkehart Gesse'nin dini lideri ve arkadaşıydı. O da ölüm tehditleri aldı, çünkü artık "Müslüman" değildi!

        Sümbül-Cemal Koca: 5 Ocak 2010'da, Selendi'de linç girişimine uğradı Sümbül ve Cemal Koca. Çünkü onlar 'Roman'dı. Oysa hepsi çocukluktan beri orada yaşıyorlardı.. Sürüldüler. Şimdi, Salihli'de sıfırdan bir hayat kurmaya çalışıyorlar, ama hep tedirgin ve hep tetikte...

        Behiç Aşçı: Tutuklu Aileleri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği (TAYAD), cezaevlerindeki tecriti protesto etmek için İstanbul'dan Ankara'ya yürüyordu. 25 Eylül 2010'da, Bolu'ya vardıklarında bir grup 'hassas vatandaş' tarafından küfürlerle, sopalarla karşılandılar. Avukat Behiç Aşçı da bu linç girişiminden payına düşeni aldı.

        Dilşat Aktaş: 31 Mayıs 2011'de, Hopa'daki AKP mitingi protestolarında ölen Metin Lokumcu için ertesi gün Türkiye'nin her yerinde eylem yapıldı. Ankara'daki eylemdeydi Dilşat Aktaş. Öfkeliydi. Bir hamleyle panzere çıktı. Polis saldırdığında Aktaş'ı ayrı bir ceza bekliyordu, bel kemiği kırıldı. Başbakan'ın konuyla ilgili tek lafı Aktaş'aydı: "Karı mı kız mı belli değil."

        Şafak Pavey: Beyoğlu'nda arkadaşlarıyla gezerken saldırıya uğradı, protez kolu ve bacağı kırıldı. Neredeyse dayak yediği için suçlu çıkacaktı, karakolda, hastanede, hatta mahkemede hep aynı lafları duydu: "Sakat bir kadının gece vakti sokakta ne işi var?"

        Öykü: Ailesi Öykü'nün cinsel kimliğini öğrendiğinde kabul etmedi, dövdü, zincirledi. Bir gün abisi silahla çıktı karşısına, sıkacakken eniştesi kurtardı. Altı yıldır ailesinden uzak Öykü. Sadece 'olduğu gibi yaşamak' istiyor. Başkaları da yaşayabilsin diye Hebun LGBT Derneği'nde çalışıyor Öykü.

        Sevim Polat: Maraş Katliamı, Türkiye tarihindeki en vahşi katliamlardan biri. 19-26 Aralık 1978 tarihleri arasında, 150 insan sadece Alevi oldukları için öldürüldü. Sevim Polat da bir Alevi olarak bu katliama tanıklık etti. Yakalanan katillerden birine, neden, diye sorduğunda aldığı yanıt netti: "Gâvurları öldürüyoruz dediler, öldürdük."

        NEFRET SUÇLARI ÇOK YENİ BİR KAVRAM

        Kendimden yola çıkarak söylüyorum; belgeseli izlediğimde ve sonrasında kitabı okumaya yeltendiğimde -ki hepsini okuyamadım bile insan yavrusu hemhalim izin vermedi diyelim- kendime gelemedim o derece! Sürecin evresinden çok önceki ve şimdiki halet-i ruhiyenizi merak ediyorum?

        Esra Açıkgöz: Bu noktada bir arınma olduğunu düşünmüyorum. Çünkü mevzu sadece bizim bu yaşamları dinlemiş olmamız değil; birebir anlatma aşaması bitmiş olsa bile, onlar hâlâ acılarını yaşamaya devam ediyor. Ayrıca sadece onlar değil, onların arasına başka bir dolu 'öteki' yüklenerek devam ediyor mevzu. Ne yazık ki bu topraklarda böyle bir gelenek var, dolayısıyla arınabilmenin de bu anlamda çok mümkün olduğunu düşünmüyorum. Belki arınmak da gerekmiyordur zaten! Yani bu acıyı onlarla birlikte yüklenmeye çalışıp ki yaşadıklarını birebir anlamamız imkansız ama paylaşmayı öğrenip, beraber yol alabiliriz. Ama 'nasıl devam ediyorsun her şeye rağmen' dersen de; mesela ilk belgesel gösterimini yaptığımızda, o 12 kişiden çoğu bir araya gelip bir masada oturdular. Onlar, o masada yalnız olmadıklarını gördüler. Bu fotoğrafı görmek bir anlamda bizim devam etmemizi sağladı.

        Hakan Alp: Tüm bu insanların adaletle ilgili bir sıkıntısı var. Hepsinin hissiyatında, Türkiye'nin yargı sisteminden kaynaklı ciddiye alınmadığını düşünme ya da siyasal erkin sürekli onların karşısında durduğu izlenimi var. Adaletle ilgili süreçleri devam ediyor; bunu duyurmak istiyorlar. Ne yazık ki seslerini çok fazla duyuramıyorlar. Evet, belli kanallar ya da alternatif medya aracılığıyla destek bulabiliyorlar ama o da ne kadar kişiye ulaşabiliyor ki! Yaptığımız çalışma, bu açıdan da beni mutlu etti. Ayrıca kitap onlara daha da güç verdi.

        'Daha da güç verdi' kısmını açabilir misin?

        E. Açıkgöz: Belgesel belli bir zaman limitine sığdırmanız gereken bir şey ve biz orada 12 kişinin bütün anlatımlarını bir saate sığdırmak zorunda kaldık. Kitap sözlü tarih çalışması şeklindeydi; onların dilinden verdik ve hiç bir kısıtlama yapmadık. Bir de tabii kitabın yazılı ve elle tutulur bir şey olması, onlar için daha belgeleyici.

        Söylediklerinizde bir bakıma 'vicdan' ve 'akıl' arasındaki süreci anlattınız, Esra'yı biliyorum bu konularla içli dışlı olduğundan, 'yıkılma' sürecini de aştığını ve artık bir süre sonra rotasını bulduğunu düşünüyorum ama bir akademisyen olarak senin 'nefret' ve 'öteki' söylemindeki serüvenin nasıl gelişti?

        E. Açıkgöz: Bu işi yapanlara haksızlık etmeyelim bu arada da... Aslında öyle rota felan bulunmuyor! Belki bu da kötü bir şey değildir ama bunun iyi bir şey olduğunu da söyleyemem: Yıkılıp yıkılmama yahut etkilenip etkilenmeme mevzusu değil, tabii ki o ağırlığı ben de yaşıyorum ama sonra bir telefon geliyor ve: 'Şu yaptığınız haberi okudum, o aileye nasıl ulaşabilirim, nasıl destek olabilirim' ya da hak ihlaliyle ilgili bir haber yapıyorsun ve onu yaşamış bir kişi arıyor: 'Teşekkür ederim, birkaç kişi daha duymuş ve beni aradı' diyor. Tüm bunlar dolayısıyla devam etmeni sağlıyor.

        H. Alp: Nefret suçlarına ilişkin doktora yapıyorum. Geçmişte de sendika ve sivil toplum kuruluşlarında, işçi sınıfıyla beraber, hasbelkader mücadele etmiş biriyim. Öyle ya da böyle öğrenci hareketinin içindeydim. Kısaca bu konu başlıklarına ve mevzulara çok da uzak değilim. Nefret suçları da çok yeni bir kavram Türkiye'de; 2008 sonrası ortaya çıkmış ve akademik camialarda daha da konuşulmaya başlanmış.

        NEFRETE DUR DE!

        Çalışmanızı diğer çalışmalardan ayıran nedir?

        H. Alp: Akademik anlamda yapılmış çalışmalar, makaleler, tezler ve istatistikler var, ki bunlar çok önemli. Ama biz daha çok maruz kalmış mağdurların, nefret suçları ve ne yaşadıkları üzerine, yaşayanların hissiyatı, maruz kaldıktan sonra yaşamlarının nasıl olduğu gibi, aslında teoriyi anlatan ve anlatacak olan durumları görmeye-göstermeye çalıştık. Az da olsa ses vermek istedik. Son beş yıldır, Sosyal Değişim Derneği, bu konuda bir duyarlılık yaratmaya çalıştı. Konuya ilişkin yasa tasarıları hazırladılar. "Nefrete dur de" platformu var; 72 tane sivil toplum kuruluşunun bir arada olduğu... Platform, nefret suçları yasa kampanyasında bulundu ve bir yasa tasarısı hazırladı. Meclise sundu. Çok eksiğiyle beraber "Nefret Suçları" yasası çıktı; etnik ve cinsel kimlik başlıkları olmayan bir yasaydı bu. Dolayısıyla 2008'den beri konuşulmaya başlayan bir durum vardı ve biz de mevzuların içinde olduğumuzdan kaynaklı, ortak ne yapabiliriz diye düşündük.

        2008'de ne oldu da akademik anlamda ve medyada daha da görünür-duyulur oldu? Konuşulmaya başlama evresini Hrant Dink sonrası diyebilir miyiz?

        H. Alp: Bir bakıma Hrant Dink cinayetinden sonra kırılma oldu diyebiliriz; zira birebir nefret suçu tanımına uyuyor. Ogün Samast'ın; "Bir Ermeni'yi öldürdüm" söylemi... Dink'in ailesini tanımıyor, husumeti de yok; Ermeni toplumuna vermek istediği bir mesajdı bu. Nefret suçunun tanımında da bu var; önyargı suçları...

        2008'e kadar neden medya ya da akademik çevrelerin sesleri pek duyulamıyor?

        H. Alp: Öncesinde de konuşuluyordu ve bir şeyler yapılmaya gayret ediliyordu ama 2008, 2009'la birlikte daha yoğun dile getirildi demek daha doğru. Kişisel tarihime bakınca da, kendimi Türkiye'deki toplumsal ve siyasal mücadelelerden çok da bağımsız görmüyorum; ayrıca hangi konuda tam olarak ne yapabiliyoruz ki! Hiçbir konuda net değiliz. Ne yazık ki sendikal ve toplumsal mücadeleler, çoğu zaman yetersiz kalıyor. Bir de Türkiye'de her konuda mücadelelerin yerinde olduğunu düşünmüyorum. Dolayısıyla 'bu nefret suçları da neden 2008'e kadar söyleme düşmemiş' diye de sorgulamıyorum.

        E. Açıkgöz: Akademik camiadan ziyade, öncelikle medya yüzünü döndü demek daha doğru olur. Basının popüler olarak bir şeyleri kullanma hali vardır ya belki ondan kaynaklanıyordur. Hrant ile de dikkat çekilmiş olabilir. Bugün, bu konuların duyulur olmasının sebebi alternatif medyadır. Tanım olarak da artık 'nefret suçu' diyoruz. Geçen yıllarda da tabii ki Kürtler'e, Aleviler'e yönelik nefret suçunu barındıran mevzular yaşanıyordu; konuşuluyor-yazılıyordu da ama tanımını tek bir başlık altında 'nefret suçu' demiyorduk. Bu topraklar nefret suçuyla hep karşılaştı; 1915 Ermeni Tehciri, 6-7 Eylül 1955, Malatya, Maraş, Sivas, Gazi Mahallesi Katliamları... İşin acı tarafı katliam geleneği ne yazık ki hızını kesmeden devam ediyor; Rahip Santoro cinayeti, Malatya Zirve Yayınevi katliamı, Kürtlere yönelik linç girişimleri, Hrant Dink cinayeti ve Roboski... Tarihsel süreçte hedef tahtasındaki 'öteki'ler hiç değişmemiş; Kürtler, Ermeniler, Aleviler, Hıristiyanlar, Romanlar, eşcinseller, travestiler, göçmenler, kadınlar, engelliler... Derinlere inmiş, kemikleşmiş bir tarih var. Ne yazık ki nefret suçu tanımı, yeni yeni oluşmaya başladığı ve söyleme döküldüğü için ve biz de şimdi baktığımızda bu saydıklarımızı nefret suçunun içerisine oturtabiliyoruz.

        H. Alp: Burada en önemli şey, dünyada da böyle; istatistik tutma hali. 2008 ve 2009'da Sosyal Değişim Derneği, nefret söylemi izleme raporu tarzında haftalık raporlar yayınlamaya başladı. Dolayısıyla şu an trans cinayetlerinden tutun da Aleviler'e tehditlere varana kadar alternatif medya aracılığıyla da daha çok duyulmaya başlandı. Aynı zamanda bu istatistiklerle de farkındalık artmaya başladı. Çünkü öncesinde tanımsal anlamda bir boşluk vardı, şu anda tanımını ise istatistikler sayesinde daha sağlıklı vurgulayabiliyoruz.

        Neden 12 aile ve konu başlıklarını neye göre belirlediniz?

        E. Açıkgöz: Sınırlı bir imkanımız ve zamanımız vardı. Bir şekilde sınırlandırma yapmak zorundaydık. Çıkış noktası olarak da Sosyal Değişim Derneği'nin "10 yıl 10 örnek" diye bir raporu vardı, onu baz aldık. Rapor, basında çıkmış nefret söylemine maruz kalmış kişilere ve gruplara dair bir istatistik barındırıyordu. "10 yıl 10 örnek" çalışmasında da en çok nefret suçlarına maruz kalanlar-yaşayanlar: siyasal görüşler, cinsel kimlik, dini inançlar, toplumsal statü, bedensel engelli ve mülkiyet...

        HERKES BİR ŞEKİLDE 'ÖTEKİ' OLABİLİYOR

        Belgeselde, bu tüm sayılan mağduriyet hallerine eğilmiş gibisiniz?

        E. Açıkgöz: Aslında bu durum bizim en hoşnutsuz olduğumuz noktalardan biri; imkanımızın ve yeterli zamanımızın olmamasından kaynaklı sadece 12 kişiyle görüşmüş olmak! Keşke daha fazla insana ulaşabilseydik. Mümkün mertebe hepsine eğilmeye çalıştık ama 'öteki' kavramı öyle bir şey ki herkes durduğu yerden bir 'öteki' daha yaratabiliyor. 'Öteki'nin yaratılması da bir şekilde, sonra onun dışlanması ya da hakarete maruz kalması, kısacası; aslında nefret suçuna ilerleyen taşların döşenmesi anlamına geliyor. O yüzden bunlara ek, çok daha fazla insanla görüşülebilirdi ama yine de bu bir başlangıçtır diyoruz.

        Belgeseldeki insanlarla buluşurken nasıl bir yol izlediniz? Öncesinde psikolojik kodlamalar yaptınız mı?

        H. Alp: Olabildiğince yorum yapmadan sadece dinlemeye çalıştık. Yaşadıkları üzerinden, kendilerini anlatmalarını istedik. "Duymak istediğimiz cevapları" sormadık. Birebir ne yaşadılar, onu dinlemek istedik. Derdimiz; "nefret suçunu yaşamıştır bunu ispatlamak da" değildi. Ne yaşadılar ve bu nereye tekamül etti; işte algılamak ve algılatmak istediğimiz buydu. Başından beri Esra ile konuştuğumuz; iki projenin içinde de soyut ve somut manada az görünür olmaktı. Belgeselde bile üst ses olmasın, kendileri anlatsın istedik, çünkü oraya her müdahale oluşumuz üstten bir bakış olacaktı.

        Ailelerle bir araya geldiğinizdeki ilk hissiyatınız neydi?

        E. Açıkgöz: Röportaj yaptığımız her insanın karşısında; çaresizlik hissettik; çünkü röportaj yaptığımız her insan sadece acılarını, derdini anlatmıyordu, bu topraklarda çözülmesi gereken çok büyük bir sorunun olduğuna da işaret ediyordu. Ve her anlatımları, bir nevi bunun çözülmesi için bir talepti. Üstünüze alınmamak gibi bir durum olamıyor ki ayrıca üstümüze de alınmamız gerekiyor. Neticede, her ne kadar temizlenmeye çalışsak da içimize -bir şekilde- kazınmış, bazı söylemler mevcut. O yüzden de; 'ah, ne güzel, onlara söz söyleme şansı tanıyoruz' diye bir sevinç yaşamamız mümkün değil!

        Anlatılanlar arasında sizi en çok etkileyen?

        H. Alp: Selendi'deki Romanlar'a yönelik linç girişimini anlatan bir durum vardı. 40 yıldır birlikte yaşadıkları, kapı komşuları olanlar, bir gece vakti, çocuklarını öldürmeye çalışıyorlar. Üç ve dört yaşındaki çocuklarını çekyatların altına saklıyorlar. Bu yaştaki çocukların psikolojisi düşünülürse; sonrasında ciddi sorunlar yaşayabilirler. Dolayısıyla nefret suçlarının diğer suçlardan en önemli ayırımı da bu zaten... Çok daha tehlikeli bir boyuta gidebiliyor olması, gelecek nesle de başka şekilde sirayet edebilmesi! Toplumu ve bireyi canavarlaştırabiliyor. Tüm bu yaşananların yerine kendini, aileni, hayatını koyuyorsun, en azından ben de böyle oldu. Türkiye'de süreç o kadar çabuk ve hızlı ilerliyor ki herkes bir şekilde 'öteki' olabiliyor. Dolayısıyla niyetimiz az da olsa toplumsal empatiyi sağlamaya çalışmaktı.

        'Öteki' olmayı tanımlıyorsunuz; peki, ya sizin bu projeden önceki 'öteki'nizle şimdiki nasıl bir evrilme gösterdi?

        E. Açıkgöz: Bu çalışmayla algım değişti ya da gelişti diyemem çünkü zaten mesleğim ve hayat anlayışım dolayısıyla bu durumların ayrımındaydım ama şöyle bir şey oldu: Bir şekilde şaka yaparken ya da arkadaşlarımla öylesine konuşurken, sadece kelimeymiş gibi kullandığım bazı kelimelerin, aslında çok tehlikeli olabileceğini ve tüm bu kelime ve anlamların bir takım iktidar öğretileri barındırdığını öğrendim.

        BİZİM İÇİMİZDE DE 'ÖTEKİ'LER VAR!

        'Öteki' ve 'nefret' sonunda aynı güzergahta mı birleşiyor? Ya da 'öteki' olunca bir süre sonra 'nefret söylemi' de mi gelişiyor?

        E. Açıkgöz: 'Öteki'nde; senden olmayan, 'biz' diye bir kavram var ve bu 'biz', çoğunluk üzerinden bir kavram. Türkiye'deki durumu düşünürsek de; bu çoğunluk Müslüman, sünni, erkek, heteroseksüel, 'normal', 'engelli olmayan' diyebileceğimiz bir tür. Dolayısıyla bu sayılanların ve yanına ekleyebileceğimiz bir kaç tane daha özelliğin dışında, kaldığınız zaman 'öteki' olmuş oluyorsunuz. İşte o 'öteki' olmak da nefret söylemine maruz kalmak demek ve hedef tahtasındasın anlamına geliyor.

        H. Alp: Aslında biraz sarmal... 'Öteki' olunca nefret söylemine maruz kalıyorsun. Birazcık birbirini tetikleyen bir şey diyebiliriz. Şu popüler söylem var ya; mesela, 'benim Alevi de Kürt de arkadaşlarım var. Onlar iyi insanlar aslında' gibi. Bunların hepsi yukarıdan söylemler ve nefret söyleminin ilk yapı taşları. Biz aldığımız aile eğitimi ya da politik ya da dünya görüşümüzle bunu aşabiliyoruz ya da belli bir noktaya gelebiliyoruz. Ya da 'olması gereken' kısma geçebiliyoruz ama toplumsal yığınlar, işte o öğretilerle, devletin ideolojik aygıtları dediğimiz; okul, aile, din tarzındaki tüm o kurumlarla canavar haline getirilebiliyor. Sürekli karşında bir 'öteki' yaratabiliyor bu söylemler. Kendi kişisel hayatımda da o yıllardan geçtim, Siirtli, Arap kökenli bir ailedenim, bizim içimizde de 'öteki'ler var; bizim 'öteki'miz de Kürtler'di mesela...

        'Öteki'ler arasında da bir hiyerarşi var o zaman?!

        H. Alp: Evet. Biz bu durumu belgeselde ve kitapta da örneklemiş olduk. Belgeselde gördün, Selendi'deki Romanlar'ın, sürekli söylediği: "Biz de Türk'üz, biz de Müslüman'ız, biz de asker veriyoruz bu vatana...' Bu cümleleri hiç unutmuyorum çünkü o çoğunluktan olma hali... Ve kendilerini koruma içgüdüsüyle çoğunluğa yaslanma hali. Nefret suçunda o yaratmaya çalıştığı tahribatı engelleme hali aslında bu: "Biz de sizdeniz, bize zarar vermeyin!" İster istemez, o da başka bir dille ötekileştiriyor bir başkasını.

        E. Açıkgöz: "Ben öteki değilim, ben de sizdenim" halinin içinde kimliğini yadsıma ve hakaret var. Kitaba adını veren de Selendi'de linç girişimine uğrayan Romanlar'dan bir söylem: "Biz de insanız yavrum ya! 72 buçuk millet varsa şu Türkiye'de, biz hiçbirini ayırmayız daha Türkçesi. Bizde ayrım yoktur çocuğum. Ama onlar ayırdı. Bir Roman nasıl yaşar? Sizin nasıl bir yaşantınız varsa biz de aynısıyız. Sen mesela okula gidiyorsan, biz de aynıyız. Askere gidiyorsan, biz de aynısıyız. Hep biriz yani. Kaç kişiysek burada kanımız bir, canımız bir bizim. İşte bunu bilen yok." Ama işte oradaki 'buçuk' kavramı, aslında başkaları tarafından onlar için söylenen bir kavram ve bir Roman olarak kendi ağzıyla bu cümleyi kuruyor. Bu öğreti o kadar yerleşmiş bir kavram olmuş ki, onun için söylenmiş bir hakareti dahi aynı jargondan kullanabiliyor. Çünkü ona hep öyle davranılmış.

        H. Alp: Dışarıdaki insanlarda nasıl bir algı yaratıyor, bunu da düşünmek lazım! Belgeselde Şafak Pavey'in bir cümlesi var mesela: "Hepimiz kafamızı yastığa koyduğumuzda, aynı hayalleri kuruyor, aynı şekilde düşünüyoruz." Kitabın adını da karşılayan bir cümle bu! Hepimiz eşit ve masum doğuyoruz, sonrasında böyle açıklamalar yapma gereği hissediyoruz ki bunu hissetmek çok acı.

        Türkiye'de, sizin yaptığınız gibi geniş kapsamlı başka bir çalışma var mı?

        H. Alp: 'Ötekiler'le ilgili mağdurlarıyla konuşan yok! Ama nefret suçlarıyla ilgili yapılmış pek çok kitap var; daha kavramsal ve akademik düzeyde. Sadece bizim yaptığımız gibi farklı kimliklerden mağdurlarıyla işleyen yok.

        Belgeseli nerede izleyebileceğiz?

        E. Açıkgöz: Zihinlerimize her aşamada nefret tohumları yerleştirildiği için özellikle gençlere, üniversitelere ulaşmayı çok istiyoruz. Bu arada pek çok üniversiteden de talep oldu, bu çok kıymetli. İstediklerinde de hiçbir ücret talep etmiyoruz, amacımız ulaşabildiği kadar çok insana ulaşmak!

        H.Alp: Şimdilik kesinleşenler: Mart ayında Filmmor'da, 10 Nisan'da da Fransa, Paris Türk Filmleri Festivali'nde gösterimlerimiz olacak.

        Diğer Yazılar