Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        "Sokağın köşesini dönüyordun, seni o zaman gördüm, yağmur yağıyor, üst baş sırılsıklam, saç baş perişan, olacağı bu tabii yersen o kadar yağmuru, ama olsun dedim içimden..." Noktasız ve soluksuz sıralanan bu ve benzeri cümlelerin yamacında, bir 'yığın' hissiyatı da ekleyerek algı odalarını inleten bir oyun izledim geçtiğimiz hafta... Cümlenin sahibi Bernard-Marie Koltès... İnsan, Koltes deyince, biraz silkelenip kendine gelmek istiyor ama nafile; monologlara pek alışkın olmayan yeni dünyanın bünyesi; yeni bir, yeni dünya yaratıyor son kertede! (İç ses: O yaratılan dünya da oluyor mudur bilinmez; ama şimdilik bulunduğumuz nidadan devam!) "Ormanlardan Hemen Önceki Gece" oyunundan bir replikti selamı çaktığım giriş cümlesi de. Bu sezon üç farklı tiyatro oyuncusundan dikize dalma şansı yakalayacağınız Koltes'in hikayesi; çağdaş tiyatronun kült metinlerinden biri olarak kabul ediliyor ve yalnızlık, hızla akıp giden hayat ve ikiyüzlü sistem hakkında aslında bildiğimiz ve de ne yazık ki kanıksadığımız hemhallikleri anlatıyor. Oyun, ikisi İstanbul, biri de Eskişehir'den bir kadrajla sahnede endam etmeye devam ediyor. (Es notu: Bilahare rotalarına dalarsınız niyetine!) Ben de Eskişehir Şehir Tiyatroları'nın sahnelediği "Lüküs Hayat" müzikalinde kelama düştüğüm ve sonrasında (Koltes'in hikayesindeki performansıyla) oyunculuğuna hayran kaldığım Ali Eyidoğan'la tanıştırmak istiyorum sizleri... Tanıştırmak dediysem reca edicem; kendisini bilen biliyor; Eskişehir Şehir Tiyatroları'ndaki can verdiği karakterlerden, orası ayrı... 1981 Almanya doğumlu Eyidoğan, eğitimini Türkiye'de tamamlamış, 2003'te de Anadolu Üniversitesi Devlet Konservatuarı'ndan mezun olmuş ve o günden bu yana Eskişehir Şehir Tiyatroları'nda oyuncu ve yönetmen olarak çalışmaya devam ediyor. Gelin daha fazlasını kendisinden dinleyelim.

        COĞRAFYA KENDİ KÜLTÜREL ABSÜRD TİYATROSUNU OLUŞTURUYOR

        Aslında sizi bilen biliyor, oyunculuğunuz hakkında söylenenlerse miss; ama bir de bu yayından bir kadrajla fotoğrafı netleyelim istiyorum: Oyunculuk mevzusuna nasıl daldınız?

        Klişe tabiriyle çocukluktan gelen bir heves benimki de. Ama en ayrıntılı gerçek, sirklerden tutun da kabarelere kadar, izlediğim tüm sahne üstü performanslardır beni sahne üstüne iten dürtü. Seyirciyle hemhal olmak, hayatların bir noktasına da olsa bir çentik atabilmek ya da romantik bir tabirle 'zamanın akışına müdahale edebilmek', bu işi profesyonelliğe kadar götürmemi güçlendirecek duygular oldu hep.

        İlk çıkış noktanızdan bugüne baktığınızda tiyatro anlayışınızda ve tiyatro aleminde ne gibi değişimler oldu?

        Benim kanımca; ilk gençlik yıllarıma rastlayan bocalamasına oranla, şimdi daha sükseli bir itibarı var tiyatronun. Algı ve skala çok yol katetti bu coğrafyada. Benim tiyatro pratiğimdeki süreçte çok deri değiştirdi ve değiştirmeye de devam ediyor (memnuniyet verici değerde). Varolduğumuz kültürün vazgeçilmezi adleddiğim mizah, zamanla daha kaotik duygu ve ifade biçimleriyle giriftleşiyor gün be gün. Coğrafya kendi kültürel absürd tiyatrosunu oluşturuyor örneğin ya da başka örnek, mizah trajediyle bütünleşmekten kaçamıyor artık. Buna sebep olarak 2000 sonrasının siyasi etkisi de diyebiliriz, kaçınılmaz yeniliklerin içinde varolma mücadelesi de, birçok sosyolojik sebebi var. Ama genel olarak tiyatroda büyük bir yalınlığa sadeliğe gittiğimiz bir gerçek.

        Tiyatro ve hayattaki derdiniz nedir? Neyin peşindesiniz?

        Tabii başta kendimin peşindeyim, yalan yok! Tüm zaaflarım, ilkelliğim, güdüsel gerçeklerimle yüzleşmek, onları yadsımadan sadece yontabilmek derdindeyim. 'İnsan' için aynı yüzleşmeyi dert ediniyorum. Aşırı bindirilmiş fonksiyonsuz değerlerin tartışılmasını, yeniden yapılandırılmasını hayal ediyorum, arzuluyorum, talep ediyorum. Bütün bunlar için en büyük silahım çıplaklık. Çıplak kalmalıyım. Sahne üstünde ne yaparsam yapayım çıplak kalabilmeliyim. 'Ben'i her haliyle kabul etmeli ve eleştiriye açabilmeliyim. Ancak o zaman sağlıklı nefes alacağımıza, hafifleyeceğimize ve ancak o zaman sağlıklı ilerleyebileceğimize inanıyorum. Günübirlik ve anlık sağaltımlar yerine uzun vadeli değişimlere etki etmek istiyorum.

        NEDEN HÂLÂ ESKİŞEHİR'DESİN?!

        Ekşisözlük'te sizin için "büyük yetenek", "Eskişehir'deki tiyatronun dinamosudur" diyorlar. 'Büyük yetenek' mevzusuna ince ayar yaparsak; "İstanbul'a göre Anadolu"da sanatın bir dalını icra etmek nasıl bir durumla hemhal sağlıyor; zorlukları, kolaylıkları?

        Benim noktamdan bakınca varolan iki resim: Sanatın kültürel ve de 'sektörel' olarak kalbinin attığı bir İstanbul, bir de sanatı ve tabii ki iyi sanatı herkes kadar hakeden bir Eskişehir var. Bu durumda algı Eskişehir'de ikiye bölünebiliyor. 'Neden hâlâ Eskişehir'desin?' ve 'İyi ki burada Eskişehir'de bizimlesiniz!' algısı. Başka yere gitmemi isteyen yok, ama başka yerleri hak ettiğimi düşünen de çok! Enteresan bir ruh hali... Tiyatro en nihayetinde lokal bir sanat. Varolduğunuz uzamda gerçekleştirebiliyorsunuz sanatınızı, kaydedilip dağıtılabilen bir iş değil hepimizin bildiği gibi. Bu yüzden turne, bir oyuncunun en heyecanlı dürtüsü zaten... Bu durumda da iyi sanatın 'belli bir yeri hak ettiği, başka yerde daha da yerini bulacağı' gibi söylemler çok afaki. En büyük zorluk taşra algısından kaynaklanıyor (her kesimin taşra algısı). Diğer bir zorluk, seyircinin fazla kıyaslama şansı bulamaması. Eskişehir'de kurum tiyatrosu kadar özel tiyatroların da hayli hayli çoğalması gerek. Rekabet için değil, bütünlük için. Kolaylıklarını bilemeyeceğim ama zevk-ü sefası çok güzel Eskişehir'de tiyatro yapmanın. Hele bir de işlerinizi özellikle takip eden çok seven insanlar olunca. Ancak İstanbul seyircisini ayrı yere koymam lazım. Bir işimi beğendiklerinde, gerçekten beğendiklerini belli ediyorlar.

        Eskişehir'den bakınca; İstanbul tiyatrosuna, eleştirmenlerine ve gazetecilerine, ortaya çıkan resim nedir?

        Bir resim gayet iyi geliyor bana, ama diğer bir resim de üzüyor. İstanbul'da özel tiyatroların sayısı günden güne artıyor, bu güzel bir gerçek. Ama üzücü diğer bir gerçekse; salonların çoğunun boş olduğunu görüyorum. Özellikle alternatif mekanların durumu iyi değil bu anlamda. Herkes kendi özgün ve özgür tiyatrosunu yapmak için her gayreti ve özellikle ekonomik fedakarlığı göstermekten kaçınmıyor. Ancak İstanbul nüfusuna göre ortaya çıkan istatistik pek hoş değil! Eleştirmenler konusunda da kızmasınlar bana ama, çok pasif buluyorum çoğunu. Şu anlamda; bir eleştirmen merak ettiği toplulukları, mekanları, oyuncuları yakından takip edebilmeli diye düşünüyorum. Çok fazla davet bekliyorlar. Davet edilmedikleri oyunları umursamıyorlar genel olarak. Bu konuda daha inatçı ve daha istekli olmalarını, bence her tiyatro gönlünden geçiriyordur. 'Sizin oyununuzu seyretmek istiyorum' deme lütfunda bulunan bir eleştirmene, o tiyatronun da lütufta bulunmaktan geri kalmayacağına inanıyorum. Gazeteciler açısından ise, mesele haber niteliği taşımadığı sürece bir etki yaratmıyor, bu benim Eskişehir'de de farkında olduğum bir durum. Projenin haber olabilmesi için ya magazinel bir boyutu olmalı ya sansasyonel bir tarafı olmalı ya da gündemde yerini alabilecek bir sosyal sorumluluğu olmalı. Ben, "Ormanlardan Hemen Önceki Gece" oyunum için basında çok fazla yer almadım. Ancak Eskişehir Halkevi'nin katılımıyla, son duruşma öncesi Ali İsmail Korkmaz anısına sergilediğim temsil, basında beklemediğim bir ilgi gördü. Bundan pay biçebiliriz mesela.

        ANADOLU İÇİN YİNE AYRI BİR ORGANİZASYON YAPSINLAR!

        Mesela, ben Eskişehir'e gelmesem yahut siz bir oyununuzu İstanbul'da sahnelemeseniz tanımış olmayacağım; Anadolu'da öylesine acayip şahane oyunculuklar var ki... Peki, bu Afife gibi ödüllerin sadece İstanbul kotalı verilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

        Dediğinize katılmadan edemeyeceğim. Anadolu tiyatrolarında nefis oyuncular kaynıyor. Ama sektörel çoğunluğun bunu bilmemesi de o oyuncuya bir şey kaybettirmiyor bence. Zaten bu maharetin saygınlığını popülerlik değil, seyirci belleği vermeli bana sorarsanız. Aktörlük var olduğun sınırdan çıkıp, başka bir kente odaklanmak olmamalı, varolduğun kenti, kasabayı, yuvayı dünyanın merkezi haline getirmek olmalı. Sanat ödülleri, neresinden bakarsanız bakın, bir oyuncunun takdir edilmesi ve motivasyonunu dinç tutabilmesi için etkili bir yol. Bir zorundalık değil ama. Birçok kurum bugün Türkiye'de tiyatro ödülleri veriyor. Hepsine ayrı ayrı yürekten saygı duyuyorum. Sağolsunlar benim de ödüllerim var. Örneğin; "Sadri Alışık Anadolu Oyuncu Ödülleri"nden iki ödül aldım. Bunu şunun için söylemek istedim, bu değerlendirme Anadolu'da tiyatro yapanlar için. İstanbul için ayrı bir değerlendirme var. Sanırım artık bu ayırma teknik olarak vazgeçilmez bir şey haline geldi. Çünkü ben de şunu söylemeden geçemiyorum: Ankara, İzmir, Bursa, Eskişehir, Adana vs. toplasanız bir İstanbul nüfusu etmiyor be arkadaş! Eğer bu teknik bir zorunluluksa, o zaman Afife organizasyonuna benim önerim de, Anadolu için yine ayrı bir organizasyon yapsınlar. Evet, nerden bakarsak bakalım, oyunculuk ve dahi bütünüyle sanat, gücünü farkedilmekten alır. O yüzden tüm sanat emekçilerinin daha çok farkedilmesine bir nebze de olsa destek atmakta fayda var.

        Türkiye şartlarında tiyatro yapmak nasıl bir hissiyat ve getirisi olarak zorlukları-kolaylıkları neler?

        Aslında bütün koşulları ayrı ayrı değerlendirmek gerekiyor. Siyasi olarak mı, ekonomik olarak mı, kültürel olarak mı?! Böyle tek tek söyleyince farkediyor insan; hangi perspektiften bakınca kolay görünüyor acaba?! Siyasi ve ekonomik açıdan konuşmaya gerek bile duymuyorum şu an; ama, kültürel açıdan bile söylenecek o kadar çok şey var ki ortada. Suret yaratmanın makul olmadığı bir ortadoğu kültürüyle hemhal olmuş bir yanımızı, nereye koyacağız saygınlık beklediğimiz bu emekte? Ben kitlelerin kazanılmasından yanayım bu noktada, onların görmezden gelinmesine tahammülüm yok. Sanat elbette birikim ile yol alan bir eylem, bugüne kadar kültüründe birikmemiş bir olguyu öyle bir anda sokamazsınız onların dünyasına. Ancak yol almak isteyenlere, farkında olmasa da güdüsel olarak gelişime hazır olanlara da ulaşmak lazım. Zorluk, niyetlerin anlaşılmasında yatıyor zannımca. Bireyi ön plana koyduğunuz anlaşılınca, ondan da öte buna gerçekten inanılınca, yalnız hissetmiyorsunuz kendinizi.

        Gelelim hem yönettiğiniz hem de oyunculuğunu üstlendiğiniz Koltes'in hikayesi "Ormanlardan Hemen Önceki Gece"ye... Seyircisini ve oyuncusunu zorlayan bir metin, seçme sebebiniz nedir?

        Her oyuncunun hissettiği gibi, ciddi bir sağaltım ihtiyacı duyduğum bir dönemde yapmaya karar verdim "Ormanlardan Hemen Önceki Gece"yi. Zor bir metin olduğunun farkındaydım, özellikle seyirci açısından. Ancak metni sahne gözüyle tekrar okuduğumda, yapmadan duramayacağım bir iş olduğuna karar verdim. Çünkü 'öteki'nin hikayesini anlatmak için bu günlerden daha iyi bir zaman bulamayabilirim. Cümle olarak bir spot kullanmam oyunun geneline kesinlikle haksızlık olur. Ancak duygu olarak şunu söyleyebilirim. 'Kendine' benzemeyeni ayıran, yargılayan ve asimile etmeye çalışan bir sistemin karşısında inat eden 'bir yalnızın', 'bir yabancının' acısı, öfkesi, hatta zaafları, bu bahsettiğim çıplaklığı yaşamanın tam zamanı olduğunu söylüyor bana.

        BU YÜZYILIN 'YABANCI'LARI ELBETTE HER DÖNEMDE OLDUĞU GİBİ AZINLIKLAR

        Oyundan yola çıkarsak bu yüzyılın 'yabancı'sı ve 'yabancı'ları kimlerdir? Aidiyet duygusu üzerine ne düşünüyorsunuz?

        Bu yüzyılın 'yabancı'ları elbette her dönemde olduğu gibi, azınlıklardır. Ancak sadece milli azınlıklar değil. Dini azınlıklar, dindışı azınlıklar, dil konusunda azınlıklar, felsefesi-bakış açısı olarak azınlıklar, kardeş olmayı diline sakız yapmadan, her türlü hatasını kabul ve itiraf edebilecek düzeyde samimi olup, özeleştiri yapabilecek kadar kardeşliği isteyen azınlıklar, oyundaki tabiriyle; herşeyi konuşalım ama olsun yine de birlikte yatalım uyuyalım, n'olacak ki diyebilen azınlıklar. Aidiyet duygusu, mülkiyete dayandığı sürece azınlıklar varolacak. Aidiyet iklimine, coğrafyana bağlı olduğu zaman kıskançlıklar, paylaşamazlıklar kalkar. Çünkü yine Koltes'in tabiri ile "hepimiz az çok yabancıyız" zaten. Yaşadığımız ya da varıp yerleştiğimiz iklimin içinde öz olarak kalabilmek hepimizin meselesi. Ben talihim gereği o kadar farklı coğrafyalarda farklı kültürlerin ve inançların içinde yaşadım ki, ('otellerde yaşadım ben gözümü açtığımdan beri' - oyundan bir cümle) o kadar farklı yaşamlar gördüm ki, kimsenin kimseye 'sen farklısın' diye bir şey dikte etmeye hakkı yok, bunu ben tecrübemle söylüyorum, bir üst bakış olarak değil. Bu oyunda ele alınan 'yalnızlığı' yaratan şey farklı olmak değil, farklı diye 'öteki' haline sokulmak. Beni bu oyuna iten şey de, bu iddaayı bağıra çağıra herkese haykırabilmek oldu.

        Yine oyunun ışığında; herkesin var ettiği bir 'birader'i var mıdır, varsa bu 'birader' yeni dünya jargonunda neye tekamül ediyor, yoksa da 'birader'i yaratanlar kimler?

        Benim kafamdaki ve bilhassa oyunun seslendiği birader, siyasetin, hurafelerin, önyargıların her bireyde ve toplumda yarattığı 'cıs' ve 'kaka' insandır. Başkaldırmaya hazır ama kendi dünyasında uyandırılmayı bekleyen küçük adamdır birader. Zaaflarını yüzüne vurabildiğin ve bununla yargılamadığın, sadece başka türlüsüne davet ettiğin kişidir. Sadece karşına aldığın başka somut bir hayat olmayabilir ama. Aynadaki görüntündür. Sudaki aksindir. Hayalindeki can dostundur, rüyalarındaki aşkındır. Yüzleştiğin geçmişin, umut ettiğin geleceğindir o sohbet ettiğin birader. Yeri gelir, kafa tuttuğun ölümdür.

        Oyun, İstanbul'da iki sahnede birden sahneleniyor, böylesi bir tesadüf oyuncuyu ne anlamda ve nasıl etkiler?

        Oyunu yapmaya karar verdiğimde, başka tiyatrolarda oynanmıyordu henüz. Eserin telif hakları kısmına geldiğimizde farkettim durumu. Ancak bu tesadüfü, oyunun çevirmeni Ayberk Erkay'ın dilindeki büyüye ve adaptasyona bağlamak da gayet doğru olacaktır. Bir oyunu farklı tiyatroların aynı anda oynaması bir sorun teşkil etmiyor bende. Aksine heyecan bile yaratıyor. En nihayetinde tiyatro, bir yorum sanatı... Meraklı ve doyumsuz bir seyirci için bunun güzel bir fırsat olduğunu bile düşünüyorum.

        İstanbul seyircisinden ne gibi tepkiler aldınız ve yeniden gelecek misiniz?

        Aldığım tepkiler çok mutlu etti beni ve birkaç tiyatro ekibinin de tekrar turneye gelmem konusunda bir talebi oldu. Ancak hali hazırda varolan programıma göre ilerleyebilirim. Eskişehir Şehir Tiyatroları oyuncusu olduğum ve aynı zamanda Eskişehir'de özel tiyatro yaptığım için de, önceliğim elbette ki Eskişehir. Şu an Ankara'ya bir turne girişimimiz var. Eğer kısmet olur da sahne meselesini çözebilirsek, yakın tarihte bir Ankara turnesi düşünüyoruz.

        Daha önce tek kişilik oyun sahnelediniz mi? Tek kişilik oyunun zorlukları ve bu oyun sayesinde yakaladığınız hissiyat ne oldu?

        Daha önce de tek kişilik performans deneyimim oldu. Çocuklar için bile tek kişilik oyunlar yaptım. Ancak "Ormanlardan Hemen Önceki Gece"yi atmosferi, dili, üslubu ve derdi açısından farklı bir yere koymam gerekiyor. Sahnede 'yalnızlığın' ekosunu yaratmak ve seyirci ile o yalnızlığı bölmeye çalışmak apayrı bir duygu. Seyircinin rahatsız olabileceği bir durumda buradan hayırlı bir tahrikle çıkabilmesi ve haz alması, işimi defalarca ve defalarca yapma arzusu uyandırıyor.

        SANAT HER YÜZYILDA İKTİDARLARIN KABUSU OLMUŞTUR

        Go Sahne'den bahsedelim; kimdir, ne tür işler sahneler?

        Go Sahne, Eskişehir'de hem alternatif tiyatro yapabilmek hem de içinde uhde olan projeleri hayata geçirebilmek isteyen oyuncular için, sahnedaşlık ettiğim Gökhan Soylu ve Süleyman Karaahmet vasıtası ile açılmış profesyonel ve naif bir tiyatro. 2014 Ekim'inde, benim oyunumla perde diyen tiyatro, hemen arkasından Marius von Mayenburg'un "Çirkin" adlı oyunuyla perde demeye devam etti. Hali hazırda provası devam eden ve sırada bekleyen projeler var.

        Tiyatroda popüler isimler daha mı dikkat çekiyor?

        Popüler isimlerin sahneye seyirci çektiğini inkar edemem ve bunu hor göremem de, gerçekten. En nihayetinde, yapılan iş bir sahne sanatıdır ve bu coğrafyada böyle bir dönemde popülerlikle sahneye seyirci çekilmesini, mübahın en gereklisi görüyorum. Ancak seyirci bilinci düzeyinde iş sanatın arkasında kalırsa bunun da tiyatroya büyük bir haksızlık olduğunu düşünürüm. Dediğim gibi, sanat seyircinin birikimi ile de olması gereken bir şeydir. Dolayısı ile seyirci olarak bu birikimi sadece belli oyuncularla yapmamak, yeni seslere yeni nefeslere yeni hünerlere de açık olmak gerek. Yani kısacası, bir oyuncuyu sinema ya da televizyonda görmeden de, sahne üstündeki performansı ile de beğenebilirsiniz, bu çok bariz.

        Türkiye'de son dönemde yaşanan sanatsal mevzuları nasıl değerlendiriyorsunuz, ödenekler, özel ve şehir-devlet tiyatroları kotasında, sizin gördüğünüz ve yapılması gereken durumlar nedir?

        Benim 'Dünya Tiyatro Tarihi' dersinden öğrendiğim en kestirme sonuç şudur: Sanat (bilhassa tiyatro), her yüzyılda iktidarların kabusu olmuştur. Sanatın makus talihi ve makus tarihi bu. Sansürün kaçınılmaz olduğu en baskıcı rejimlerde bile, sanat kendine yeni diller, yeni üsluplar bulmuştur. (Yani hakkını yemeyelim, iktidarların da bu konuda payı büyük!) Türkiye'nin böyle bir döneminde, özellikle kurum tiyatrolarının, seyirci vicdanına samimi ve de itici olmaksızın seslenebilecek işler yapması gerektiğini düşünüyorum. Her zorluğa rağmen inadına iş yapılmasını ve yapılan her işin arkasında durulmasını doğru buluyorum. 'Türk söylemez, söylenir' diye sığ bir atasözü vardır. Özneye takılmazsak eğer; söylenmeyip söylemeye devam etmeliyiz. Belki de kendimize düşen iğne budur. Dünyayı güzellik kurtaracak mı bilmiyorum, ama üretmek ve üretmeye devam etmek kesin kurtaracaktır.

        Diğer Yazılar