Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        ** ** ** ** **

        ODTÜ Eymir Gölü’nün yamacındayım. Yeditepeli şehir İstanbul’un koşturmacasından sıyrılıp da buraya süzülünce; dertlenip, efkara bulandığım her ne varsa, biraz sakinde beklemeye çekiliyor adeta. Burada göle karşı kahvaltının ardından yürüyüş yapabilir, bisiklete binebilir, kayıkla gölde gezebilir, balık tutabilir, kürek çekebilir, acıkınca da büfelerden birine uğrayabilir ya da evden getirdiğiniz malzemelerle piknik masasından ziyafet kurabilirsiniz kendinize. Ormanın içinde, göle karşı derin bir sessizlik düşünün; işte tam oradayız! Şansınıza, dönemine denk gelirseniz ODTÜ kürek takımının antremanlarını da dikize yatabilirsiniz burada. Her daim nazarımda fonu gri olan Ankara’ya bilemediğim bu kaçıncı gelişim fakat ilk defa bu denli miss ve huzurlu! (Erken içimden geldi notu: Bu minvalde de dostluklarıyla faniliğimi şereflendiren ve Ankara’yı loplarımda daha da bir nefisleyen ikiliye (Akın Gökhan ve Özlem) eyvallah!)

        COHEN’DEN “SEVDA KİTABI”…

        Güne eşlik edense; Leonard Cohen’in “Sevda Kitabı”… “1967 yılında gitarını ilk kez eline almadan çok önce, Montreal’da ilk şiir kitabını yayınlamış olan Cohen’in şair kimliğini tanımamızı sağlayan büyüleyici bir yapıt” diyorlar, ki kitap “büyüleyici” kelimesinin hakkını veriyor. Kitap, Cohen’in 12 yılını Budist bir rahip olarak geçirdiği California’daki Baldy Dağı’nda yazdığı 150 şiir ve şarkı sözünden oluşuyor. Bazıları Zen tarzında hicivleri andıran şiirlerinde, Halil Cibran’ın ve Amerikan şairi Billy Collins’in yankısını duymak mümkün. Tadımlık niyetine, kitaptan devam edelim bugünün mevzusuna. “Bir şaşkınlık dönemine giriyoruz, insanların çaresizlik içinde ışık bulduğu ve umutlarının zirvesinde başlarının döndüğü tuhaf bir an. Aynı zamanda dinsel bir an ve tehlike de burada. İnsanlar ‘otorite’nin sesine kulak vermek isteyecek ve herkesin aklında ‘otorite’nin ne olduğuna ilişkin birçok tuhaf kurgu ortaya çıkacak. Aile yine, saygı gören ve övülen bir temel olarak görülecek, fakat birçok başka olasılığın darbesini yiyen bizler, aşkın devinimleri de olsak, yalnızca devinimlerin içinden geçeceğiz. Halkın düzen arzusu, bu düzeni tepeden indirmek isteyecek birçok inatçı ve uzlaşmazı cezbedecek. Hayvanat bahçesinin hüznü toplumlara sirayet edecek.” Kulaklarımızın pasını siler diye de hoop melodileri Cohen’den sıralayalım, reca edicem…

        KADIN”, “BAYAN”, “KIZ”…

        Bugün konuğumuz bir profesör… “Nelere dalmışsın yine?” demeyiniz, reca edicem, ey; her daim nazarımda şükela olan okur! Köşeyi takipte olanlar bilirler, arada bir takılırım fani cephenin başka boyutlarına; işte bu yazı da onlardan bir tanesi oluyor. O yüzden de retina ayarlarıyla oynama yapmadan ve gündemin her zamanki absürtlüğüne dalmadan yaklaşınız! Bu memlekette kadın olmak ve kadın olma hallerinin bir organdan geçtiğini ve bu organın rahatsızlığı-hastalığı durumunda da yine bir fani olarak neler çektiğimizi deneyimledim diyelim. Geçen yılın sonunda faniliğimin verdiği sağlıksal sorunlarla uğraşırken kendimden başlayıp çevremdeki tüm “eğitimli/eğitimsiz” kadınların (bu sıfatları nasıl alıyoruz bilmiyorum ama ortaya serdim gitti), bugüne kadar hiç fark etmediğim bir mevzusunu keşfettim. Günümüzde hâlâ “bayan”, “kadın”, “kız” tanımlarının meala düşen gölgelerinde savaşırken, bir kadının jinekoloji skalasında ne eğitiminin, ne de kentli olmasının onu rahatlatamadığını gördüm. Evet, ilginç mevzuları var jinekolojinin, en basitinden vajina estetiği diye bir şey duydum; kim belirlemiş olabilirdi ki bu organın standartlarını ve güzellik cazibesini de ona göre estetik gerçekleştiriliyor?! İşin garibi acayip talep varmış... Neyse şimdilik devam! (İç ses: Ne güzellik hastalığıymış arkadaş, neyin peşindesiniz diye nida atasım geliyor da içime kaçıyorum.) Bu mevzu bende hâlâ bir muamma, bilahare bir estetik cerrahi hocamızla da bunun kelamına düşmek isterim, sırf (hâlâ) insan yavrusu kalan (bazı) yerlerimin merakımdan! Ama bugün incesinden dalacağımız mevzu; jinekolojik muayenede bir kadının, erkek jinekolağa giderken ki hissiyatı, paniği ve bunun yanında kanser olduğunu öğrendiğinde ameliyat için bir kadını değil de bir erkek doktoru tercih etmesi… (Yani en azından bu yazıya ve söyleşiye girişme amacımın ilk nedeni buydu.) Bu topyekün böyledir demiyorum aman yanlış anlaşılmasın, sadece hastane maceram ve mesailerimde kelama daldıklarımdan ortaya çıkan fotoğraf bu yöndeydi diyelim! Ben de bu coğrafyada kanserli vakalar ve jinekolojik olgular üzerine doktorluk yapan ve her kelama düştüğümde kafa paklatan, halet-i ruhiyesiyle şahsına münhasır Hocam Prof. Dr. İlkkan Dünder’e sormak istedim, orada neler oluyor minvalinde, gündemime biraz balata ayarı vereyim dedim. Hazırsanız, yavaştan başlıyoruz efendim, yaklaşınız!

        KİMSE SALT HÜMANİST DEĞİLDİR

        *Direkt mevzuya geçiş yaparsak doktorlar hümanist olmak zorunda mıdır?

        Hayır değil, bir de zaten bence, kimse salt hümanist değildir. Bu tanımı da yüzde yüzlük bir hümanistlikten söz etmek zordur anlamında diyorum. Yoksa dünyada yaşananlara baktığımızda gördüğümüz tablo; söylemek istediğimi net açıklıyor diye düşünüyorum. Mutlaka egosantirik yaşar herkes.

        *Kadın hastalıkları ve kanserli hastalarla mesai yapmak ve bu konular üzerine araştırmalarda bulunmak; bir doktorun özel hayatını ne kadar etkiler?

        Kadın hastalıkları ve özellikle kanser kısmıyla uğraşıyorum. Ben zaten jinekoloji, onkoloji cerrahisi üst ihtisas yapmış bir hekimim. Kanserli hastalarla ilgilenmek ve bunun üzerinde çalışmalar gerçekleştirmek demek; gün içerisinde sadece dört ya da beş saat uğraşmak demek değil, ilk önce bunu belirtmek gerekiyor. Siz doktor olarak hastayı ameliyat ettikten sonra artık onunla ve yakınlarıyla akraba gibi oluyorsunuz. Tüm o süreçte ailesi ve çevresiyle bir iletişim kuruyorsunuz; hastalığının getirisi ve haklı olarak da her şeyi size soruyorlar. Ameliyat bitiyor ve iyi de geçiyor ama sonuçta hastanın iyileşme sürecini merak ediyorsunuz; ne aşamada olduğunu ya da herhangi bir komplikasyon gelişebilir mi gibi... Bir sorun çıktığında gecenin üçünde de arayabilirler. Onun için, benim de yedi gün, 24 saatim mesleğimle iç içe geçiyor.

        *Günümüz teknolojisiyle de sanırım bu iletişim daha hızlı gerçekleşiyor…

        Evet, eskiden olduğu gibi değil artık iletişim; her şey daha ulaşılabilir. Doğal olarak da hastalar haklarını kullanarak bize ulaşabiliyorlar. Bu arada altını çizmek isterim; kanser hastaları, mümkün olduğunca doktorlarını rahatsız etmezler, çekingendirler. Biz de doktor olarak hiçbir zaman rahatsız olmayız, bunu samimiyetle söyleyebilirim. Ben bugüne kadar hiçbir hastamın beni bu şekilde aramasından rahatsız olmadım. Önemli olan benim hastaya rahatsızlık vermemem.

        *Aslında bakınca ulvi bir iş yapıyorsunuz, bir cana can katmak gibi! Bir nevi tanrıcılık oynamak gibi, peki bunu normalleştirme nasıl oluyor?

        Hayat, bir tek doktorluk değil ki! Başka mesleklere saygı duyduğunuz anda sizin mesleğinizin de onlardan bir farkı olmadığını anlıyorsunuz. Hayatın tamamının parçalardan oluştuğunu düşünürsek; birileri, yönetiyor bu parçaların her birini, bunun yüzde beşini ben, yüzde beşini market, yüzde beşini mühendis gibi insanlar yapıyor. Bu bir parça, bunu özümsemek ve kabul etmek lazım!

        *Kaç yıldır bu meslektesiniz?

        1983’te mezun oldum. 1985’te ihtisasa başladım...

        DOKTORLUĞU YAPABİLEN BİRİ ÇOĞU MESLEĞİ DE İCRA EDEBİLİR

        *Doktorluk maceranız nasıl başladı ve jinekolojiyi özellikle kanserli vakaları seçmenizde belli bir sebep var mı?

        Hayalim doktor olmaktı. Bu arada ailemde hiç doktor yok, ama küçüklüğümden beri doktorlara karşı bir sempatim vardı. Bunun yanında da hastalıktan çok korkardım, belki bilinçaltında kendim doktor olarak bunu yenmeyi istemişimdir. Düşünüyorum da: ‘Niye doktor oldum, doktor olmasam ne olurdum?’ diye, bir sürü meslek yapabilirdim oysa… Çünkü; inan bana, doktorluğu yapabilen bir kimse, çoğu mesleği de icra edebilir.

        *Bunu biraz açalım mı hocam; bir insanla uğraşmak süreci mi yoksa Türkiye şartlarında sağlık sektöründe çalışmak mı çok zor?

        Doktorluk birebir insanla uğraştığınız için kolay bir meslek değil! Bir kere karşınızda bulunan insanı ikna etmeniz lazım. İkincisi ki bu çok önemli; mesleğinize dair bilgilerinizin, hep güncel olması gerekiyor. Çünkü ilk önce doktor olarak kendinizin tatmin olması lazım yaptığınız işten. Türkiye’de çoğu hekime bakıyorum; maalesef, okulu bitirdikten sonra kitaba dair sayfa dahi açmamış, açmıyor. O yüzden Türkiye’de üniversitelerin gelişimi ve yayılımı ne kadar hızlı olursa, bizler de o kadar çok seviniyoruz. Bu da okuyan kesimin ve doktorların, kendilerini güncellemeleri anlamına geliyor.

        *Mesleğe başladığınız hayalinizdeki tıp dünyasıyla bugün geldiğiniz açıdan gelişimi-evrilmeyi nasıl görüyorsunuz?

        Doktorluk mesleği açısından bakacak olursak; bizim mesleğe başladığımızda, 30 seneden bahsediyorum, tabii ki günümüze varıncaya inanılmaz bir trend yakalandı; alet ve edevatta... Mesela ben mesleğe başladığımda, ultrason daha tek tük varken, bugün gelinen nokta; olmadığı yer yok! Bugün tıp olarak dünya teknolojisini yakalamış durumdayız. Çalıştığım kurumda robot var ve ben, kanser ameliyatlarının çoğunu robotla yapıyorum. Ne yazık ki jinekoloji-onkolojide insan sayısı çok az, hem de parmakla gösterilecek kadar az… Ama bu da gelişecektir diye düşünüyorum ki bizler de doktor olarak gelişim için elimizden geleni yapıyoruz. Bu gelişimleri de hastalara sunduğunuz zaman Türkiye’de yaşayan tüm halklar için de tabii ki bulunmaz bir nimet. Japonya’da, Danimarka’da ve Amerika’da olanların, Türkiye’de de yapılabiliyor olması güzel değil mi!

        İNSANLARIN GÖZÜNDE KORKUTULAN BİR MESLEĞİZ

        *Hasta açısından bakacak olursak nasıl değerlendirirsiniz?

        Bundan 30 yıl öncesinde, bir hastanın, bir doktora ya da hastaneye gitme potansiyeli bugüne kıyasla çok düşüktü. Korkuyorlardı ki zaten doktor sayısı da öyle çok değildi. Doktora ulaşmak da zordu. Hepimizin bildiği fotoğraflardır ya; devlet hastanelerinde sabahın bir vakti, saatlerce kuyrukta beklemek! Ama bugün böyle durumlar artık kalmadı. Hastane sayısı arttı ve evet, belki kalite düştü genel doktor popülasyonunda kalite azaldı ama hiç olmazsa hizmet verebilmek açısından yaygınlık üstünlük sağlamış oldu.

        *Bir de doktordan korkma durumu var; çocuklukta gelen hemhallikler var, büyüklerin çocukları uslandırmak için iğneyle tehdit etmesi gibi… Neden kaynaklanıyor sizce?

        Hastalar eskiden doktordan bu kadar çok korkarken ki hala da korkarlar, çünkü bizde dediğin gibi bir kültür var ne yazık ki... Biz zaten insanların gözünde korkutulan bir mesleğiz. Nedense bizim ülkemizde bu biraz daha fazla. Eğitimsizlikten kaynaklanıyor. Ülke ne kadar eğitimli olursa, doktora gitme oranı da o kadar artıyor. Bunun yanında hastanın doktora güven meselesi var!

        *Var mı sizce?

        Var tabii ki… Çünkü bir hasta, doktora gidiyor, oradan başka bir doktora ve belki üçüncü bir doktora daha görünüyor. Sadece bir doktora gidip de ‘ben de bu varmış’ demiyor. İş daha ciddi boyuta ulaşırsa da hastalar daha seçici davranıyor. Bu durumda işte ya çok bildiklerinden ya da az bildiklerinden kaynaklanıyor. Cehaletten diyebiliriz.

        *Sizce?

        Bence ikisinden de kaynaklanıyor ama normalde bir muayeneye gidiyor eğer ameliyat olması gerekiyorsa bilinen veyahut en iyi doktor kimse araştırıp, gidiyor ve ameliyat olmaya çalışıyor. Tabii ki herkes tecrübeli bir ismi ister orası ayrı ama…

        *Bir doktor kanserli hastalarıyla hemhallik sürecinden sonra nasıl arınır ve sakinde kalabilir? Sorgulama ve sebat durumunda neler var hissiyatta?

        Kadın kanserleriyle uğraşıyorum. Kanserli hastalarla mesaide bulunmak kötü bir şey değil, bilhakis güzel bir şey! Şöyle ki; kanserli hastalar genellikle pozitif kimselerdir ve siz onunla iyi iletişim kurduğunuzda ya da yaşamın değerini anlattığınızda bir şeylere ulaşabilirsiniz. O insanda bir birliktelik sağlamak çok önemli. Bu iletişimi sağlıklı bir şekilde verdiğiniz anda, zaten otomatikman kendinizi iyi hissediyorsunuz. Çünkü siz de aynı motivasyonla yaşıyorsunuz. Bir hastanın suratındaki mutluluk, beni ne bileyim paradan, hediyeden çok daha fazla mutlu ediyor ya da onun sağlıklı olduğunu görmek her şeyden çok daha iyi geliyor. Bu da bana şunu inandırıyor: Ben nasıl ki işimi iyi yapıp, insanları iyi edebiliyorsam, bir gün benim başıma da bir şey geldiğinde, birisi de beni tedavi edebilir. Kanserden korkmak diye bir şey söz konusu olamaz. Önemli olan hep dediğimiz gibi erken teşhisin konulabilmesi.

        *Herkesin bir arızası vardır, yaptığınız mesleği de düşününce sizin arızanız nerede peki?

        Kendime yeteri kadar vakit ayıramamak! Ben mümkün olduğu kadar çoğu doktora göre ayırıyorum o ayrı ama yine de yaşantıma baktığımda bu dilimi az görüyorum.

        *Zaman ayırmak durumunda ne yapıyorsunuz mesela?

        Spor yapmayı çok severim. Şimdi İstanbul’un şartlarında zor ama öğrenciyken bütün grup arkadaşlarımla Cumhurbaşkanı Senfoni Orkestrası konserlerini hiç kaçırmazdık, her cuma giderdik. Ama daha sonra yaşam yoğunlaştıkça, ister istemez bu ve benzeri aktivitelerden uzaklaştık. Fakat belli bir yaşa geldikten sonra bunların kıymeti tekrar ortaya çıkıyor. Bence doktorlar olarak bizler, 45 yaşına kadar daha az dikkat ediyoruz ama o yaş geçtikten sonra şunu da yapmam lazım kafasına geliyoruz. İnsanlara hizmet etmekten, kendime hizmet edemedim gibi bir takım duygular içine giriyoruz. Çünkü çok yoğun bir iş temposu içindeyiz.

        *Siyaset yaşamınızda nerede desem?

        İlgi alanlarımdan biri de siyaset… Çok severim ama hiç yapmadım, depolitize bir insanımdır ama siyasi atışmaları çok severim.

        HALBUKİ DOKTORUN İYİ OLUP OLMADIĞI CİNSİYETİYLE İLGİLİ DEĞİL

        *Kadınların başta jinekologlar olmak üzere erkek doktorlara karşı tavrı neden değişiyor; bu eğitim durumuyla mı yoksa ailesel faktörlerle mi alakalı? Sizin gözlemlediğiniz nedir, neye bağlıyorsunuz; kadınların erkek ya da kadın jinekologlardan utanma hallerini?

        Kişinin tamamen öz yapısıyla karakteriyle alakalı… Anadolu’daki bir kadın da aynı duyguya sahip, kentte yaşayan da... Çok rahat muayene olabiliyorlar yahut da tam tersi çok çekinebiliyorlar. Çok eğitimli olan bir kimse de ben erkek doktora gitmem, kadın doktoru tercih ederim diyebiliyor. Benim böyle hastalarım var: “İlkkan Bey, öncelikle bir kadın doktora göreneyim, eğer ciddi bir sorunsa o zaman siz bakın” diyor mesela…

        *Ama yine de erkek doktora bir güven var; neden olabilir?

        Evet, erkeğe güven daha fazla, orası kesin. Kadının kadına güveninden ziyade, kadının erkeğe güveni söz konusu burada da… Fiziksel açıdan güçlü olmalarından belki işleri daha iyi kotarabileceğini düşünüyor olabilir kadın hastalar. Tabii ki bunlar da bilinçaltı durumlar. Halbuki doktorun iyi olup olmadığı cinsiyeti ile ilgili değil. İşlerini mükemmel icra eden kadın doktorlar var ama genel popülasyona baktığımızda belki de yaşam standartlarımızdan kaynaklı olabilir; evlendiğinde erkeğin hegemonyasına girdiğini düşünen kadın, böylesi hastalık durumlarında da bir erkek doktoru tercih edebilir. Güvenle alakalı bir durum, en azından bana öyle geliyor. Yoksa insan insandır, hekim de hekim; üç aşağı beş yukarı hepimizin yaptığı işlemler aynı.

        *Neden erkek jinekolog daha fazla sizce?

        Geçmişte, yani bizim zamanımızda seçici davranırdı hocalar; kadın doktorlar branşta mümkün olduğu kadar doğum ihtisasına alınmazlardı. Çünkü kadınlar dört yıllık eğitimin ardından genelde evlenir, gebe kalır, bu şekilde de asistanlığını iyi icra edemezdi ya da o kuruma iyi hizmet edemezdi diye düşünülürdü. Ama daha sonra ülke genelinde, bu sınavların yapılmasıyla birlikte, bu durum tekellikten çıktı. Ondan sonra kadın doktor sayısı da jinekolojide arttı.

        *Kanserde jinekolojide uzmanlaşmak isteyen genç doktorlara ne demek istersiniz? Zorluk ve kolaylıkları bakımından neler söylenebilir?

        İnsanlar, mesleklerini kendi içlerinde zorlaştırırlar. Hiçbir meslek zor değildir. Sevdiğiniz her meslek size en kolay meslektir aslında. Doktorluk da böyledir, bana hiçbir zaman hekimlik zor gelmedi; çok kolay ve mükemmeldi. Zaman zaman iletişim problemleri olabilir hasta ile ama bu her meslek içinde olabilir durumlar. Bu tür sorunları da her zaman için kendi içinde yıkmış ve yenmiş bir insanım. Bir sürü doktor arkadaşım, kendi çocuklarına aman doktor olma diyor ama ben bilakis doktor olmalarını isterim.

        DEĞERLİ HOCALAR BEYİNLERİ VE CEPLERİ ARASINDA SIKIŞTIRILIYOR

        *Bugünkü sağlık politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

        Hükümetin sağlık sektöründe yapacaklarına bakacak olursak; toplum ve hizmet bazında yaygınlaştırılmasında oldukça başarılılar. Ama daha ileriye götürme konusunda ise şüphelerim var! Üniversitelerin ister istemez bir kan kaybettiği açık. Değerli ve iyi hocalar, maalesef beyinleri ve cepleri arasında sıkıştırılıyor ve çoğunlukla o yaşa gelmiş insanlar da huzur, refah bir yaşantı için güvenceyi parada bulduklarından da dış ortamı tercih ediyorlar.

        *Çözüm nedir sizce; cepleri ve beyinleri arasında sıkışıp kalmamaları için?

        Sistem o kadar kolay ki, bana sorarsanız; dışarıda çalışıp da cepleri ve beyinleri arasında sıkıştırılmış ortamların üniversitelerle özdeşleştirilmesi gerekiyor. Ne yazık ki üniversitede olmak demek para kazanmamak anlamına geliyor. Neticede siz hizmet ediyorsunuz, o hizmetin karşılığı neyse ödenir. Bunu tamamen SGK’ya bağlayıp, devletin üstüne bir kambur daha yüklemek; bence, devletin kendi bacağına sıkması gibi bir şey! Bütün insanları SGK’ya bağlıyorsunuz ve bunları üniversitede ya da devlet hastanelerinde tedavi olmasını sağlıyorsunuz, ama diğer taraftan SGK’ya bağımlı da olsa özel hastanelere bir sürü para ödemek zorunda kalıyor. Ama işte o insanlar, evlerine ekmek götürmede bile zorlanırken böylesi bir durumun içine sokmamalısınız. Sonrasında da o insanlara ve herkese hizmet veriyoruz diyemezsiniz, veremiyorsunuz! Yeteri kadar yaygınlaştırdınız ama çoğu özel hastane ve SGK’ya bağımlı olsa da sadece acili bedava, kanseri bedava ama diğer bütün bölümlerde bir muayene ücreti alınıyor… En basitinden 60 TL. ödeniyor. Onun için üniversitelerin de kısıtlanmaması bilakis özele açılması, doktorların üniversitelerde de hizmetlerini verip, orada gereken paraları neyse almaları gerekir. Dışarıda kazandıracaklarına üniversite içinde kazandırsınlar, bu sayede hem maliye açısından, vergi kaçırma vesaire gibi kurumsal kayıp olmaz, hem öğrenciler daha fazla ve iyi vakalar görüp, yetişebilirler. Burada en önemlisi eğitimi kollamak, devletin yapacağı eğitimi kollamak olmalı! Daha iyiye götürmek için de hocaları kollamak gerek! Hocaları da kollamanız için onu üniversitede tutmanız gerekiyor. Üniversitede tutmanız içinde o kimsenin dışarıda kazancı neyse, o kurum içinde kendisine sağlanmasıdır. Hocanın cebine, elinizi sokmamanız gerekiyor. Kısaca; bu adam, her şekilde para kazanacak, bırakın da adamın hüneri ve beynini kullanın.

        *Siyaset demişken iktidar ve muhalefetin fotoğrafını nasıl çizersiniz?

        Türkiye’nin tek umudu sağlıklı bir muhalefetin olmasıdır. İktidar kadar güçlü bir muhalefet olmadığı zaman, siz ülkeyi çok da ileriye götüremezsiniz, tek tabanca halinde tutarsınız. Türkiye ne Türkleşir, ne de Kürtleşir... En basit örneği; benim ananem Üsküp göçmeni, babam Kars, Erzurum... Neticede olmuşuz, kaynaşmışız, önemli olan ve olması gereken çizilen bu topraklarda Türkiye için çalışmak.

        Diğer Yazılar