Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Yazıya-çiziye ve en kallavisinden de aşklara fon olan şehrim İstanbul’u, yeniden keşfetmeye ne dersiniz? Üstadın dillendirdiği üzere, aylardan Haziran, günlerde de muhabbetse ve bir de maniniz yoksa, 7 gün, 24 saat yaşayan şehir İstanbul ile flört etme vaktidir…

        BETÜL MEMİŞ / memisbetul@gmail.com

        Mitolojiye göre, tanrılar tanrısı Zeus, sevgilisi İo’yu, kıskanç karısı Hera’nın gazabından korumak için bir ineğe dönüştürür. Bunun farkına varan Hera, ineğin başına at sineklerini musallat eder. İo, sineklerden kaçarken, o zamanlar bir dere görünümünde olan İstanbul Boğazı’ndan geçtiği için, burası “İnek Geçidi” yani “Bosphoros” adını alır. Yazılı ve sözlü tarihten arkeoloji ve antropoloji defterlerine düşen notlar tükenmek bilmiyor. Ama bizim hikâyede, bu defa herkesin âşık olduğu İstanbul var… Yeditepeli şehrin her bir tepesinden salınıp, tüm dünya sakinlerinin cennet diye tanımladıkları İstanbul güzelliklerini, yeniden keşfetmeye ne dersiniz? Bu defa karadan değil, denizden… Hem de iki yakayı birleştiren denizinde tekneyle…

        Es notu: Birazdan uzun uzun İstanbul kelamına oturacağız, “İstanbul, mey, meşk” üçlüsünün tadını çıkarmadan evvel, retinaya bayram olsun niyetine ben, yolluk olur minvalinde girişi yapıyorum, sonrasında verdiğim rotaya akmak serbest! Hazırsanız, kısa bir İstanbul turuna çıkıyoruz. Bu arada; siz bu satırları okurken, ben ve çelebi ruhum, Güneydoğu Anadolu’nun efsunlu diyarı Mardin’i keşifte olacağız. Haftaya Mardin’den kalanları paslarım nasılsa buraya… Yolcudur Abbas minvalinde, şimdilik eyvallah!

        İSTANBUL KAZAN, BEN KEPÇE…

        Bu Eminönü’nden başlayacağım-ız ve adeta zamanda yolculuğa çıkacağım-ız keşfe, enerji olur niyetine ilk önce balık-ekmek ve turşularımızı alıp, sonra da Galata Köprüsü’nün Haliç bölümünde konuşlanan tekneyle start veriyoru(m)z. İstanbul kazan, biz kepçe, işte tekne turumuzdan köşeye dökülenler…

        Sağıma ünlü Valide Sultan Cami’sini, karşıma da yeni ve eski İstanbul’u birbirine bağlayan Galata Köprüsü’nü fonlayacak şekildeoturup, ocaktanda demli çayımı alarak, dimağ uyandıracak keşfime başlıyorum. İskeleden uzaklaştıkça tekne, deniz kıyısındaki Sultan Camiileri’nin en görkemlisi olan “Yeni Camii” ya da “Valide Sultan Camii” tüm haşmetiyle selama duruyor sanki. Sultan III. Murat’ın eşi Safiye Sultan adına, 1597’de Mimar Davut Ağa tarafından yapımına başlanan caminin bitmesi tam 66 yıl sürmüş. Geniş bir alana yayılmış olan Valide Sultan Camii ve külliyesi, kuzey batısında Mısır Çarşısı ile komşu.

        ALTIN BOYNUZ’UN İKİ YAKASINDA…

        Denizin üstünde salınaraktan aldığım rotada, Galata Köprüsü’nün altından geçerek, Marmara Denizi ile İstanbul Boğazı’nın birleştiği noktaya doğru yol alıyorum. Tarih boyunca, Altın Boynuz olarak da adlandırılan Haliç’in iki yakasını birleştiren Galata Köprüsü’nün batısında Haliç, kuzeyinde Karaköy ve Galata, doğusunda İstanbul Boğazı, güneyinde ise Eminönü ile birlikte; Topkapı Sarayı, Ayasofya, Sultanahmet Camii ile meydanı, Sarayburnu ve Gülhane Parkı gibi semt ve mekânların bulunduğu tarihi yarımada yer alıyor. Galata Köprüsü’nü arkamda bırakarak, yavaştan birinci köprüye yani Boğaziçi Köprüsü’ne doğru yollanıyorum. Tarihe tanıklık ediyorum adeta… Yanımdan bir bir akan görkemli yapıtlar, hissiyatı zamana yolculuk minvaline bağlıyor ki asıl bundan sonra göreceğim her şey, sanki bir fotoğraf karesinden yansıtılmış gibi gözümü işliyor; Boğaz’ın iki yakasına yerleştirilmiş birbirinden şahane semtler ve bu semtlerde bulunan, İstanbul’u İstanbul yapan tarihi ve turistik yapılar…

        İSTANBUL SİLUETİ TEBESSÜM EDİYOR

        “Tam yol ileri” kısmında, sol yanımda İstanbul’un en eski ticari kolonilerine sahip olan Cenevizliler’in yerleşkesi Galata Kulesi ve çehresi, aşağı yamacına doğru uzanınca da Karaköy ve rıhtımı yer alıyor. Sağ yanımda, dünyanın en güzel manzaralarından biri olan “Tarihi Yarımada” ya da “İstanbul Silueti” tebessüm ediyor adeta. Bu siluet içerisinde, sırasıyla; Sarayburnu’nun yeşillikleri içerisinde konuşlanan Topkapı Sarayı, Ayasofya, altı minaresinin selama durduğu Sultanahmet Camii ve Süleymaniye Camii bulunuyor.

        Tarihi persfektiften bakıldığında; İstanbul’un en önemli meydanlarından ve tarihi hazinelerinden biridir Sultanahmet Meydanı. Her şeyden önce, 14 yüz yıl boyunca, eski dünyanın yarısını yönetenlerin yerleşim yeri olan “Tarihi Yarımada”da bulunmakta. Çevresinde; Yerebatan Sarnıcı, Dikilitaş (Obelisk) ve Yılanlı Sütun (Burmalı Sütun) gibi birçok tarihi ve paha biçilmez eserlerin bulunduğu bu meydan, Bizans İmparatorluğu zamanında “Hipodrom” olarak tasarlanmış ve kullanılmış.

        Tekne sola, Karaköy’e yanaşacak şekilde dümen kırdığında, sağ tarafta, restore edilmiş olan Kız Kulesi’nin yeniden aşka yattığı görülüyor. Milattan önce 4. yüzyılda Komutan Chares’in karısı için anıt mezar olarak yaptırdığı ya da hepimizin bildiği Hero ile Leandros adlı iki gencin hüzünlü aşkını anlatan hikâyeler, Kız Kulesi söylencelerinden sadece bazıları.

        ASALETLİ SESSİZLİĞİYLE BÜYÜLÜYOR

        Ben, bir yandan manzaralar deryasında bilgilerimi yenilerken, tekne de Boğaz’ın Avrupa Yakası’na yakın olacak şekilde, ağır ağır ilerlemesini sürdürüyor; Kabataş Vapur İskelesi ile ileride, sağında “Bezmiâlem Valide Sultan Camii” görülüyor. Sultan Abdülmecit’in annesi Bezmiâlem Valide Sultan’ın inşaatına başlattığı, ölümü üzerine Sultan Abdülmecit’in tamamlattığı cami, konumu nedeniyle Dolmabahçe Sarayı’nın bütünlüğü içerisinde gözdeliğini sürdürmekte. Tasarımı Garabet Balyan’a ait olan cami, iki yılda tamamlanmış olup, Dolmabahçe Camii olarak da adlandırılmakta.

        Yolumun üzerinde, Dolmabahçe Sarayı ve Sanat Galerisi ile saat kulesi asaletli sessizlikleriyle bir kez daha büyülüyor. Dolmabahçe Sarayı’nın bugün bulunduğu alan, bundan 4 yüzyıl öncesine kadar Osmanlı Kaptan-ı Derya’sının gemilerini demirlediği, Boğaziçi’nin büyük bir koyuymuş. 17. yüzyılda doldurulmaya başlanan koy, padişahların dinlenme ve eğlenceleri için düzenlenen bir “Has Bahçe”ye dönüştürülmüş. Bu bahçede çeşitli dönemlerde yapılan köşkler ve kasırlar topluluğu, uzun süre Beşiktaş Sahil Sarayı adıyla anılmış. Şimdilerde ise saray, 1984’ten günümüze müze olarak hizmet vermekte...

        İSTANBUL’UN OKSİJEN DEPOSU

        Seyrime, Beşiktaş Deniz Otobüsleri iskelesine doğru devam ediyorum. Bazı tarihçilere göre, Barbaros Hayrettin Paşa’nın gemilerini bağlamak üzere diktirdiği beş taş direk anlamında, beş taş veya beşik taşından “Beşiktaş” adını alan semt, Barbaros Hayrettin Paşa’nın türbesi ve heykelinin bulunduğu Deniz Müzesi’yle Türkiye’de kurulan ilk askeri müze olarak tarihe geçmekte.

        Rotada Ortaköy’e süzülüyorum; 1874’te, Sultan Abdülaziz’in ünlü mimar Sarkis Balyan’a yaptırdığı Çırağan Sarayı ya da Çırağan Palas, bütün görkemiyle sol cephede beliriveriyor. Ayrıca otelin arkasında yer alan Yıldız Parkı ise İstanbul’un oksijen depolarından biri kıvamında, İstanbullular’ın hafta sonları kaçamak mahiyetinde konuşlandığı bir güzergah olma özelliğine de sahip. Çırağan Sarayı’nı geçer geçmez kadraja Galatasaray Üniversitesi lojmanları, Feriye Lokantası ve Kabataş Erkek Lisesi binaları giriyor.

        BOĞAZ’IN İNCİLERİNDEN…

        Boğaziçi Köprüsü de tüm albenisiyle kadrajıma oturduğuna göre Boğaz’ın incilerinden Ortaköy’e merhabamı da vermiş bulunmaktayım. Büyük Mecidiye Camii olarak da bilinen, 1853’te Sultan Abdülmecit tarafından Mimar Nigoges Balyan’a yaptırılan ve aynı zamanda buranın da sembolü olan Ortaköy Camii; sağında, meşhur Mimar Sarkis Balyan tarafından Sultan I. Abdülhamit’in kızı için yaptırdığı, yarısı yanmış olan Esma Sultan Yalısı da tüm heybetiyle kıyıdaki yerlerini alıyorlar.

        Deniz üzerinde başladığım havalı gezimde sırasıyla gözümüze çarpanlar arasında; Cemil Topuzlu Parkı; 1872′de Sultan Abdülaziz tarafından Sarkis Balyan’a hediye edilen, bir dönem Sarkis Bey Adacığı olarak anılmış, Osmanlı döneminde kömür deposu olarak da kullanılmış, 1957’de Galatasaray Spor Kulübü Başkanı Sadık Giz tarafında satın alınmış, “Suada” olarak bilinen Galatasaray Adası ve İstanbul’un küçük, mavi ve beyaza boyanmış bir köy iskelesi kıvamında boy gösteren, kazıklı yol projesi, çileği ve balık lokantalarıyla ünlü Arnavutköy yer almakta.

        BEBEK KOYU’NDAN PERİLİ KÖŞK’E

        Güzergahımın bu aşamasında, tekne turumun en muhteşem koylarından biri olan Bebek Koyu’na gelmiş bulunmaktayım. Burayla özdeşleşen, 1912 yapımlı, tarihi Hümayun-u Abad Camii ve hemen yanında sıralanmış salaş mekânlar, buranın tüm güzelliğini yaşamamız için alternatif bir zaman yaratan sadelikte. Martı seslerinin eşliğinde nihayet Rumeli Hisarı’na geliyorum. Yıldırım Bayezid’in yaptırdığı Anadolu Hisarı’nın tam karşısına Fatih Sultan Mehmet’in 90 gün gibi kısa bir zamanda inşa ettirdiği Rumeli Hisarı, dünyanın en büyük kale burçlarına sahip. Bu yapıdan etkilenmemek imkansız gibi…

        Avrupa Yakası gezimde seyrime; 1986’da başlanan ve halen dünyanın en büyük çelik asma köprüleri içinde 14. sırada yer alan, 1988’de tamamlanan Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nden geçerek, Asya Yakası’na doğru devam ediyorum. Tam da iki yakanın ortasındayken geriye baktığımda gözüme, rengiyle ve heybetiyle Rumeli Hisarı’da yer alan Yusuf Ziya Paşa Köşkü, şehir efsanesine karışan hikâyesiyle ve halk arasında bilinen adıyla da Perili Köşk çarpıyor.

        BİR KEZ DAHA ŞAHİT OLACAKSINIZ Kİ

        Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nün Anadolu ayağının soltarafındagörülen, kırmızırenkli ve üç sıradan oluşan yalı; İstanbul’un en güzel ve Boğaz’da en çok fotoğrafı çekilen “Hekimbaşı Salih Efendi Yalısı”. Abdülmecit’in hekimbaşılığını yapan Salih Efendi, iki oda ve bir sofa olarak aldığı yapıyı genişletmiş, kuzey kısmını selamlık, güney kısmını da haremlik olacak şekilde düzenlemiş. Günümüze ulaşabilen bölümü iseyalnızca haremlik bölümü. Ölümünden sonra varisleri tarafından satılan yapı, yıkılmış ve yerine modern bir yalı yaptırılmış.

        Boğaz turu sırasında bir kez daha şahit oluyorum ki kıyıya dizilen tüm yalılar ve yapılar, izleyenlere göz ziyafeti çektiren düzeyde. Hekimbaşı Yalısı’ndan sonra karşımıza çıkan, köprü ayağının sağında yer alan, günümüze ulaşmış en eski tarihli yalı ise Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı. Arkasından itilmiş de denize düşmek üzereyken, deniz tarafındaki kenarlarından kazıklarla desteklenmiş gibi görünen yalı, Boğaz’ın en pahalı yalılarından biri… Şimdi de Boğaz’ın Anadolu Yakası’na birer inci gibi dizilen yalıları seyrederek, 14. yüzyılda, Sultan I. Bayezid’in, Boğaz’ın en dar yerinde yaptırdığı kalenin adlandırıldığı semt olan Anadolu Hisarı’na varıyorum.

        Anadolu Hisarı’nı geçince karşıma çıkan ilk yapı ise Sabancı Öğretmen Evi. Daha önce Anadolu Hisarı Özel Eğitim İlkokulu olarak hizmet veren bina, 1988’de Sabancı Vakfı’nın katkılarıyla Sabancı Öğretmenevi ve Akşam Sanat Okulu’na dönüştürülmüş.

        FOTOĞRAF KARESİNE TAKILAN…

        Kandilli Kıyıları’nda devam eden keşfimde fotoğraf kareme takılan bir yer var ki mimarisiyle mest ediyor; yerleşim tarihi Bizans Dönemi’ne kadar uzanan, IV. Murat’ın en sevdiği has bahçelerden biri olup, “Kandil Bahçesi” adıyla bilinen Küçüksu Kasrı. 1857’de hizmete giren Küçüksu Kasrı’nın mimarı Nikogos Balyan. 1994’te kapsamlı ve çağdaş bir restorasyon gören Küçüksu Kasrı, günümüzde bir müze-saray işlevi kazanmış olup,halkın ziyaretine açık tutulmakta.

        Tekne yoluna, Cemile Sultan Korusu’nun eteklerinde yer alan, “Kıbrıslı Yalısı” olarak bilinen, 64 metrelik bir sahile sahip, Küçüksu’nun en eski yalılarından biri olan Kıbrıslı Mehmet Emin Paşa Yalısı’nı ve Şirketi Hayriye zamanında yapılmış, 1978’de ise Liberya bandıralı bir geminin çarpması ve yıkması sonucu yenilenmiş, dolayısıyla orijinalliğinden uzaklaşmış olmasına rağmen, halen dimdik ayakta duran yapısıyla Kandilli İskelesi’ni arkasına alarak devam ediyor. Biraz ileriye baktığımda ise Kandilli İskelesi’nin sırtını Cemile Sultan Korusu’na dayadığını görüyorum. Buralarda en çok görülen renk ise; yeşil… Kentin bu bölgesinde doğaya ihanet edilmediğini görüp, mutlu oluyorum.

        Anadolu Hisarı ile Vaniköy arasında, sahil boyunca uzanan birçok yalı var; Kıbrıslı, Abud, Kont Ostrorog, Hadi Semi ve Edip Efendi Yalıları bunlardan sadece bazıları. Yalnız korunun eteklerinde yer alan Kont Ostrorog Yalısı göz kamaştıran güzellikte. Bu koruya uzaktan değil de bir hafta sonu kafa dinlemek için ayak basılması daha verimli olacaktır. Kimdir bu zat-ı muhterem diyenlere de; Polonya doğumlu Kont Ostrorog, şeriat hukukunun batılı uzmanı ve Osmanlı’nın hukuk danışmanı olarak görev üstlenmiş. Rahmi Koç tarafından satın alınan, Ostrorog'un kişisel eşyaları ve kitapları, hâlâ burada sergilenmekte.

        KANDİLLİ’NİN ESKİ İSTANBUL HALLERİ

        Yoğurduyla özdeşleşen bir semtin yamacına salınıyorum yavaştan… Kandilli tepesinde, 1986’da yanan Kandilli Kız Lisesi’nin kalıntıları bulunuyor hâlâ. Bina, Abdülaziz’in kız kardeşi Adile Sultan’ın özel sarayı olarak yapılmış. Kandilli iç tarafları restore edilen ahşap binalarıyla eski İstanbul Mahallesi havasını hissettiriyor.

        Burada yer alan Kuleli Askeri Lisesi’yle Kabataş Erkek Lisesi, İstanbul’un en güzel manzaralarına sahip iki okul. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u aldığı zaman Kuleli’ninbulunduğu yerde (Paspas Korusu) nâmı ile anılan, bir koru ve içerisinde bir manastır ile bir kule bulunuyormuş. Yavuz Sultan Selim devrindebu manastır, yeniçerilere kışla olarak verilmiş, II Mahmut döneminde, süvari askerleri için Nikola ve Tanaş adında olan bu kışla Kuleli Askeri Lisesi’nin ilk yapısı olmuş. Abdülmecit devrinde kışla yanında yerine, yarı kargir olarak yenisi inşa edilmiş. İki tarafına da kuleler yapıldığından, kışlaya bu tarihten sonra Kuleli Kışla denilmeye başlanmış.

        Kuleli Askeri Lisesi’nin hemen yanında yer alan Çengelköy Yakamoz ise Boğaz’da çok özel bir konuma sahip. Öyle ki bahçesinde asırlık çınar ağaçlarının bulunduğu ayrıcalıklı bir mekân olarak müdavimlerini mest ediyor. Şu ana kadar gördüklerim, büyüleyecek parlaklıkta algıma yükleme yaparken, Çengelköy İskelesi ve koyu da kadrajıma girmeye başlıyor. Vaniköy ile Beylerbeyi arasında yer alan Çengelköy’ün salatalığının meşhur olduğu kadar zamanında, kiraz ve ayvası da dillere destanmış. İstikamet boyunca şölen yaratacak yapıtlar arasında; Abdullah Ağa Yalısı, Amiral Arif Paşa Yalısı, Hatice Sultan Yalısı ve Sadullah Paşa Yalısı yer almakta. Ayrıca bugün semtte artık kullanılmayan Aya Yorgi adında bir de Rum kilisesi bulunuyor.

        5 BİN İŞÇİNİN ÇALIŞTIĞI BEYLERBEYİ SARAYI

        Rotamın çemberine; zamanında Beylerbeyi Sarayı’nın müştemilatı olarak yapılan, denize kayma tehlikesinin ortaya çıkması üzerine, Sabancı Vakfı desteğiyle yenilenen ve Sabancı Olgunlaşma Enstitüsü olarak hizmet veren yapıt giriyor. Hemen ilerisinde Asya Yakası’nın en önemli mekânlarından birine, Beylerbeyi’ne ve Beylerbeyi Sarayı’na ulaşmış bulunuyorum. Beylerbeyi, tarihi Bizans dönemine kadar uzanan ender Boğaziçi semtlerinden biri olarak biliniyor. Anadolu Yakası’nda, Kuzguncuk ile Çengelköy arasında yer alan semt, tarihi boyunca Boğaz’ın en eski ve en fazla rağbet gören yerlerinden biri olmuş.Boğaziçi Köprüsü’nün ayakları altında kaldığı için fazla dikkat çekmediği düşünülen bu semt, gözden kaçırılmaması gereken doğal ve tarihi bir değere sahip.

        Sırada, Beylerbeyi Sarayı var… Osmanlı döneminde, padişahların ‘Has Bahçeleri’nden biri olarak kullanılan bu yer, 16. yüzyılda, Beylerbeyi Mehmet Paşa’nın yaptırmış olduğu köşkten sonra, Beylerbeyi adını almış. 1829’da, Sultan II. Mahmut’un yaptırdığı ahşap sahil sarayı, Sultan Abdülaziz tarafından 1861’de yıktırılarak, Mimar Sarkis Balyan tarafından tasarlanarak, yeniden yapılmış. Sarayın yapımının 4 yıl sürdüğü ve inşaatında 5 bin işçinin çalıştığı söylenmekte.

        ALTIN KİREMİT’E DOĞRU UZANINCA

        Şimdi ise eski adının “Hrisokeramos” olduğu ve “Altın Kiremit” anlamına gelen Kuzguncuk’tayım. İstanbul’un Asya kesimindeki ilk Musevi yerleşim bölgesi olan Kuzguncuk, Boğaziçi’ne açılan bir vadi adeta. Zamanında bir Musevi köyü olarak anıldığı söylenen Kuzguncuk’un Avrupa Musevileri tarafından “Kutsal topraklara varmadan önceki son durak” olarak kabul edildiği ve herhangi bir nedenle vaat edilmiş topraklara gidemeyenlerin hiç değilse Kuzguncuk’a yerleşip orada ölmeyi ve gömülmeyi vasiyet ettikleri notlara düşülmüş. Halk arasında, Kuzguncuk Korusu olarak da bilinen Fethi Ahmet Paşa Korusu, botanik bahçe kıvamında.

        Ve nihayet, şarkılara söz, filmlere adres olan Üsküdar ve Üsküdar İskelesi, bütün görkemiyle karşımda duruyor. Güneyinde Kadıköy, doğusunda Ümraniye, kuzeyinde Beykoz ve kuzey batısında İstanbul Boğazı yer almakta. Eskiden Salacak vapur iskelesinin bulunduğu mekân, balıkçı barınağına dönüştürülmüş. Eski vapur iskelesinin yanlarında da Salacaklılar’ın denize girdikleri bir plajları varmış. Harem Üsküdar sahil yolunun yapımıyla birlikte, bu durum da ne yazık ki son bulmuş. Barınaktan Avrupa Yakası’na bakıldığında, muazzam görüntüsüyle Kız Kulesi karşıma çıkıyor. Akşam vakitlerinde, buralarda mehtaba çıkardık nağmelerini yaşamamak imkansız gibi…

        İSTANBUL’U İSTANBUL YAPAN…

        O eski yandan çarklı vapurlar kalmasa bile, tüm bu tarihi yapıları tabii ki süsleyen ve renklendiren; çiçeklerini, lezzetlerini, sokaklarını, mahallelerini, insanlarını da es geçmemek gerekir… İstanbul’u İstanbul yapan gecesiyle ve gündüzüyle efsunlayanlar arasında, tüm bu güzellikleri rotaya sıralamaktan daha önemlisi, zaman ayırıp, bu şahaneliklerin nidalandığı sese kulak vermek!

        Nasıl es geçilebilinir ki; Hacı Bekir’de demirhindi şerbeti, Beykoz Tolon’da eski usulde yapılan işkembe-paça, İstinye Zeynel’de salep, Vefa’da boza, Emirgan’da bir çınarın gölgesinde demli birer bardak çay içmeden, Kumkapı’da rakı-balık yapmadan, Sultanahmet’te Türk Kahvesi yudumlamadan, Süleymaniye’de kuru fasulye, Fatih Hünkar’da kıkırdaklı bamya, Hacı Salih’te Bayrampaşa Enginarı, Kadıköy-Yanyalı’da Fehmi Lokantası’nın Hünkar Beğendi’sini, Divan’da su böreği, Sarıyer’de kuşüzümlü Sarıyer Böreği, Vefa’dan Tavşanlı’nın Çorum sarı leblebisini, Bebek’te badem ezmesi, Sarıyer’de su muhallebisi, Kanlıca’da yoğurt, Beyoğlu Saray’da tavukgöğsü, Kavaklar’da balık, Koska’da helva, Kanaat’ta elbasan tava, Güllüoğlu’nda baklava, Şampiyon’dan midye-kokoreç atıştırmadan, Beşiktaş-Beyoğlu-Kadıköy’ün balık pazarlarında vakit geçirmeden, Beyazıt’ta sahaflarda eski kitapları karıştırmadan, Kapalıçarşı’da ayak sürümeden “İstanbul’u yaşamak güzel” denebilir mi?

        ***

        Meraklısına not:

        Galata efsanesi

        Zamanında Karaköy’ü içine alan bölgedeki süthaneler ve çok sayıdaki muhallebicinin yer alması ve Rumca’da da ‘gala’nın süt anlamında kullanılması buraya neden Galata denmesini açıklıyor. İtalyanlar ise Galata sözcüğünü, ”denize inen yokuş” olarak kullanırken; Ortodokslar, Katolikler’i “Galus” olarak adlandırıyormuş. O dönemde, bölgenin bir katolik kasabası olması nedeniyle, Galus’tan Galata sözcüğünün türetildiği de rivayet edilmekte.

        Diğer Yazılar