Geçtim putların ormanından baltalayarak …
Zeliha Berksoy, Nazım Hikmet’in, Jokond ile Si-ya-u adlı eseriyle yeniden sahnede!
1978 ve 2008’de, tiyatroda Jokond’a can veren Berksoy ile 2013’ün Jokond ve Si-ya-
u’sunu konuştuk…
“Louvre Müzesi’nde artık canım sıkılıyor / can sıkıntısından çok çabuk bıkılıyor /
bıktım artık canımın sıkıntısından / içimdeki bu ruh yıkıntısından / aldı fikrim şu hisseyi:
müzeyi gezmek iyi / müzelik olmak fena / ben bu maziyi hapseden saraya / öyle ağır bir
hükümle kondum ki /çatlarken sıkıntıdan yüzümde yağlıboya / mecburum durup dinlenmeden
sırıtmaya: / çünkü: / ben o Floransalı Jokond’um / ki Floransa’dan daha meşhurdur
tebessümüm…” Böyle nidalanıyor, en adamım, ‘mavi gözlü dev’im Nazım Hikmet Ran,
1929’da yazdığı şiiri “Jokond ile Si-ya-u”da…
1978’DEN 2013’E… YENİDEN ‘JOKOND İLE Sİ-YA-U’
İlk defa 1978’de, Şehir Tiyatroları’nda seyircisiyle buluşan Nazım’ın ‘Jokond ile Si-
ya-u’su, 2008’de Uluslararası İstanbul Festivali kapsamında ve şimdi de Nazım’ın, 111.
doğum yıldönümü ve 50. ölüm yıldönümü vesilesiyle sahnede… Tabi yine ve yeniden
dramatik soprano, ressam, tiyatrocu, yazar Zeliha Berksoy’un, şahsına münhasır yorumuyla…
1978’den 2013’e, Jokond’tan Nazım’a değişen anlatımıyla Zeliha Hoca’yı görmeden,
kelamıyla şereflenmeden olmaz deyip, Osmanbey-Rumeli Caddesi’nde konuşlanan Semiha
Berksoy Vakfı’nın yolunu tuttum. İtiraf etmeliyim; öğrencileri tarafından yüce duygularla
anlatılan Zeliha Berksoy’u, en son 2000’lerin başında, Cumhuriyet Gazetesi kültür sanat
mesaimde seyrettiğim tiyatroda görmüştüm. Hatırladığım; heybetli sesi ve temiz bir
tebessüm… 2013’ün “Jokond ile Si-ya-u”sunda da hiçbir şey değişmemişti…
Neyse bilahare akarsınız Nazım’ın; “Ol fettan âhû / bir yar severdi: / bir Çinli Âdem /
ismiii Si-yâ-ü / Gözleriii badem / sözleriii şirin / Bu yârin peşine / takılmıştır Jokond / bir Çin
beldesinde / yakılmıştır Jokond...” dediği şiirindeki hikayenin anlatıcısı Zeliha Berksoy’un
renginin peşine! Ama öncesinde sizleri, biraz ısındırmak niyetine, Zeliha Berksoy’la
kelamımıza daldıralım; işte muhabbetten ortaya saçılanlar…
ZELİHA BERKSOY, NAZIM HİKMET VE JOKOND
* Jokond ile Si-ya-u sayesinde, yeniden sizinle buluşma mevzumuza geleceğim ama
öncesinde merak ettiğim, bunca zaman neler yaptınız?
2001-2002’de, Marlene Dietrich’in, Paris’te verdiği ünlü Olimpia konseri gecesi, yaşadığı
heyecanı anlatan, müzikli oyun ‘Marlene’de ve Dostlar Tiyatrosu’nda / Genco Erkal
ile ‘Yaşasın Savaş’ta oynadım. Sonra ara verdim. 2004’te, annemi (Semiha Berksoy’u)
kaybettim. Bu durum, bende üzüntünün farklı bir versiyonunu nüksetti. Canım sahneye
çıkmak istemedi ve geri çekildim. Sahneye çıkma işi, bir hevestir ve ben hevesimi
kaybetmiştim. Biraz durdum diyelim. O sıralarda, Beşiktaş Belediyesi, bir kültür sanat
platform önerisi getirdi. O platformda, 4 yıl boyunca, oyunlar sahneledim. Melih Cevdet
Anday sahnesini oluşturduk ve Anday’ın, 1967’de yazdığı, iki perdelik “Mikado’nun
Çöpleri”ni sahneye koydum. Timuçin Esen ve Devin Özgür Çınar’ın rol aldığı oyun, keyifli
ve güzel bir çalışma oldu. Sonra Uluslararası Haldun Taner Sempozyumu yaptık. Taner’in,
1964’te yazdığı, iki perdelik tiyatro oyunu ‘Gözlerimi Kaparım, Vazifemi Yaparım’ı sahneye
koydum. Kısaca; bu zaman zarfında, kültür sanat projelerinde ve programlarında, idareci,
yönetici ve reji üzerine görevler üstlendim. Bu arada tabii bir de 3 büyük orkestra getirdik;
St. Petersburg, Moskova ve Prag… 4 yıl orada, uluslararası, dolu dolu sanat projeleri
gerçekleştirdim. Daha sonra, Semiha Berksoy Opera Vakfı, kendini bir müze projesi olarak
göstermeye başladı. Ve vakfı, Taksim Tünel’den, buraya taşıdık. (Es notu: Berksoy Sanat
Akademisi’nın kuruluş sohbetleri 1994 yılına uzanıyor. Daha fazla bilgi için vakfın sitesine
bakabilirsiniz.) Müzenin ayakta kalabilmesi açısında da, alt yapıyı eğitim programlarıyla
destekleyelim dedik. Tiyatro, resim ve opera dalında, uluslararası eğitimler, seminerler
ve workshoplar’ın düzenlendiği bir yer burası. Çocuklara özel eğitimler de bunlara dahil.
Tahmin edersiniz ki sponsor bulmak ve bulsak bile sürekli destek almak zor. Biz de, bu eğitim
projesini kendimiz götürüyoruz.
* Ve Nazım’ın acısından doğan, destansı bir hikâyeye tanık eden Jokond ile Si-ya-u ile
yeniden karşımızdasınız! Süreç nasıl gelişti?
2008’de, Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali, benden bir proje istedi. Ben de 1978’de,
Şehir Tiyatroları’nda oynadığım, Ergin Orbey’in sahneye koyduğu Jokond ile Si-ya-u’yu
düşündüm... Nazım’ın yaşamında, bu oyunun yeri çok farklı. Kendi deyişiyle bütün sanat
yaşamında ve yüreğinin içinde özel bir yere sahip… Şangaylı bir genç olan Si-ya-u, Nazım’ın,
Moskova’da üniversitede, oda arkadaşı-dostu. Si-ya-u, önce Paris’te eğitim görüyor. Orada
bulunduğu süreçte de her gün Louvre Müzesi'ni ziyarete gidiyor. Bu gidiş gelişler sırasında,
Jokond'a âşık oluyor ve Moskova’ya geldiğinde yurt odasının duvarına, Jokond'un bir resmini
asıyor. Si-ya-u oldukça entelektüel ve Marksist komünist bir genç. O dönemde, Moskova’da
çok sayıda kaçak olarak okuyan Şangaylı komünistler var ve tek idealleri de ülkelerine dönüp,
orada mücadele etmek! Bir gün Si-ya-u’da onlarla beraber gitmeye karar veriyor ve bir süre
sonra Nazım duyuyor ki arkadaşı öldürülmüş…
FAŞİZME VE EMPERYALİZME KARŞI…
* Tarifsiz bir yıkımın ardından yaratılan şiir ve yıllar sonra Nazım, Si-ya-u’nun
yaşadığını öğreniyor!?
Evet, yazılmasından 20-25 yıl sonra Nazım, bir kongrede, Si-ya-u ile karşılaşıyor. Aslında
öldürülmemiş… Tabii görünce büyük mutluluk duyuyor.
* 1978’den 2013’e gelince, Jokond ile Si-ya-u’da ne değişti?
O zamanlar, birinci bölümde, “Ba-ba-sı-nın yir-mi be-şin-ci kı-zı / be-nim üçün-cü ka-
rım / göz-le-rim, du-dak-la-rım / Taranta Babu / sa-na bu mek-tu-bu / içi-ne yü-re-ğim-den
baş-ka bir şey ko-ma-dan / yol-lu-yo-rum / Ro-ma’dan…” diye başlayan Taranta Babu’ya
Mektuplar’ı ve ikinci bölümde de ‘Jokond ile Si-ya-u’yu oynuyordum. İkisi de faşizme karşı
ve emperyalizmin sömürge meselesinin derinlikli durumunu gösteriyor/anlatıyor. Seyirci
açısında da ağır ve yoğun metinler bunlar. Artık günümüzde, seyirci o kadar sabırlı değil!
Nazım’ın bu anlatımının hissedilip, anlaşılabilmesi açısından, seyircinin de özen göstermesi
gerekiyor. Bu sebepten de iki eser, üst üste ağır olur, dedim ve Jokond ile Si-ya-u’yu seçtim.
Bir de Jokond’un anlatımı bana daha fantastik geliyor. Festivalde oynadım, sonra Nazım’ın,
111. doğum ve 50. ölüm yıldönümü olması sebebiyle, bu Ocak ayında sahnelemeye başladım
eseri. Fakat değiştirdim; o sırada saçından kıyafetine kadar Jokond olarak sahnedeydim, şimdi
ise anlatıcı Nazım olarak sahnedeyim… Kısaca bu defa lafı aracısız sahneliyorum.
DÜNYA TARİHİNE DAHA NET BAKABİLİYORUM
* Peki öncesinde ‘Jokond’ ve şimdi ise ‘Nazım’ olan oyuncu Zeliha Berksoy’da neler
değişti? Bugünkü hissiyatınız?
O zamanlar, çok gençtim, daha heyecanlıydım ve daha kondisyonlu, hızlı oynuyordum. 29-
30 yaşımdan bahsediyoruz. O zamanlar, 25 dakikada oynuyordum, şimdi ise 45 dakikada…
Bugün, daha dingin oynuyorum Jokund’u. Anlatılana ve meseleye daha netim. Kuşbakışı
bakabiliyorum artık. Tabii ki o zamanlarda anlıyordum ama şimdi daha keskin bir duruş
ve anlama içindeyim. Mesela, Churchill’in bir sömürge bakanı olduğuna dair, şimdi dünya
tarihinden daha net bakabiliyor ve yorum yapabiliyorum. Nazım’ın dediği, o Şangay’da;
mahkemedeki 4 general, 14 miralay ve Kongolu zenci bir alay, cümlesini daha farklı
algılıyorum…
* Sahnelenme açısından farklılıklar var mı? Tüm sahneleme, kostüm ve rejide sizin
imzanız var…
İlk yıllardaki gösterimlerde hiç dekor yoktu. Boş bir sahnede, Jokond'u da, anlatıcıları da
aynı kılıkta, kendi yüzümle oynuyordum. O zamanlar, bu ve benzeri detaylar, o kadar da
önemli değildi. Metnin ne anlattığı ve bu oyunu oynayabiliyor olmak önemliydi. Bugün ise
biraz da teknolojiden yararlanarak projeksiyon kattık oyuna. Müzik ağırlıklı, daha hareketli
oynuyorum bu sefer.
*Nazım’ın, 1929’da kaleme aldığı eser, günümüzü resmetmesi açısından da kıymetli ve
ölümsüz…
Nazım gibi büyük filozoflar, yazarlar ve şairler için ölüm diye bir şey olmuyor-olamaz.
Fantastik bir şiir olan ‘Jokond ile Si-ya-u’, sosyalizmin Türkiye’ye gelişiyle ilgili.
Meydanlarda yakılan Jokond, kapitalizmin kendi içinden doğmuş bir kültür olan sosyalizmi,
Si-ya-u’da az çok Nazım Hikmet’i temsil ediyor. Ölümsüz bir eser, çok doğru. 100 yıl sonra
yine aynı yağmayla karşı karşıyayız. Bu nedenle, bu oyunun şu anda, çok işlevsel olduğunu
düşünüyorum. Bir yanda çok hümanist bir aşk, bir yanda da insan ilişkileri ve vahşet... Eser
bizlere, her şeyin sonunda, sömürgeciliğin karşısında; insanlığın, sanatın ve edebiyatın hiçbir
değeri olmadığını gösteriyor.
* Tam da sistem çarklısından nasibimizi alıyorken, birilerine bu oyun ve oyunlarla
dokunabilir miyiz, adım attırabilir miyiz dersiniz?
Adım attırmak zor ama en azından, adım atmak zorunda olduklarını görüyorlar, hissediyorlar.
Nazım, eserde öyle güzel anlatıyor ki bu durumu… Ayrıca mecburuz ve zorundayız. Benim
işim söylemek! Oyun, izleyici de şöyle bir etki yaratıyor; özgün bir şeyle karşılaşmak, onları
birden bire geriye-eskilere götürüyor. Bu da hatırlama ve hissetme mekanizmalarını yeniden
açıyor.
BİZE KARŞI OLAN YÖNETİCİLERDİ…
* Halk ya da yönetimler tarafından, tiyatro yahut benzer sanat dallarının tam olarak
anlaşılamadığını yahut benimsenmediğini düşünüyor musunuz?
Halk, her zaman, sevgi ve saygısını gösterdi bizlere. Sanatçı ilgi duyulmak ve sevilmek ister,
bu bakımdan da halktan yana asla bir sıkıntımız olmadı. Ayrıca halk hemen anlar, hisseder
ve yerli yerine oturtmasını da iyi bilir. Bizleri anlamayan ya da karşı olan, hep yöneticilerdi.
Ne yazık ki yönetimlerden ağır bedeller ödedik. Şu anda da, sanatın ve tiyatronun durumu
ortada... Her bakımdan; salon, kadrolaşma, sahneleme, sendikalaşma ve ödenekler konusunda,
ağır bedeller ödemekten bahsediyorum. Ama bu ülkenin sınırlarından dışarı çıkın; mesela
Bulgaristan Yugoslavya, Çekoslovakya, Macaristan ve Polonya’ya gidin, birden bire sanat
yapıları, opera ve tiyatro binaları şekil değiştirir… Bu sınırdan içeri girilince de; bu halka
saygısızca davranılıyor ne yazık ki… Ki niçin halk, iyi bir tiyatro oyunundan, senfonik
bir eserden yahut operadan mahrum bırakılıyor?! Efendim, bize göre değil, kültürümüze
uymuyor, deniliyor! Böyle bir sebep olabilir mi?! Abes bir lakırdı bu… Türkiye neden
operadan mahrum kalsın!? Anti opera gibi bir durum mu var? Ne alakası var?!
* Yaratılmak istenen belki de budur, korkutma ve kendi içine kapanma hali…
Opera, tiyatro gibi benzeri üniversal sanatlar; insanın ruhunu, aklını, düşüncesini açan
sanatlar… Onun için de böyle sinameki olacak, kendi mağarasının içinde, çomağınla toprak
karıştıracak şekilde istiyorlar insanları. Tüm bu sanat dalları insana; enerji ve mücadele gücü
verir. Ondan dolayı da istenmiyor. Sanat bir defa karşı duruştur. Hayatın içinde her zaman,
karşı ve eleştirili olmak durumundandır. Bundan korkuluyor, hele ki tiyatro dilli düdük zaten.
O hiç istenmiyor. Gerçekler söylensin istenmiyor. Ama oyunda Nazım, öyle bir şey yapıyor ki
ve koca bir olayı, bir cümlede anlatıyor.
DAHA GÜÇLENMEK VE DİRENMEK İÇİN SANAT…
* Ümit ve umut süründüren bir şeye dönüşmüyor mu bir zaman sonra?
Söylemek istediğim; Her zaman ümitli olmak lazım! Ümit ve onun enerjisi… Çünkü ümidi
kaybettiğinizde, yaşam enerjinizi de yitirirsiniz. Yitirdiğiniz an, bir depresyon başlar ve olay
gayet arabeskleşir. Bu yüzden ben, arabesk ve onun müziğini olumlamıyorum. Düşüncesi ve alt metinini yanlış buluyorum. Bir de buna felsefe deniliyor ki yanlış, felsefe başka
bir şey! Bu arabesk hal, insana ve yaşama dair gerçek bir şey ifade etmiyor. Tam tersi
ümitsizliğe ve pesimistliğe sürüklüyor. Bu türün ve sistemin yaptığı; İnsanlar yalnızlaştırılsın,
köhneleştirilsin, kişiliğini, beynini, düşüncesini, hissini, kısaca ruhunu kaybetsin! Sanat bunun
tam tersini yapıyor; sorguluyor, ümit ediyor, değiştirmek istiyor ve insanları düşünmeye
zorluyor. Sanat; her zaman güçlenmek ve direnmek için ayakta tutuyor. Sanatın işlevleri
bunlar… Demek ki bizim ilk önce ümit etmeye ihtiyacımız var…
* Vakıfta her yerden ve yaştan bir sürü öğrenciniz var… Onlara bakarak, gelecek nasıl
görünüyor?
Dünyada karma karışık bir hal var; kimin ne yapacağı ya da ne yapmak istediği belli değil.
Curcuna yaşanıyor. Ne yazık ki bunu 25-45 yaşları arasındakiler yaşıyor. 45 diyorum, çünkü
o kuşağın, son 10 -15 senedir, çoğu işsiz… Mesela; bir usul çıkardılar, bu da tamamen
finanstan kaynaklı bir şey; farklı meslekler ve multi kültürler diye… Hem ekonomi
okuyacaksın, hem de uluslararası ilişkiler. İnsan beyni, bunları sindirmeye müsait değil ki.
Ne demek istiyorsunuz; uluslararası ilişkilerde iş bulmazsam, ekonomist mi olacağım, o da
olamazsam pazarlamacı mı olacağım, ondan ötesi emlak komisyonculuğu zaten. Böyle absürd
bir şey yaşanıyor. Anlaşılıyor ki dünya sistemi sizden-bizden uzmanlaşmamızı istemiyor;
kişiliğimiz gelişsin ya da herhangi bir konuda bilgi sahibi olalım istemiyor. Evet, o bilgiyi ya
da uzmanlığı verdikleri kişiler var; kendi adamlarına ya da kendi kullanacakları formatların
içinde, o insanı seçiyorlar… Şu anki gelinen aşamada, bu büyük bir organizasyon. Tabii, bu
bahsettiğimin içinde böyle elit bir bölüm olabilir. Özel yeteneklere göre çalıştırılan ama onun
dışındaki kitleye, yitik insan ya da çöp yığını olarak bakıyorlar.
HER ŞEYE RAĞMEN BEN O TEKSTİ OYNARIM DİYORSUN
* Bu sistemi yaratanlar ya da bu çemkirdiğimiz gücü, onlara sunan bizler değil miydik?
Kendi ellerimizle verdik gibi…
Evet biz verdik ama yukarıdan bir sistem geliyor; global hikaye denilen, 80’lerden sonra
ortaya çıkan... Bu global ekonomi ve multi kültür; herkes herkesin kültürünü bilecek hali...
Nasıl olabilir; Herkesin kendi bir şahsiyeti var. Bugün siz; Rus, Fransız, İngiliz veya Alman
edebiyatını, tiyatrosunu ya da oyunculuk tarzını, hangi multi kültüre oturtabilirsiniz. Bu
sanatlar, insanlarla yapılan şeyler. Ama işte mevzu bu; sistem çarklısı özgün bir şey istemiyor.
Tiyatroyu istemiyor, horluyor. Onun yerine, TV, pop, görsel, mahalle arası dedikodu
dizileriyle gerçek sanatı indirgemeye çalışıyor. Gündelik diyaloglar haline getirmeye
hedefliyor. Çünkü tiyatro edebiyatı karşı durur, hesap sorar...
* Bu kadar kolay mı, bunca zamanın üstatları, dik duramamış da bu yüzden mi bu
kadar kenara itilebiliniyor?
Aslında kenara geçmişlik yok, kenara itilmişlik var. Kimse kendini kenara itmiyor. Kenarda
da kalmıyorsun, yine duruyorsun böyle. O, seni engelliyor ama sende durmaya devam
ediyorsun öyle. Ama böyle mi olmalı? Gelişmiş bir ülkede, bu tam tersine; sanata ve
sanatkara, yazara, alt yapı hazırlanır, önü açılır. Her şeye rağmen sen, yine işimi yaparım
diyorsun; sahneden mi kesiyor, tamam, ben de boş sahnede oynarım, param mı yok, perde
asar oynarım, olmadı projeksiyon asar, oynarım yani, ben o teksti oynarım diyorsun.
Mesela, Jokond için, Ferhan Şensoy’un özverisi ile oynayabiliyoruz Ses Tiyatrosu’nda.
Fedakarlığıyla bize kanat açıyor. Oysa bu böyle mi olmalı! Kısaca dediğim; Ben yine
dediğimi yapıyorum. Gidip de bulvar komedisi oynamıyorum. Oyunu oynuyorum, seyirci
seyrediyor, sahnelemesem kimse bilmeyecek. Ben inatla oynuyorum. Sanatçı, kendi kendine
imkanlar yaratıyor. Bunun böyle olmaması lazım, bu marifet değil, bu sanatçıdan çok şey
beklemek ve iliğini kemiğini sömürmek demek! Burada benim gördüğüm sanatçı israfı var.
Sanatçı olmak, bir ülke olarak sanatçı yetiştirmek kolay şeyler değil. Oyunculuk zor bir şey,
çünkü kendinizi veriyorsunuz orada. Bunu görmek istemiyorlar ve bundan kokuyorlar.
İYİ, GÜZEL DE RUH NE OLDU?
*Son kez söylemek istediğiniz, bu da önemli dediğiniz?
Şimdi bir kırılma noktasında gidiyoruz. Bu noktada; rasyonel düşünce ve olumlu enerjinin
kazanacağını düşünüyorum. Global ekonomi değil de, global sanat olarak bakmak lazım
meseleye… Birbirine zıt, iki başlık; global ekonomi ve global sanat… Anlayışsız, kendi
kafalarına göre, sanatı ve durumu aşağıya çekme hareketleri, yani şu kadar paramız var
halleri; iyi, güzel de ruh ne oldu? Ruhu yerine getirmek çok zor! Şu anda işte dünyada
da paranın tanrıları; bu ruhu istemiyor. Çünkü bu ruh, insanları birleştiren bir şey… Ruh
olmamalı ki insanlar, tek olsun, korumasız olsun ve insanlar atık insan gibi yok olsunlar,
gitsinler... Atık insan çok ve artık gençlerin arasında, milyonlarca atık insan var; düşünmüyor,
görmüyor, duymuyor. Tabii bu dünyanın da sorunu. Biz kendimizi sadece tek başına
göremeyiz, dünyada müthiş bir savaş sürüyor… Ve belki de bu savaşın içinde, birçok
nedenlerden biri de bu atık insanları temizlemek! Bu emperyalizm onu da temizliyor, bu da
bir yol. Bunu da düşünüyorum artık. Bu kadar gaddar olabiliyorlar yani ve sonunda da dünya
ne kadar duyarsızlaşıyor. Onun için seyirci, bugün Jokond’da ya da başka bir eserde, bu
durumu görüyor. Mesela, bugün Henrik İbsen’in yazdığı ‘Bir Halk Düşmanı’nı çalıştık. İbsen,
bunu 1882’de yazmış… Metinde, ruhu ve hesap sormayı görüyorsun. İşte diyorum ki; bu çağ
geri bir çağ. Teknolojik olarak ileri ama duyarlılık ve insan ilişkileri açısından geri bir çağ.
KENDİ GÜCÜNE VE BİLGİNE GÜVENECEKSİN
* Ne olacak peki?
Daha da dibe batacak ve en sonunda, bu bütün büyük bankalar, kısaca sistemin tanrıları, iflas
edecek ve patlayacaklar. Çünkü sonu yok; saldır saldır, kullan kullan, parala parala, dünyayı
paramparça ettiler. İkinci dünya savaşındaki atom bombası meselesi. Truman gibi bir adam
çıkıyor; Sovyetler’e göz dağı vermek için atom bombası atıyor… Hiroşima ve Nagazaki,
unutulabilir mi?! Böyle bir şey olabilir mi? Ondan öncesi ve son 15 yıl… Hiç değişmiyor ne
yazık ki! Ama zaten bunun evveliyatı var. Geliş noktası var…
*Sabır taşımız ve görme noktamız ne olmalı?
Teslim olmayacaksın, gücünü entelektüel bilginden alacaksın ve dünyayı anlamaya –
görmeye başladığında, zaten o zaman korkmayacaksın da. İş ki gör; neyin, ne, olduğunu. Bu
adamlar bunlar işte… Baktığında dünyadaki olaylar anlatıyor zaten neyin ne olduğunu. Hiç
yılmadan, hiç aldırmadan, hiç moral bozukluğuna düşmeden, hepsine böyle gayet sıradan
şeylermiş gibi, yanından geçip gideceksin… Kendi düşüncene, bilgine, enerjine ve gücüne
güveneceksin, o kadar! Ciddiye almamak lazım! İnsanın, kendi inandığı ve ciddiye aldığı
daha zor ve güzel meseleleri var. Ne diyordu Nazım, ‘Son Otobüs’ şiirinde; “Geçtim putların
ormanından baltalayarak / ne de kolay yıkılıyorlardı / Yeniden vurdum mihenge inandığım
şeyleri / çoğu katkısız çıktı çok şükür.” İşte bu! Gülüp de geçmeyeceksin ama gözünde de
büyütmeyeceksin, korkunç bir oyun oynanıyor, bunu herkes biliyor. Bir de artık her şey
ortada oldu, sır kalmadı herkes biliyor…
Oyun programı için: 212 219 46 77