O yitik kuşağın kadınları, çiçek çocuklarına hamile kalmazdan önce!
Altıdan Sonra Tiyatro’nun ikinci projesi Evaristo’yu yaratan Civan Canova, oynayan Ayşenil Şamlıoğlu, yöneten ise Nihal Geyran Koldaş. Bu tadında oyunun yaratıcılarıyla buluştuk, işte ortaya çıkan muhabbet…
CİVAN CANOVA…
“Yazdığınız oyun sizden bağımsız konuşmaya başlarsa ne mutlu. Sizin ek parantezler
açmanıza gerek kalmıyor. O kendi bildiği yolda gidiyor. Hatta fazlasını bile söyleyebiliyor
zamanı geldiğinde. Umarım bir gün başarırım bunu. Umarım daha vaktim vardır. Çünkü
bugüne kadar yazmış olduklarım, söylemek istediklerimin yüzde biri bile değil…” diyor,
sanat hayatına, 1974 yılında, Yılmaz Güney’in ‘Arkadaş’ filminde, oyuncu olarak başlayan,
sonrasında ‘Neon’, ‘Kör Buluşma’ ve ‘Düğün Şarkısı’ gibi birçok tiyatro eserini kaleme
alan, ‘Ölüleri Gömün’, ‘Kaktüs Çiçeği’ ve ‘Gizli Oturum’ gibi oyunlardaki karakterlere can
veren, ‘72. Koğuş’, ‘Eve Dönüş’ ve ‘80. Adım’ gibi birçok filmde, beyazperdeden bizlere
tebessüm eden Civan Canova… Belki de bu alıntı yaptığım cümlelerde saklıdır, bazılarının
bildiği, bazılarınınsa es geçtiği, şiir yazan, resim yapan Civan Canova’nın efsunu… Zaten
bir vakit, bir yerlerde, denk gelir de kelama düşerseniz, ne demek istediğimi, kısaca Canova
efsununu tecrübelersiniz nasılsa! Şimdilik kaldığımız yerden devam!
AYŞENİL ŞAMLIOĞLU…
Çoğunuz, kelama düştüğünüzde göreceğiniz bu yerinde duramayan, enerji ve
hissiyatını, üstlendiği işlerle de ortaya çıkaran kadını, 90’ların başında, TRT’nin naif
yapımlarından biri olan Ferhunde Hanımlar’daki Meftune rolünden hatırlayacaktır.
Şamlıoğlu, sonrasında tabii ki şukela yapımları-hikayeleri, kendine has yorumuyla
devleştirmeye devam etti: Ölüler Konuşmak İster, Eşek Arıları ve Altona Mahpusları gibi
birçok oyunu yönetti. Afife Jale, Aşkımız Aksaray’ın En Büyük Yangını ve Geyikler Lanetler
gibi tiyatro oyunlarında roller aldı. Ve tabii beyazperde ile TV’de de sayısız film/dizide
izleyenleriyle buluştu. Bunların yamacında, uzun bir süre Şehir Tiyatroları’nda yöneticilik de
yaptı.
6 ÜSTÜ OYUN’UN İKİNCİ PROJESİ ‘EVARİSTO’
İşte şimdi bu iki büyük üstat; Şamlıoğlu ve Canova, yine algı kapıları şahane bir
adamın Yiğit Sertdemir’in Genel Sanat Yönetmenliği’nde tadında bir projede bir araya
geldi. Altıdan Sonra Tiyatro’nun ‘6 Üstü Oyun’ başlığıyla, 6 oyuncu ve 6 yazarla giriştiği
bu projenin ikinci konukları; Canova ve Şamlıoğlu. Oyunun adı ‘Evaristo’, yazan Civan
Canova, oynayan Ayşenil Şamlıoğlu ve yöneten ise oyuncu-yönetmen Nihal Geyran
Koldaş. (Erken içimden geldi notu: Bugünkü mevzumuz-söyleşimiz, Şamlıoğlu ve Canova
üzerinden olacağından Nihal Hoca’yı, başka bir güne saklıyorum, es geçmiş değilim,
bilginize!) Kaçıranlara yahut yeniden hemhal olmak isteyenlere duyurulur: Evaristo, yeni
sezonda da Kumbaracı 50’de endam edecek. Program ve detaylı bilgi için, Kumbaracı50
sitesini yoklamanız yeterli! Üç günlük dünya, fani ömür sayacımı doldurma minvalinde, ben
yavaştan rotamı, iki şahsına münhasır ustanın güzergahına çeviriyorum. Hani kafaları kadar,
sol yamaçlarında atan cevherleri de güzel insanlar vardır ya işte şahanelikte, Civan Hoca ve
Ayşenil Hoca’nın kelamlarından, bana kalıp da size dökülenler… Hazırsanız, en demlisinden
başlıyoruz!
AYNI DÖNEMDEN GELEN İNSANLAR OLARAK
*Evaristo nasıl doğdu?
Civan Canova: Hikayenin vesilesi, Yiğit Sertdemir ve Altıdan Sonra Tiyatro’nun ‘6 Üstü Oyun’ projesi oldu. Metini severek yazdım. Bir çırpıda derler ya, öyle yazıldı. Yiğit’in önerisi olmasaydı yazılmayacaktı belki de. Her şey bir araya geldi; oyuncu, yönetmen ve mekan. Kumbaracı 50’yi bilmiyordum ve gördüğümde, kelimenin tam anlamıyla uçtum. Bizim alıştığımız sahnelerin dışında bir mekan burası ve dokusu bana ilham verdi. Oyunculuktan farklı bir şey yazmak-yaratmak. Yazarken tek başınasınız; hayal dünyanız, tecrübeleriniz ve birikimleriniz var sadece. Derdiniz ve önermeniz nedir bunun üzerinden ilerliyorsunuz. Hepsinin süzülmesini de beyin yapıyor ve ortaya bir dünya çıkıyor. Evaristo bunların hepsinden çıktı.
*Konu itibariyle, dünyadaki -bazılarının bugünlerde patlak verdiğini söylediği ama
benim hep var olduğunu düşündüğüm- faşizm mevzusuna da cuk oturmuş gibi!
Civan Canova: Yazarken gündemi de yazmak istiyorsunuz. Elime de hazır bir kalem
verilmişken, ne yazmak istiyorum’un üzerinden ilerliyorsunuz ama tabii ki fazlalıkları da
atarak ortaya bir şey çıkarmaya çalışıyorsunuz. Zaten temada ‘bugün’ olduğu için, metinde,
bugünle, dünle ve yarınla bağlantı kuruyorsunuz… Sonrasında, hikaye sizi içine aldıkça,
yolculuk da başlamış oluyor. Zaten bu yolculuğun gizemli tarafı ve hoşluğu da bu sanırım.
*Yazar Canova, oyuncu Şamlıoğlu ve yönetmen Koldaş… Bu tabiri yerindeyse süper
üçlü, nasıl bir araya geldi? Seyrederken gördüğüm; üçünüz de yaratmak istediğiniz
algıyı, çok iyi özümseyip, sahneye yansıtmışsınız!
C. Canova: Biz aynı dönemin insanlarıyız, kafamız aynı şeylerle meşgul. Bunun getirdiği
sinerji de kolay oluşuyor. Bu bakımdan da bir oyunda, oyuncunun ve yönetmenin, yazarı
anlayabilmesi çok önemli. Biz Evaristo’da bu sinerjiyi yakaladık.
A. Şamlıoğlu: Arkadaşım, kardeşim olan Murathan Mungan’ın çok sevdiğim bir lafı vardır:
Benimle aynı kitapları okumamış, aynı kapılardan geçmemiş, aynı filmleri izlememiş, aynı
acıları çekmemiş ve aynı sevinçleri yaşamamış insanlara, bir şeyleri anlatmaya çalışmaktan
çok yorgunluk duyuyorum, der. Çok doğrudur. Aynı dönemden gelen insanlar olarak bizler,
benzer eşiklerden geçtik. Benzer filmleri izledik, aynı kitapları okuduk ve hatta benzer aşklar
yaşadık. O yüzden de ortaya bu şekilde bir oyun-yorum-anlatım çıkması çok normal.
C. Canova: Ve de şimdi yolun bir yerinde, bu noktasında buluşuyoruz. İşte şu tarihte ama
bizi bu noktaya getiren, bütün o ara yollar ya da kesişen yollar, çoğunlukta oralarda rastlaştık
biz... Ve rastlaşa rastlaşa da buraya geldik. Ve Evaristo’da buluştuk.
METİNİ OKURKEN YÜREĞİM HEYECANLA YERİNDEN KALKTI
*14 yıl boyunca sahnede olmayan bir oyuncu olarak, Evaristo ve Canova ile buluşmanız
nasıl oldu? Bu süre zarfında, canınız hiç sahne çekmedi mi?
A. Şamlıoğlu: Çekmez olur mu?! En son, o da 14 yıl önce oluyor, Murathan Mungan’ın
Geyikler Lanetler’inde Ankara’da sahnedeydim. O tarihten bugüne de hep yönetiyorum.
Tiyatrodan ayrı kalmak-olmak değil ama bu 14 yıl zarfında üstlendiğim yönetmenlik, benim
için başka bir şeye dönüştü ve sahneden ayrı kaldım diyelim. Sürekli olarak yönetmen
sayısının az olduğu ve bana ihtiyaç duyulduğu dikte edildi. Bizim kuşağın idealist bir tarafı
vardır. Bir de tabii imzası olan bir yönetmene dönüştüğünüzde, birileri çekiniyor sizden,
zannediyorlar ki, o yönetmen olan halim, provada da hüküm sürecek. Öyle bir şey söz konusu
değil ama bunu böyle hissetmekte de haklılar. Bu süre içinde, nabzımın yoklandığı bir-kaç
tane oyun geldi, fakat onların içinde, kendimi göremedim ve kabul etmedim. Ama Yiğit, öyle
bir teklifle geldi ki ve metin de öyle güçlüydü ki, okurken, yüreğim heyecanla yerinden kalktı,
o derece.
YİTİRDİĞİMİZ BİR DUYGU; VEFA
*Siz yöneticilik yaptığınız dönemden Yiğit’i tanıyorsunuz, bunun vermiş olduğu bir
güven de olmalı...
A. Şamlıoğlu: Evet, Şehir Tiyatoları’nda, Genel Sanat Yönetmeni olduğum sürede, yönetmen olarak da Yiğit’e görevler verdim. Çalıştığımız dönemde, Yiğit’in tiyatro kimliğine ve aklına güvendiğim için kendi projelerini yapmasını istemiştim. Mesela, Yiğit benimle konuşurken; ‘Siz göreve geldiğinizde, bana ne yapmak istiyosunuz, diye sormuştunuz. Şimdi, ben size sormak istiyorum, görevden ayrıldınız, ne yapmak istiyorsunuz’ dedi. İşte bu müthiş bir şey. Bu yitirdiğimiz bir duygu, vefa! Yiğit’in teklifi, beni o kadar mutlu etti ki...
*Metini okuduğunuzda neler hissettiniz, bunca yıldan sonra sizi bu metine çeken neydi?
A. Şamlıoğlu: Bu tekliften sonra, Civan’ın yazdığı metni yolladı bana. Hemen okudum,
metinin son satırlarına geldiğimde, telefonla Yiğit’i aramıştım çoktan ve o da ‘alo’
diyordu. ‘Tamam kabul ediyorum, rejiyi Nihal Koldaş yapabilir mi? Çalışmalara ne zaman
başlıyoruz?’ gibi sorularımı sıraladım hemen. Çünkü, Yiğit, ilk önce benim yöneteceğimi
zannetti. Nihayet oyuncu olmanın zevkini yaşayacaktım, bu fırsatı kaçıramazdım.
YILLAR İLERLEDİKÇE KORKULARINIZ ARTAR
*Nihal Koldaş ile tanışıklığınız nereden? Zira metini ve oyuncuyu, başka yerlere
götürecek olan yönetmen ve oyuncu arasındaki güven-bağdır...
A. Şamlıoğlu: Nihal Hanım’la bir tanışıklığımız yok. Bu projeyle tanıştık. Onun hayatını
tiyatroya adanmış bir ömür olarak görmüşümdür hep. Üstlendiği işlere baktığımda,
kendimi oyuncu olarak emanet edebileceğim biri olduğu düşüncesi hep aklımdaydı. Hani
demiştiniz ya biraz evvel, 14 yıl boyunca hiç mi sahnede olmak istemediniz diye!? Bu
zaman içinde, kafamda bir gün oyun olursa, şu yönetmen olmalı diyordum. İşte o Nihal’di.
Çünkü; metine çok güvenme meselesi değil ki bu, yıllar ilerledikçe korkularınız artar, tam
tersi zannedilir ama değil, çünkü gençken cahil cesaretine sahipsinizdir, yılların getirdiği
tecrübe, korkularınızı kat be kat artırır. Bir de kendi yarattığınız bir özgeçmiş var, senelerdir
biriken, kendi yarattığının üstüne çıkmak zorundasındır, sen küçük ya da büyük bir tepe
oluşturmuşundur, fark etmez, o tepenin altında kalmamalısın.
C. Canova: Ben de bu korku ve yaşama halini, hep bir ip gibi düşünmüşümdür. Gençken
daha kalın olan o ip, yaşlandıkça, tecrübelendikçe incelir…
BİR BİZON SÜRÜSÜ DURMADAN KOŞUYOR
*Biraz önce vefa duygusu ve bugün gelinen noktada vefanın kaybolmasından bahsettik.
Peki, o vefa duygusunu bizler nerede, ne zaman kaybettik?
C. Canova: Bütün renkler aynı hızla kirleniyor. Değerler değişiyor. Aslında değerler
değersizleşiyor. Tabii bu değerler bizim zamanın değerleri… Şimdiyi, bugünü, bizden sonraki
nesil, daha doğru, daha gerçek mukayese edecektir orası ayrı ama…
A. Şamlıoğlu: Benim içinde yol alırken hissettiğim şey; dünya çok hızlı dönmeye başladı,
şüphesiz. Ama bu yetişeceğim kaygısıyla koşarken görmediklerimiz, kaybettiklerimiz,
ezdiklerimiz var bir de! Ben, bunu bizonlara benzetiyorum; bizon sürüsü koşuyor.
C.Canova: Yaşamıyor ama sadece koşuyor.
A.Şamlıoğlu: Ve koşarken de, hangi yeşillikleri ezdim, hangi dalları kırdım, hangi çiçek
tarlalarını, bahçeleri talan ettiğinin farkında bile değiller. Tek bir hedefi var; o da koşmak!
Aslında belli bir hedef de yok ve koşup koşup anlamadığımız şey, sonunda dünya yuvarlak ve
aynı noktaya - yere geleceksin.
HERKESİN BİR FİKRİ VAR AMA BİLGİSİ YOK
*Projenin teması olan ‘bugün’le de ilintili olarak, dün ve bugünün insanı arasında,
kaybolan-değişen duyguları biliyoruz ve işin tuhafı herkes böyle konuşuyorken neden
olamıyor?
A. Şamlıoğlu: Eski jenerasyonun, yani bizlerin de şimdi bu cümleleri, bu kadar dile
getiriyor olması, kendi yaşadıklarını test ettiklerinden sonra cümleye düşmesine sebep
oluyor. Çünkü yeni nesiller, farklı değerlerle-bilgilerle yetişti… İşin anahtarı, diyalog bitti.
Kitap karıştırmak, kütüphanecilik vs. kısaca eskiden elle-gözle aldığımız bilgiler artık
internet başında, kopyalama edilmiş bilgilere dönüştü. Doğruluğu belirsiz bilgilere ama…
Artık herkesin fikri var ama bilgisi yok konumuna geldi. Şimdi bu şartlar altında, hayatı
derinlemesine irdelemeyen kimlikler, nasıl olurda duyularında ve hislerinde derinlemesine
harekete geçer de vefa duygusunu geliştirirler!?
C. Canova: Bizim hocalarımızın, üstat dediklerimizin, örneğin sadece bir paltosu ve bir de
pantolonu vardı. İşe otobüsle gider gelirlerdi, kısaca aylıklarıyla kıt kanat geçinirlerdi ama
müthiş saygı duyulurdu onlara, ki onlar da saygın insanlardı. Çünkü bugünün insanı gibi bu
tip şeyleri önemsemezlerdi. İdealleri vardı. Hala onları anmamızın sebebi de bu sahici ve
her şeye rağmen ideallerinin olmasıydı. Şimdi bu ideallerin maddiyata dönüşmesi, bütün bu
değerleri alt üst etti ve biraz önce de bahsettiğimiz vefa duygusunu bitirdi. Bugün ben böyle
bir hoca ve üstat göremiyorum artık. İdealler yok edildi ve yerine kazanmak hırsı geldi.
A. Şamlıoğlu: İdealizm bitti. Artık önemli olan, ne kadar kazandığın, idealler maddeye
yöneldi. Günümüzde, kaç para kazanıyorsun diye soruluyor. Eskiden böyle sorular sorulmazdı
ama yeni nesil de böyle empoze edile edile bunlara paye verir oldu. Seneler önce, kardeşimi
ziyaret etmek için Amerika’ya gitmiştim. Orada dikkatimi çekenler arasındaki durumları,
şimdi ülkemizde yaşıyoruz ne yazık ki! Biz de küçük Amerika olma yolunda ilerliyoruz.
Oradaki insanlar, yalnızlıklarını azaltmak için 3 - 5 dost bir araya gelerek sevgi ve güven
adacıkları kurmuşlardı. Şimdi bakıyorum da, İstanbul’da da böyle olmadı mı?! Onlar, New
York kentinin yalnızlığına karşı koyuyor, bizler de İstanbul’un yalnızlığına. Artık toplum
içinde yalnız hissediyoruz. Bir de orada bütün tiyatroculara, kaç para kazandığı üstünden
bir muamele ediyorlardı. Hâlâ da öyle… Sürekli ifadeleri; ‘ah yazık, bayağı yorucu bir işi,
değmeyecek bir parya yapıp, yaşamaya çalışıyorsunuz’ deyip, biz tiyatrocuları hayalperest
olarak addediyorlar. Kısaca, hayatını tiyatro ile kazanan herkes, onlar için tuhaf bir yaratık
olarak algılanıyor. İşte, biz de küçük Amerika olarak, oraya doğru vardık! Avrupa’da durum
böyle değil ama işte biz de Avrupa’yı değil, Amerika’yı örnek alıyoruz…
C. Canova: Aidiyet ailede başlıyor, ucu açık sonsuza kadar giden bir döngü. Sonra, okulda,
sokakta ve meslek hayatında devam ediyor. Ucu açık bir anlam bu, sonsuza kadar giden;
galaksilerde ya da evrende nereye aitsin’e kadar gidiyor bu. O kadar küçüldü ki cevaplar, o
yüzden gerçek cevabı vermek de zor! Asıl olan yapayalnızsın ve bunlar, yani o aitliğin yerine,
ne koyuyorsan, elinden alındığı zaman, yalnız hissediyorsun, gerçeğini o zaman görüyorsun.
İşte geçmişte, neydi bizi bir arada tutan’ın cevabıysa, bu değerlerdi bence… Şimdi ise paran
kadar sana saygı göstereceğim diyen bir sistem oluştu.
*Yazmak eylemiyle gerçekleştirdiğiniz bu aidiyet duygusu mu yoksa onu yok etme hali
mi?
C. Canova: Ben yazarken de oynarken de, hayatla ve kendimle başa çıkmaya çalışıyorum.
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI BİTMEDİ YA DA
*Metinin ilk okumasını bitirdikten sonra hissettiğiniz duygu hali neydi? Evaristo’nun
bize nidalandığıyla günümüzde yaşananları nasıl görüyorsunuz?
A. Şamlıoğlu: Evaristo, değindiği dönem itibariyle benim oldum olası derdim olan bir
derdi, dert edinmiş bir metin. Bana soracak olursanız; İkinci Dünya Savaşı bitmedi ya da
Üçüncü Dünya Savaşı hemen başladı ama perakende bir şekilde devam ediyor. Sadece, biz
daha idrak edemedik. Belki gelecek kuşaklar, bizim için Üçüncü Dünya Savaşı’nın içinde
yaşadılar ve ölüp, gittiler diyecekler. Onu da bilmiyoruz. Günümüzde de dünya, İkinci Dünya
Savaşı’na benzer bir süreçten geçiyor. Baksanıza, Kuzey Kore, tüm uyarılara rağmen uzaya
roket fırlattı, bunun uzun menzilli bir füze denemesi olduğu söyleniyor. Roket Japonya’nın
güneyindeki Okinawa bölgesinin çok yakınından geçti. Hatta parçaları, Filipinler’in doğusuna
düştü. Ortadoğu ise hiç durmadan kaynatılmaya devam ediyor. Ortalık, o kadar karışık
ki alışık olduğumuz anlamda bir savaş çıkması, en ufacık bir harekete bakıyor. Birinci
Dünya Savaşı bir veliahtın öldürülmesi üzerine başlamıştı... Evarsito’da buna benzer bir
gerilim ağında ilerliyor. Bu bakımdan buna benzer metinlerin, eserlerin sahnelenmesini ve
anlatılmasını kıymetli buluyorum.
SAVAŞLARA HARCANAN PARA...
*Metini yazarken ve oynarken, sizleri bir yerlere götüren yahut etkileyen his/replik
neydi?
C. Canova: Metini yazarken beni etkileyen cümle, Ayşenil’in de dikkatini çekmiş ilk
okuduğunda. Aynı gözle okumuşuz ve aynı hisleri yaşamışız, ben yazarken, o oynarken...
Diyor ki replik: ‘Eskiden, çok eskiden, o yitik kuşağın kadınları, çiçek çocuklarına hamile
kalmazdan önce...’ İşte sistem o ruhu – inancı öldürdü... Metinde diyor ki “… Duyduğuma
göre savaşlara harcanan para, dünyanın yüz yıllık yiyecek ihtiyacından daha fazlaymış!
Benim çaldıklarımı toplasan hepsi, topu topu bir övün bile etmez. Bu hesaba göre, ilahi hesap
defterinin borçlular listesinde, sonuncu sıralarda yer alıyor olmalıyım…’
A. Şamlıoğlu: Çünkü İkinci Dünya Savaşı gibi korkunç bir süreçten sonra çiçek çocuklarına
hamile kalan kadınlar, çocukları doğduğunda, onlara sadece sevginin ve barışın önemini
anlattılar. Ama sonuçta, sistem onları da boğmaya çalıştı. Onlar, savaşma seviş derken, bir
anda kendilerini savaşın tam ortasında buldular ve öbek öbek Amerikalı’yı Vietnam’da
ölmeye gönderdiler. O Hair müzikali, ne güzel anlatır bu durumu... Upuzun saçlı hippiler’in,
saçları kesilir ve kendilerini bir anda savaşta bulurlar ve o savaşta da ölürler. Korkunç! Bunlar
nasıl unutulur?!
C. Canova: O isyankar ruh da öldürüldü. Bir sonraki jenearasyon geçti ve her şey aynısı oldu;
ölüme ve para kazanmaya koşan kuşaklar oluştu… Günümüzü nasıl görüyorsunuz’un cevabı
ise, işte orada-Evaristo’da yazdık ve yazmaya da devam ediyoruz zaten!
İçimden geldi notu: Bizde muhabbet, derin, boyutsal ve kafa açıcıydı ama ne yazık ki bugün
de bana ayrılan sürenin sonuna geldik diyerek vedamı vermek istiyorum. Sadece buradan bir
kez daha altını çizmek isterim ki aynı gökyüzü altını şereflendirdiğim Şamlıoğlu ve Canova;
iyi ki varsınız, eyvallah! Sürç-i lisan ettimse affola… Şimdilik kaldığımız yerden, Bülent
Ortaçgil hissiyatında oyuna devam!
Kabala öğretisinde, manalı bir yeri olan Evaristo’nun künyesinde kimler var diyenlere gelsin:
Mekân tasarımı: Başak Özdoğan, Işık tasarımı: İsmail Sağır-Onur Kiraz, Makyaj tasarımı:
Derya Ergün, Efekt tasarımı: Erhan Yürük, Fotoğraf: James Hughes. Kumbaracı50 Tel: (212
243 50 51)