Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Bugünün mevzusu: Bizim Tiyatro’nun 27. yıl gösterimiyle seyircisine bir kez daha merhaba dediği ve Zafer Diper sahnede devleştiği “Yargı”…

        ** ** ** ** **

        "Ne yelken, ne de gemi var limanda… Kaçmak bir uzun sefere kaldı..." Bu satırları, 22 yaşında veremden hayatını kaybeden şair Rüştü Onur düşmüş 1930’ların sonunda. Bazen büyük (görünen) laflar, kafi gelmez ya beyinsel kıvrımların ortaya saçtığı bulantıyı anlatmaya, işte böylesi vakitlerde, merhem olur böylesine küçük (görünen) laflar… Nazarımda Rüştü Onur da bu merhemlik bilgelerden biridir; sakin kelimeleri karşısında, kendinizden haberdar olursunuz, o derece! Bugünlerde, Jung’un alemimize kazandırdığı ‘arketip’ler faslındayım, o yüzden mevzuyu kitliyorum arka fona en hızlısından, aman dikkat!

        60. GÜN VE NAZİLER’İN TERK ETTİĞİ BİR MANASTIRDAYIZ

        Hikayemiz buralardan çok uzak bir zamanda ve çok da uzak olmayan bir ülkede geçiyor; İkinci Dünya Savaşı’nda, Sovyetler Birliği’nde, Naziler’in terk ettiği bir manastırda… Bu yüzyılın karın ağrısı / şeysi empati yapalım istiyorum en nöbetlisinden. Malum, dört bir yanımız empati deryası! Düşünelim en parça tesirlisinden: Bir hücreye kapatılıyoruz, çırılçıplak, yiyeceksiz, susuz… Yalnız değiliz, toplam yedi tutsağız… Hem de birbirini çok iyi tanıyan yedi tutsak insan… Ki zamanında ast üst diyaloglarımız da olmuş… Kısaca, yaşam savaşı hemhalindeyiz bu küçücük, güneş görmez manastırda. Onbirinci günde kura çekiyoruz, zira diğer tutsak arkadaşlarımızın yaşaması adına içimizden birini, birazdan daha öncesinde hiç kelama düşmemiş gibi öldürüp, yiyeceğiz. Evet, yanlış duymadınız, ölmemek için birini öldürüp, çiğ çiğ yiyeceğiz, hem de öyle bir yapacağız ki bunu, sonrasında belki kuranın bize çıkacağını bilerek / düşünerek / korkarak. Zaten bir süre sonra sırasıyla kendini teslim eden de olacak, dört duvardan çığlıklarla kaçmaya yeltenen de… Kurtarıldığımızda da altmışıncı günde, geriye kalanımız ise yalnız iki kişi olacak: Birisi birazdan tüm bu yazdıklarımı, size en sahicisinden anlatacak olan, diğeri de tüm akli dengelerini yitirmiş arkadaşı/yoldaşı.

        (Erken içimden geldi notu: Tabii bu hale kurtulmak/kurtarılmak denirse! Bu 60 gün boyunca öldürdüğümüz, yediğimiz, dostlarımız, 60 günden önce de varolan / yaşadığımız geçmişiz ve insan insan olan yerlerimize ne olur dersiniz?! Ne olur da sonrasında biz yine biz oluruz; sahi olur muyuz? Ya da zaten insan böyle bir yaratıktır da; evrenin bahşettiği ‘unutmak’ ve ‘alışmak’ kotası yeniden işler mi kütüğümüze? Neyse, insan insan olan yerlerimizi acıtmadan devam! Üstat demiş ya: “işte bütün terakkinizi gördüm ve aslıma rücu ediyorum” diye, eyvallah!)

        27. YIL GÖSTERİMİYLE BİR KEZ DAHA ‘YARGI’

        Şimdi bu yazdıklarımı okuyup da ‘bullshittt, saçmalık/lık/lık’, ‘aman efendim ne kadar vahşice’ yahut ‘bu kadarr da olurr mu, abarrtmayın?’ diyenler olabilir, onlara ben de ‘yokk artık, nerede yaşıyorsunuz acaba siz/ler!?’ demek istiyorum. Ağır gelmesin nidam, zira bu yazdıklarımın daha da fenası yaşanmış tam da bi vakitler dünya dediğimiz bu fani evrende. (Düşününce, savaşlar da bir bullshit değil midir efendim!?) Peki bu anlattıklarımı yaşayanlar kimler mi peki: Bilincini yitirmiş binbaşı Rubin ve yüzbaşı Vukhov... İşte ben, bütün bu hikayeyi, Vukhov’un kendisinden dinledim. Başlarından geçenleri askeri heyete (izleyiciye) rapor ederken ve hakkında verilecek yargıyı beklerken oradaydım. Hem de ‘insanın yaradılışına nasıl mayalanmışsa bu ‘yaşama’ sevdası, hayatta kalabilmek adına neler yaptırıyor 206 kemikli canlıya’ diyerek dinledim-izledim. Yüzbaşı Vukhov: “Siz orada değildiniz, hiçbir şey yaşamadınız, sizi ürküten sözcükler yalnızca…” diyor, gözlerini dikerek bize… Bu öyle sahici ki! İkinci Dünya Savaşı’nda, Naziler’in savaş tutsağı olarak bir hücrede aç, susuz ve çıplak bırakılan yedi Sovyet askerinin yaşam savaşı ve tutsaklık psikolojisinin insan üzerindeki etkisiydi, bu defa tiyatro perdesine düşen. Bu düşme halini, en şahanesinden yorumlayan ise tiyatronun en üstatlarından Zafer Diper… Bizim Tiyatro’nun 27. gösterim yılında tanışabildim insanı tamlıklar deryasında, bin defa sorgulamalara salan Barry Collins’in yazdığı, Enver Özen’in dilimize uyarladığı, Zafer Diper’in yönetip, tek başına sahnede ete kemiğe büründürdüğü ‘Yargı’ ile…

        POLİTİK TİYATRO YAPAN KALDI MI?

        Metin ve oyunculuk karşısında, sonrasında giriştiğiniz sorgulamaların haddi hesabı olmayacak o derece! Tek başına, müthiş bir enerjiyle yakalıyor seyircisini üstat ve öyle bir hissiyata büründürüyor ki aslında tam da burada şimdi-bugün, kişisel tarihinizin hesaplaşmasının kara kaplı defteri ortaya saçılıyor: Bi yanımız Afrika, bi yanımız Ortadoğu, bi yanımız Doğu, bi yanımız Batı ve bi yanımız insan seli… Oyunun/metnin, 27 yıl sonra hâlâ anlaşılıyor ve içselleştiriliyor olması; yazarın derdini, bulutlu bir atmosferde değil, basit bir insan evladının can verdiği karakterin kelamı üzerinden anlatıyor olmasında yatıyor bence. Bu karaktere en temizinden oksijen veren Zafer Hoca’yı bir kez daha tebrik ediyorum.

        Ya siz olsaydınız ne yapardınız? Evet cevabınızdan emin olsanız bile Zafer Diper’in sahneye koyduğu Yargı, bu soruyu yeniden sorduruyor. Yüzbaşı Vukhov yaşadıklarından dolayı kendi iç hesaplaşmasını yaparken (ki yüzbaşı, bu yaşananların doğal bir sonuç olduğunu düşünüyor), diğer yandan da hakkında karar verecek olan yargının, yani askeri heyet yerine geçen seyircinin/yani bizlerin vicdanına sesleniyor.

        Vicdan demişken: ‘Politik tiyatro yapan kaldı mı, herkes de bir Avrupa ve kişisel benlik feryadı…’ diyen birileri vardı, geçen bir güzergahta kelama düşmüştük. Buradan da yinelemek iyi olur ve böyle düşünenlere rota vermek niyetine: Evet var! Zafer Diper’in yıllardır yaşatmaya çalıştığı Bizim Tiyatro gibi (dile kolay, üstat mesleğe 60’lı yıllarda başlamış), İzmir’de birbirinden şahane insanların buluştuğu Yenikapı Tiyatrosu gibi, Mecidiyeköy’de konuşlanan, her defasında daha pürüzsüz ve bal işler yapan Tiyatro Hal gibi, Aksaray’da, burada da tiyatro varmış diyebileceğiniz bi sokak arasında birbirinden kafa açmalık oyunlara imza atan Mask-kara Tiyatrosu gibi, gibi...

        Ee, bi zahmet bir bilet alın da bakının oralarda neler oluyor, bu insanlar neyin kafasını yaşıyor diye! O vakit, bugünlük benden bu kadar, şimdilik esen kalın modunda kaçıyorum huzurlarınızdan. Es geçilmesin niyetine: Bizim Tiyatro’nun yeni oyunlarından biri de “Che ve Ulrike Ne Konuşuyorsunuz Öyle?” Detaylı bilgi için: 216 418 95 49

        Diğer Yazılar