Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        “Tilt”, “17:31”, “Tetikçi”, “Nerde Kalmıştık”, “Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi”, “Evim! Güzel Evim” ve son olarak “Kabuklu Sürprizli Hayvanlar” gibi oyunlarıyla tiyatroseverlerin hafızasına kazınan BuluTiyatro’nun kurucusu Ebru Nihan Celkan ile bir araya geldik. “Gezi mucizesini yaşadık. Salonlarımızdan çıkıp sokağa iniyor, taleplerimizi dile getiriyorduk. Gezi’den sonra artık hiçbir meslek aynı şekilde icra edilemez, kitaplar aynı şekilde yazılamaz, oyunlar aynı şekilde oynanamaz, seyirci aynı kalamaz diye düşünüyordum. Bu düşüncelerle ve Kültür Bakanlığı’nın tiyatrolara teşvikine getirdiği ‘Genel Ahlak’ maddesiyle (14. madde ) sezona başladık” diyen, son dönemin parlayan tiyatro yazarlarından biri olan Celkan ile tiyatroyu, yazarlığı, oyunları kısaca bizim ve onun gündemindekilerini konuştuk…

        GEZİ’DEN SONRA HİÇBİR MESLEK ESKİSİ GİBİ İCRA EDİLEMEZ

        Geçen sezon BuluTiyatro açısından nasıl geçti? Gezi Direnişi ve sonrasında yaşananları göz önünde bulundurursak sence sanat bu yaşananlardan nasibini alabildi mi?

        2013 tiyatro sezonunu kapatmaya yakın Gezi mucizesini yaşadık. Salonlarımızdan çıkıp sokağa iniyor, taleplerimizi dile getiriyorduk. Gezi’den sonra artık hiçbir meslek aynı şekilde icra edilemez, kitaplar aynı şekilde yazılamaz, oyunlar aynı şekilde oynanamaz, seyirci aynı kalamaz diye düşünüyordum. Bu düşüncelerle ve Kültür Bakanlığı’nın tiyatrolara teşvikine getirdiği ‘Genel Ahlak’ maddesiyle (14. Madde ) sezona başladık. BuluTiyatro olarak biz “Evim! Güzel Evim!” oyunumuzla sezonu açtık. Aile içi şiddetin bir boyutunu ele aldık. Ekip olarak Füsun Demirel gibi hepimize heyecan veren bir oyuncuyla çalıştık, onunla çalışmak hem oyuncu arkadaşları, hem yazar hem yönetmen olarak beni çok geliştirdi. Oyuna hazırlanırken Ayşe Gül Altınay ve Yeşim Arat’ın aile içi şiddet araştırmasından yararlandık ve konuyla ilgili daha önce bilmediğimiz detaylara hakim olduk. Ekip olarak bizi geliştiren ve derinleştiren bir çalışma sürecinden geçtik. Ne bu oyunda, ne de sezonda gördüğüm diğer oyunlarda Gezi’nin yarattığı heyecanı, değişimi, yaklaşım özgünlüğünü sağladığımızı veya ona karşılık gelebilecek sanatsal üretim yapabildiğimizi düşünmüyorum. Gerçi bu beklentiyi karşılamak bu kadar kısa sürede mümkün değil! Biraz zaman ve mesafe aldıktan sonra Gezi ve kazanımlarını sahnede daha derinlikli yaklaşımlarla izleyeceğimize şüphem yok. Genel olarak tiyatro seyircisi bu sezon azdı. Tek bir sebeple açıklanamayacak kadar önemli bir konu seyirci azlığı. Görünen o ki önümüzdeki dönem tiyatro yapmak isteyen herkesi daha zorlu koşullar bekliyor. Lakin bu durumun bir değişimi, hatta dönüşümü beraberinde getireceğini düşündüğüm için heyecanlıyım.

        İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında, seyircisiyle buluşan “Kabuklu Sürprizli Hayvanlar”ın sürecini anlatır mısın? Turne düşünüyor musunuz?

        “Kabuklu Sürprizli Hayvanlar” benim altı yıl önce yazdığım bir distopya... Altı yıl önce gazetede bir habere rastlamıştım. Haberde dünyadaki arıların sayısının her yıl dramatik olarak azaldığı, bu azalmanın dünyanın sonunun yaklaştığına dair en önemli emare olduğu ve buna çözüm bulunmazsa sonun beklenenden daha çabuk geleceği belirtiliyordu. Böyle bir makaleyi okuyup hayatınıza kaldığınız yerden devam edemezsiniz, etmemelisiniz! Lakin devam ettik, ben de, haberi okuyanlar da, hatta haberi yapanlar da aynı şekilde hayatlarımıza devam ettik. Bu bana tek bir soruyu sordurdu: “Ne zaman yeter diyeceğiz? Ne zaman bir şeyleri gerçekten düzeltmeye niyet edip kolları sıvayacağız?” Altı yıl önce bulduğum cevap, maalesef hiçbir zaman. Oyunu, bu soru ve bu cevap üzerinden şekillendirdim. Bu sezon, oyun Ekim ayından itibaren alternatif sahnelerde izlenebilecek. Turne her zaman gündemimizde, davet geldiğinde mutlaka oyunumuzu farklı şehirlere taşıyoruz. Bu yıl “Evim! Güzel Evim!” Ankara ve Bursa’da sahnelendi. Her ikisi de bizim için olağanüstü deneyimler oldu.

        BuluTiyatro, “Kabuklu Sürpriz Hayvanlar”dan başka, önümüzdeki sezon, hangi oyun ve projelerle karşımızda olacak?

        “Evim! Güzel Evim!” ve yeni oyunumuz “Kabuklu Sürprizli Hayvanlar” sezonda sahneleyeceğimiz oyunlarımız. Bulut, bu yıl başka yeni oyun yapmayacak. Kendimize bir senelik bir çalışma süresi belirledik. İlk soruda söylediğim gibi yaşadığımız bunca sosyal dönüşüm ve değişimi sindirmek, bunun üzerine düşünmek ve süzülenleri seyirciyle paylaşmak için zamana ihtiyacımız var. Artık hem öz hem biçime dair yeni şeyler söylemek lazım. Bunun için çalışmaya, birikmeye ve derinleşmeye ihtiyacımız var.

        KÜRT TİYATROSUNUN YOLCULUĞUNDAN HABERDAR OLDUK

        Türkiye tiyatrosunda hep konuşulan bir durum, yerli yazar sıkıntısı! Fakat son yıllarda çok fazla kalemi iyi yazarla tanışıyoruz, mesela senin gibi... Sence daha önceki yıllarda neden böyle bir yazar yükselmesi oluşamamıştı?

        Türkiye’de yazarlar, yönetmenler hatta sahne sanatları yöneticileri yeni yeni kendilerine alan buluyorlar. Alternatif sahneler cesur davranarak daha önce duyulmamış yazarlarla prodüksiyonlar yaptı. Kiminde başarılı oldular, kimisi beklediği ilgiyi bulamadı. Geçtiğimiz yıllara oranla artan bağımsız tiyatro sahnesi ve onların yeni yazarlara yaklaşımı bu çeşitlenmenin önünü açtı. Şimdilik İstanbul, Ankara, İzmir gibi şehirlerin yazarlarından haberdarız. Ayrıca Mirza Metin’in bu sene kitaplaştırdığı “Jerzemin” sayesinde, Kürt tiyatrosunun yıllara dayanan yolculuğundan da haberdar olduk. Diğer şehirlerde henüz keşfedilmemiş, yeni ve heyecan verici yazarlar olduğuna eminim. O yazarlara ve metinlerine ulaşmak, onları seyirciyle buluşturmak Bulut’un hayallerinden biri. Irmak akacağı yatağı buldu, bu yüzden yazar ve yönetmen sayısının artacağına inanıyorum.

        Yazarlığın başına ‘erkek’ diye bir tanım konmuyorken, ‘kadın yazar’ şeklinde vurgulanmasını nasıl değerlendiriyorsun? Erkek egemen söylemin içinde bu tanım iyi midir yoksa daha da ‘öteki’leştirme hali midir?

        Kendi adıma birilerinin herhangi bir yazarı veya sanatçıyı onun adına isimlendirmesini istemem. Sanatsal üretimi yapan kişi, kendisini özellikle bir kimlikle özdeşleştiriyor ve bunu belirtmek istiyorsa belirtmeli ama biz bunu bir başkası adına yapmamalıyız. Hiç birimizin tek bir kimliği yok. Sanatçı olarak kadın, eşcinsel, çevreci, Zaza ya da gerçekçi olabilirsin. Bu kimliklerden hangisi veya hangileri yarattığın sanatsal değerle anılsın istiyorsan bunu söyleyebilirsin. Hiçbirisiyle anılmak istemeyebilirsin de. Diğer bir taraftan bu ayırt edici kimlikler belirtilmediğinde genele dahil olduğun varsayılabilir. Yani başarılı bir yazar olarak başka bir kimlik belirtilmediği sürece Türkiye’de; Türk, erkek ve sünni olduğun varsayımı zihinde belirecektir, diğer pek çok alanda olduğu gibi… Sanırım bu üst kimliği kırmak için ‘kadın yazar’ gibi tanımlamalar tercih ediliyor. Bağlamı içerisinde değerlendirilmesi gereken bir konu, tek bir cevabım yok. Kendi adıma kadın yazar olarak anılmaktan memnuniyet duyarım. Ayrıca kadın yazar olmamın oyunlarıma etkisini konuşuyorsak, erkek yazarlardan da erkek olmalarının oyunlarına etkisini konuşabilmeliyiz. Bu toplumda erkek olmanın onların yazımına etkisi de tartışmamız gereken bir konu, aynı benim kadın olmamın oyunlarıma etkisi gibi.

        Bildiğim kadarıyla uluslararası bir markada üst düzey yöneticisin... Sistemin içinde bir mesaiden sonra tiyatro ve yazımla buluşma serüvenin nasıl oldu? Bu durumun yazarlığına artıları ve eksileri nasıl oluyor?

        Maalesef hepimizin inandırıldığı yaşam biçimleri var. Bu yaşam biçimlerinin dışında var olmayı denemiyoruz. Benim oyun yazarlığım, bir deneme olarak başladı. Bu deneme şimdilik iyi gidiyor. “Yani mesaisi olan biri aynı zamanda sanatsal bir üretim içinde olabilir mi?”yi deniyorum. Bunu yapabilmemin en önemli sebebi; tiyatroya ve yazmaya olan tutkum. Mesai beni disipline eden bir süreç. Biliyorum ki sabah 08.30, akşam17.30 arası işimle ilgilenmem gerekiyor. Dolayısıyla geriye 17.30’dan sonrası kalıyor. Bu sınırlı zaman, beni bir yandan da motive eden bir durum. “Az daha fazladır” diye bir söz var ya, tam olarak buraya uyuyor. Az zamanım var, verimli kullanmalıyım diyorum kendime. Evde çok sıkıldığım bir pazar günü, gazetede Sadri Alışık Kültür Merkezi ilanlarını görmemle başladı her şey. Gittim, seçmeye girdim ve kazandım. Sonra ben sahneyi sevmedim, yazmaya başladım. Ardından Aksanat Oyun Yaz, sonra da Şahika Tekand / Stüdio Oyuncuları geldi ve hikaye devam ediyor. Denemeye devam…

        BuluTiyatro’yu kurduğundaki algınla bugünkü arasında ne gibi değişiklikler var?

        Çok değişiklik yok. Yöntemimiz ve biçimimiz değişiyor. Değişmeyen tek şey; tutku… Dünyayı değiştirmeye olan tutku. Bulut’un tüm insanları farklı hayalleri, farklı renkleri, farklı sesleri olan kişiler. Tek ortak yanımız yaptığımız işi yapmaya devam etmek için derinden gelen tutkumuz. Biz tiyatroya tutkuyla bağlıyız – ve dünyayı değiştirmeye.

        SESİ AZ ÇIKANA YANAŞIYOR KALEMİM

        Bir metin yazım sürecinde, ilk önce ne gibi duyguları göz ardı ediyor ya da göz önünde bulunduruyorsun?

        Umarım herhangi bir şey göz ardı etmiyorumdur. Perspektif beni büyülüyor. Aynı olayı gören iki kişinin anlatımları arasındaki fark beni etkiliyor. Yaşadığımız zamana farklı açılardan bakmayı deniyorum. ‘Bu hikayenin kaç tarafı var? Hangi taraf örseleniyor, duyulmuyor ve onu duymamız neyi değiştirir?’ Sesi az çıkana yanaşıyor kalemim. Onu duymak, ona ses olmak istiyor.

        Bugüne kadar sahneye taşıdığın mevzuların içeriğindeki derdinden bahsetmeni istiyorum; zira bu anlatımının çok fazla yazarda olduğunu düşünmüyorum!

        Biz oyunlarımızı yaparken masa başında çok zaman geçiren bir ekibiz. Oyunun bütün katılımcıları (teknik ekip dahil) beraber metin üzerinde çok vakit geçiriyoruz. Paralel okumalar yapıyoruz, konuyu bize daha detaylı anlatacak insanlara ulaşıyoruz, onları dinliyoruz. Oyuncularımız yazılı ödevler yapıyorlar. Ne kadar derinleşebiliyorsak o kadar derinleşiyoruz. Burada bahsettiğim konuyu yaymak değil, konuyu bakabileceğimiz her açıdan ele almak. ‘Öz’ hakkında kendimizi güvende hissettiğimiz noktada ‘biçim’ denemelerine geçiyoruz. Gerçi çoğu zaman biçime dair bir ön fikrimiz oluyor ama sahneye geçtiğimizde genel çerçeveyi incelikli bir şekilde işliyoruz. Seçtiğimiz biçim oyunlarımızın özünü taşımak için bir araç. Bundan sonra nasıl olur, nasıl evrilir göreceğiz. Zira kendimizi, sınırlarımızı, anlatım biçimlerimizi de sınıyor olacağız.

        ‘Kadın’, ‘aile’, ‘öteki’, ‘kahraman’ ve ‘devlet’ gibi kısaca bugüne kadar bize öğretilmiş/dayatılmış bütün kavramlara dair sence, Türkiye'de sanat tüm bu mevzuları yeteri kadar anlatabiliyor mu? Nedeni ve önerilerin neler?

        Hiçbir zaman yeteri kadar olmayacak. Dünyadaki dünyalı sayısı kadar hikaye var. Hikayeyi yazmak, sahnelemek ve onu başkalarına ulaştırmak. Bu zincir sonrasında şu şekilde devam ediyor: Geri bildirim almak, yeni hikayelere geçmek ve tekrar. Biz henüz yazmak ve sahnelemek aşamalarını nispeten yapabiliyoruz. Daha seyircimize tam olarak ulaşmadık. Yanlış anlaşılmasın, başka şehirleri geçiyorum, oyunlarımızın çıkış yeri olan İstanbul seyircisine ne kadar ulaşabiliyoruz ki? Değişim, dönüşüm bazen tek bir filmle, tek bir tiyatro oyunuyla olabilir ya da birden fazla sanat eseriyle olabilir. Buradaki önemli unsur izleyene ulaşmak! Ulaşamadığımız sürece ne kadar hikaye anlatırsak anlatalım, değişimi yakalamak mümkün olmaz.

        SANIRIM ‘SİNİZM’E HİÇBİRİMİZİN İHTİYACI YOK

        BuluTiyatro alternatif sahne/mekan tiyatrolarından bir tanesi; bu doğrultudan baktığında bazı usta tiyatrocuların alternatif mekan tiyatrolarına karşı söylemini nasıl buluyorsun?

        Çoğu zaman ilgiyle takip ediyorum. Bazen şaşırıyorum ‘vay be, neler yapıyoruz’ diyorum bazen anlamıyorum ‘niye bizi yerin dibine geçiriyorlar’ diyorum. Adını koymaya çalışmaktan keyfini çıkaramıyor insanlar. Bugün içinde bulunduğumuz noktadan yaptıklarımıza verilen isimler kalıcı olmayacak gibi geliyor. Biraz mesafe, biraz zaman, biraz birikim gerekiyor. Şimdilik sadece deneyimleyip, deneyimlerini paylaşanların bir süre sonra ortak paylaştığımız Türkiye tiyatrosunun bu zamanına dair çok yerinde tespitler yapacağına inanıyorum. Derinlikli analizler yerinde tespitler için daha hepimizin zaman ihtiyacı var. Şimdilik sadece oyunları izlesek, oyun yapmaya, kendimizi ifade etmeye devam etsek olmaz mı? Bence eleştirenlerin değil, alternatif sahnelerle beraber yürüyenlerin hikayesi anlatılmalı, yazılmalı. Biri umudun hikayesi olacaktır biri sinizm ve umutsuzluğun. Sanırım sinizme hiçbirimizin ihtiyacı yok.

        Yeni dünya jargonunda, tiyatronun nasıl olması gerekir? Tiyatronun sadece belli bir semt-şehirle sınırlı kalmasını nasıl değerlendiriyorsun ve bunun olmaması için neler yapılmalı?

        Bu tip seçimlerde ben hepsi diyenlerdenim. Yani köklerine dönen duru bir tiyatro da istiyorum, teknolojinin nimetlerinden yararlanan entegre, melez üretimlere de meraklıyım. Sokak tiyatrosu alıp başını gitmeli ama salonlar da dolmalı. Çocukların daha fazla işin içinde olduğu prodüksiyonlar yapılmalı. Masallar sokaklara taşmalı. Sınırlar her konuda can sıkıcı. Oyunlarımızı başka şehirlere taşıdığımızda yaşadığımız etkileşimin büyüsü anlatılacak bir şey değil. İzleyiciden öğreneceğimiz o kadar çok şey var ki! Tiyatroya dair en büyük hayalim bu sanırım: Semtleri, salonları ve belirlenen tüm sınırları aşan bir dil kurabilmek ve herkese değen hikayeler anlatabilmek. Bu sadece maddi kaynakla sağlanabilecek bir durum değil. Uzun soluklu bir kültür politikasına ihtiyacımız var. Çeşitliliğe açık, yenilikçi, cesur, çok kimlikli, çok dilli bir kültür politikasıyla yol alabiliriz ancak. Zaten yolda halk bize öğretir, değişiriz, beraber dönüşürüz.

        Ne yazık ki Şehir-Devlet Tiyatroları’nın gelinen son hali ortada; TÜSAK hakkında ne söylemek istersin? Ne yapılabilir, tiyatrocular olması gerektiği gibi örgütlenemiyor mu?

        Bunun cevabı neye tutkun olduğunuzda saklı. Eğer gerçekten tiyatroya ve ona hizmet etmeye tutkun bir grup insan olsaydı bugüne kadar bu oluşumlar belli bir mesafe kat etmiş olur ve her şeye, herkese hükmetme tutkusu içindeki iktidarların karşısında durabilirdi. Sorumluluktan kaçtığımızda, başkaları bizim için sorumluluk alıyor. Bu her daim böyle oldu. Tabii burada ülkenin üzerinden buldozer gibi geçip, örgütlenmeyi hatta örgütlenme isteğini bile oburca tüketen 80 darbesinin etkisini unutmamız gerek. Bugün farklı değil. Mücadele edeni, ülke dışına çıkmak zorunda bırakan bir atmosfer söz konusu. Mehmet Ali Alabora’nın yaşadıkları hepimizin bilgisi dahilinde, gözümüzün önünde gelişti, gelişiyor. Baktığım noktadan örgütlenme girişimlerinde en büyük eksiğin yeni nesil tiyatro emekçilerinin sürece katılmaması olduğunu görüyorum. TÜSAK toplantılarına katılanlar arasında yeni perspektif sunabilecek, sözünü sakınmayan ‘acemiler’ de olmalı. Devlet ve kurum korkusu içine sinmemiş yeni seslere ihtiyaç var. Ve gerçek tiyatro tutkusuna, değişim tutkusuna...

        Tiyatro haricinde, Evrensel Gazetesi’nin ekinde yazı yazıyorsun, buna benzer proje/çalışmaların var mı?

        Önüme çıkan şansı her zaman değerlendiririm, fakat bilmediğim bir alana çok hakimmiş gibi giriş yapmaktan da imtina ederim. Evet, bir süredir Evrensel Gazetesi’nin pazar ekinde yazı yazıyorum. Aslında daha farklı alanlarda üretim yapmak her zaman istediğim, aradığım bir durum. Ben kendi sınırlarını bilmeye çalışan biriyim. Mesela bir romanım var henüz basılmadı, çok yoğun bir girişimim de olmadı açıkçası. Sanırım ilk onun üzerine gitmek isterim.

        HAYALLERİMİZ MEKANLARDAN BÜYÜK

        Son yıllarda gittikçe daha da çoğalan küçük oluşumlu tiyatrolar hakkında ne düşünüyorsun?

        Umarım daha da çoğalır, Türkiye’nin her yerinde ardı adına sahneler açılır. Sadece yarısı bile hayatını sürdürmeye devam etse nefes alabileceğimiz yerler olurlar. Maalesef mekanlar sürdürülebilirlik sıkıntısı yaşıyorlar. Hayallerimiz mekanlardan büyük. Hesap ortada 50 kişilik bir salon en iyi ihtimalle sekiz ay çalışıyor. Tatilleri ve haftanın bir gününü çıkardığımızda bu yaklaşık altı aya kadar iniyor. 180 gün. 50 kişilik salon biletler 30 TL. tabii davetliler, öğrenci biletleri v.b. katmanız gerekiyor. Bu oran zaman zaman yarı yarıya oluyor, zaman zaman beş kişiye oynanıyor. Ortalama 25 kişi desek, hesap ortada… Bu hesaplamayla gidersek yeni prodüksiyonlar için bütçe, mekanın devamını sağlayan kalemler, hayatımızı idame ettirmek ve ekibin sanatsal gelişimine yatırım yapmak (eğitimler v.b) art arda sıraladığınızda gerçekleri daha net görmek mümkün. Daha çeşitli oyunlar için daha fazla gelişime kısacası daha fazla yatırıma ihtiyaç var. Kaynak?

        Genç tiyatrocuların sahnede anlattıklarını nasıl değerlendiriyorsun? Bazılarının sahnede sadece kendi küçük dünyalarından ve kişisel dertlerinden öteye gidememesini nasıl görüyorsun?

        Ne biri, ne diğeri. Hepsine açık olmalı sahne. Bir hikayenin değerini gerçekten bilmenin bizim öngörümüzden ve vizyonumuzdan daha fazlasını içerdiğini düşünüyorum. Döneminde anlaşılamamış onlarca ressam, yazar, şair hatta filozof var. Dolayısıyla anlatılan hikayenin değerini ne seyirci ne eleştiri ne de ödüller belirleyemez. Sanırım zaman en önemli kriter. Zamana uzanan hikayeler zamana rağmen hayatına devam eden hikayeler diğerlerine göre kitlelere daha fazla ulaşıyor. Tarihleri, coğrafyaları, cinsiyetleri, bürokrasiyi, siyaseti aşıp insanlara dokunan hikayeler kalıyor. Bunu da bugünden bilmek mümkün değil. Bireysel olanın genele deyip değmeyeceğini hikayeyi duyana kadar bilemeyiz. Bireysel olan bazen genele seslenen hikayelerden daha fazla kişiye dokunup dönüştürebilir. O yüzden bence kim neyi nasıl yazmak, sahnelemek istiyorsa öyle devam etsin. Çeşitlilik hepimizi güçlendirir.

        Oyunlarında Türkiye profilini iyi yansıtabilen bir yazar olarak; halimizi, değişebilirlik kat sayımızı, kısaca durumumuzu nasıl görüyorsun?

        Böyle gitmeyeceğini biliyorum. Değişiyor, ufak ufak ama değişiyor. Bazıları her yıl dünyanın daha kötü bir yer olduğunu düşünüyor. Sınırsız bir optimist olduğum söylenemez ama kötüye de gitse bu kötü gidiş içinde ‘ben ne yaptım?’ sorusuna verecek iyi bir cevabım olmasını istiyorum. Buna olumlu cevap vermek için çok yoğun bir şekilde çabalayan birçok insandan haberdarım. Bunları bilip umutsuz olmak şımarıklık değil mi? Herkes durduğu noktadan “bütün bu korkunçluklar olurken ben ... yaptım” diyebileceği çok değil, bir anı biriktirse dünya başka bir yer olur.

        Geçen yıl hangi oyunu ve oyuncuyu hafızaya aldın? Ve son olarak söylemek istediğin bir şey varsa paylaşalım…

        Çok fazla oyun ve oyuncu var. Ancak aklımdan çıkaramadığım iki oyun “İz” ve “Kadınlar Aşklar Şarkılar.” “İz”de, Okan Ürün’ün performansı, “Kadınlar Aşklar Şarkılar” oyununda ise Şamil Yılmaz’in müthiş kalemine hayat veren, nefes olan Ahmet Melih Yılmaz. Kaçırılmamalı. Aslında ulaşabildiğim her kanaldan söylediğim bir şeyi tekrar etmek istiyorum. Sanırım yaşadığım sürece bunu tekrar etmeye devam edeceğim. Sadece sanat değil hangi noktada insanlar kendini ifade etme arzusu duyuyorsa başkalarının onlara sınırlar çizmesine izin vermesinler. Kimse kimsenin sınırını, yeteneğini bilemez, belirleyemez. Neye tutkunsanız peşinden gidin. Sizin olmasa bile sizi fark edecektir!

        Diğer Yazılar