Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Geçtiğimiz temmuz ayında Brexit ile başladı. 17 yıllık AB sürecinde toplam GSMH’sini 1.5 trilyon dolardan 2.7 trilyon dolara çıkarmayı başarmış, kişi başı GSMH’yi de aynı süre içinde yüzde 20’ye yakın artırmayı başarmış İngiltere, hiç kimsenin beklemediği şekilde “AB’den çıkmak istiyorum” dedi. Brexit olarak adlandırılan bu süreçte Birleşik Krallık’ta Londra ve İskoçya hariç hemen her yer “AB’den çıkalım” yönünde oy kullandı. İlk notumuzu buraya koyalım: Londra, 185 bin milyoneri barındırma, yıllık yüzde 11’lik ev fiyatlarındaki artış hızıyla, son 10 yılda ortalama yüzde 17 artan iş imkânı yaratma kapasitesiyle İngiltere’de rekor kıran bir özellik taşıyor. Yaklaşık 7.5 milyon insanın yaşadığı başkent Londra, bu özellikleriyle İngiltere’nin geri kalanından çok net ayrılıyor. İşte son 15 yılda kazanılan bu imkânlar Londralılara yüzde 60’ın üzerinde bir oranla “AB’de kalalım” dedirtiyor. Görüleceği üzere Londralı Birleşik Krallık vatandaşları küreselleşmenin nimetlerinden AB imkânlarıyla sonuna kadar yararlanmış ve bunu da korumak istemiş. Ancak diğer yandan Kuzey ve Orta İngiltere bu süreci yavan geçirmiş. Ne ciddi sayıda milyoner çıkarabilmiş ne de iş imkânı yaratabilmiş. Diğer yandan İngilizler ile arası iyi olmayan İskoçların da AB motivasyonu sanırım anlaşılabilir. Kısaca İngiltere’de gelir düzeyi ve ırk üzerinden ciddi bir sınıfsal ayrışma Brexit’te kendini göstermiş.

        Geçelim ABD’deki başkanlık seçimlerine. Yine kimsenin beklemediği bir şey oldu ve 8 senelik başarılı bir “Demokrat Parti” yönetimine rağmen Cumhuriyetçilerin kendilerinin bile içlerine tam sindiremedikleri adayları Donald Trump başkan seçildi. Zamanında yine bir Demokrat başkan adayı Bill Clinton, “It’s the economy, stupid / Aslında olay ekonomi, sersem” demişti. Eğer olay gerçekten ekonomi olsaydı kâğıt üzerinde Demokrat aday Hillary Clinton’ın bu seçimi alması gerekirdi. Demokratların 8 yıllık yönetimi zamanında ekonomi yeniden yüzde 2-3 bandında bir büyüme patikasına oturtulmuş, yeniden yıllık 1.2-1.5 milyon arası istihdam yaratma kapasitesine ulaşılmış ve işsizlik 15 sene önceki yüzde 4.8’ler civarına kadar indirilmişti. Hatta ABD hanehalkını 2008 krizinde çok kötü vuran “konut fiyatları” bile yeniden kriz öncesi seviyelerine geri getirilmişti. Ancak anladık ki “her şey ekonomi” değilmiş. ABD’de kişi başına ortalama gelirin çok üzerinde servete sahip California, New York, Oregon, Minnesota gibi eyaletler Obama’nın ekonomik başarısının hakkını vererek Demokratlara oy verirken, geliri bu süreçte aynı oranda artmayan eyaletler, seçimde “Trump” dedi. ABD’de kişi başına ortalama milli gelirin 50 bin dolar civarında olduğu düşünülürse, 35 bin-45 bin dolar civarında dolaşan ve Trump’a oy veren Orta ve Güneydoğu Amerikalı seçmen, son 8 yılda Obama’nın bu başarısını görebilmiş gibi durmuyor.

        ABD seçimleri bize şunu gösterdi: Kâğıt üzerinde kazanılan ekonomik başarılar eğer adil bir şekilde dağılmamışsa seçmen bunu affetmiyor.

        Son örnek de İtalya’daki Başbakan Renzi’nin istifasıyla sonuçlanan referandumdan. Renzi bilindiği üzere herhangi bir seçim kazanamamasına rağmen görevi devralmış ve 2.5 yıldır da aslında iyi iş çıkaran bir lider. Geçen hafta sonu yapılan referandumda yasamanın hızlanması için halktan anayasa değişikliği istedi. Ancak işler beklediği gibi gitmedi. Brexit’e ve ABD seçimlerine benzer, Renzi’yi anlayan ve istediği yetkiyi veren gelir düzeyi iyi olan ve küreselleşmenin imkânlarını kullanabilen Kuzey İtalya oldu. AB ile üyelik sürecinde gelir artışı ya da işgücü yaratamayan Orta ve Güney İtalya ise “AB’ye hayır” diyen “Beppe” Grillo’ya uydu ve referandumda “Hayır” oyunu kullandı.

        Bence resim net. Sorular farklı sorulabilir. Ancak cevaplarda hep aynı motivasyon var: “Küreselleşmenin bana ne faydası oldu?”

        Diğer Yazılar