Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        BAHAR hareket demek, hareket de bereket. Bütün doğa uyanır da fotosenteze dururken insanın durduğu yerde durması pek de mümkün olmuyor bana kalırsa. Tam da bu ruh halinden hareketle lise arkadaşlarımı örgütleyip birkaç günlüğüne İtalya’nın kuzeyine, Como’ya kaçtık. Bu yazıda biraz seyahat bilgisi, biraz son zamanların ruh hali üzerinden Türk kadını değerlendirmesi yapacağım.

        Como İtalya’nın kuzeyinde, İsviçre sınırında yer alıyor. İtalya’nın en büyük göllerinden biri. Çepeçevre yemyeşil dağlarla sarılı bu göl kasabasına ulaşmak çok kolay. Yola çıkarken bir göl bir de George Clooney’yi görme beklentimiz vardı. “Clooney’den önce buraları bilen var mıydı?” sorusu da seyahat boyunca aklımızda dolandı...

        YOL VE EV

        Milano Malpensa havaalanından 2 tren değiştirerek (toplam 9 Euro’ya) 1 saat içinde Como Lago istasyonunda olmak mümkün. Biz seyahatimizi organize ederken otelde değil evde kalmak istediğimize karar verdik. Airbnb ve Booking sayfalarında onlarca ev seçeneğini inceledik. Karar vermemiz çok uzun sürdü. Arada kaldığımız konu şuydu: Como civarı dağlık bölge olduğu için yükseklere çıktıkça manzara güzelleşiyor ve doğa içinde konaklama mümkün oluyor. Biz doğa içinde kalmak istesek de Türk kadını içgüdüsüyle tenhalarda 3 kadın başımıza bir şey gelirse sabit fikrinden kurtulamadık.

        Bilmiyorum Norveçli 3 kadın bizim gibi düşünür müydü, yoksa daha ucuza daha büyük ve manzaralı evlerin tadını mı çıkarırlardı... Tenhaları eledikten sonra elimizde Como’nun merkezi kaldı. Tam göbekte bir ev tuttuk. “Tenhalarda başımıza bir şey gelir mi?” fikri kendini, “Kalabalıkta kapkaça uğrar mıyız, patlar mıyız?” fikrine bıraktı. Bu ikisi daha alışkın olduğumuz tehlikeler olduğu için manzarasız ve kalabalığa yakın ev seçimimizin içinde bir nebze daha rahat ettik.

        O AĞACIN ALTI

        Başkaları seyahate gittiğinde ne arıyor bilmiyorum ama ben yüzyıllık ağaçlarla dolu parklar gördüğümde orada çivilenip kalıyorum... İstanbul’un gittikçe daha da betonlaşması ve kentsel dönüşümün bütün eski ağaçları söküp yerine cılız çalılar bırakması ruhumu zedelediğinden olsa gerek büyük ve heybetli bir ağaç gördüysem hele de bir suyun yakınındaysa onun dibine çöküp kalıyorum... Dibine çökecek bir ağaç bulunca etrafa bakmaya başlıyorum... Bu sefer kendimden utanarak fark ettim ki sokakta gülen insan görünce garipsiyorum. Acelesi olan, endişeli yüzler görsem kendimi evimde hissedeceğim; koşturmayan, yüksek sesle gülen insanlarda bir sorun var gibi hissediyorum... Bir de sokakta birbirine sevgi gösteren insanlar, öpüşen gençler, dans eden, neşeli kalabalıklar görünce garipsiyorum... Sokakta birbirini döven insan görsem garipsemeyeceğim ama seven görünce elimi kolumu nereye koyacağımı şaşırıyorum... İşte “Son yıllarda ülkende ne değişti?” diye soran olursa bunları anlatacağım; yazıyorum kafamın bir kenarına...

        PİZZAYA DOYMAK

        Seyahat noktasının İtalya sınırları içinde olması “Ne yiyeceğiz?” sorusunu havaalanından itibaren tek seçeneğe düşürüyor: Pizza! Sabah, öğlen, akşam... 3 gün boyunca. Karbonhidrat bombardımanı teorik olarak ‘sağlıksız’ olduğu fikriyle suçluluğa yol açsa da evde her gün “Ne pişirilecek?” diye düşünmesi gereken 3 anne, 3 günlerini sadece pizza yiyerek geçirmeye karar verince ciddi bir rahatlama oluştu. “Ne yenilecek?” diye düşünmemek güzel bir şey!

        TREN MEDENİYETTİR

        Dönüş uçağımızı Zürih’ten aldığımız için Como’dan yola çıkarak 4 saatlik bir tren yolculuğuyla İsviçre’nin en güneyinden kuzeyine seyahat ettik. Tren inanılmaz güzellikteki dağ yollarından geçerken etrafın yeşili, dağlardan akan sular, şelaleler, şiirsel göllere ağzımız açık bakakaldık. İsviçre’nin Ticino denen ve Lugano, Locarno gibi şehirlerini barındıran bölgesi nefes kesici güzellikte.

        Avrupa’nın bir yerinden başka bir yerine trenle seyahat edebilmek büyük bir konfor. Tren ne araba gibi esir edici, ne uçak gibi can sıkıcı! Mükemmel bir taşıt ve bizde yok. Eskiden Sirkeci’den binip Berlin’de inmek mümkünken bundan neden vazgeçildi? Ucuz, çevre dostu, konforlu ve tüm dünyayı birbirine bağlayan bir araçtan bir ülke neden vazgeçer anlamak mümkün değil. Avrupa’ya bağlanmayı bırak, Pendik’i Kadıköy’e bile bağlamıyor artık tren. Yeni köprüler, havaalanları, devasa camiler kaşla göz arası yapılabilirken 20 kilometrelik bir tren yolunun senelerdir yapılamamış olması akla zarar...

        Anneler çocuksuz seyahat eder mi?

        UZAY artık neredeyse 6 yaşında. Son 2 senedir zaman zaman onu yanıma almadan seyahat ediyorum. Benim için çok iyi oluyor. Günlük rutinin, anne rolünün dışına çıkabilmek, “Ya ben aslında böyle de bir insandım, şunları da severdim” diye hatırlamak kıymetli...

        Ailemle seyahat etmeyi ve gördüğüm güzellikleri Uzay’la paylaşmayı çok sevsem de bana eski ve tekil Damla’yı hatırlatan bu gibi fırsatlarım olduğuna şükrediyorum. Bana kalırsa tüm anneler kendi fırsatları dahilinde senede birkaç günlerini kendileriyle ya da arkadaşlarıyla geçirmeliler... “Anne”nin ötesinde olanları unutmamak için.

        Seyahat eden insana güveniyor

        SEYAHAT sitesi momondo’nun yaptığı “Seyahatin Değeri” araştırmasına göre seyahat etmek daha toleranslı ve açık görüşlü olmamızı, başkalarına daha fazla güvenmemizi sağlıyor. Sık seyahat edenler daha az yolculuk yapanlara göre daha açık görüşlü hale geliyor, tanımadıkları kişilere daha fazla güveniyor. Katılımcıların yüzde 76’sı, seyahat etmenin, kendilerini “farklı olana” karşı daha toleranslı yaptığını söylüyor. Yüzde 76’sı da seyahat sayesinde tüm kültürlere karşı daha açık fikirli hale geldiklerine inanıyor.

        Araştırmanın sonuçlarını değerlendiren Bahçeşehir Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Nilüfer Narlı “Seyahat etmek, insanın kendini tanımasını sağladığı kadar, farklı insanları ve kültürleri tanımasına da vesile oluyor. Farklılıkları keşfetmek insanların zihinlerindeki kilitleri açıyor. Seyahat eden kişinin bilgisi, hoşgörüsü ve iletişim becerileri gelişiyor” diyor.

        Diğer Yazılar