Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        “OKSİJEN maskesini önce kendinize, sonra çocuğunuza takın” der ya hani uçaklardaki acil durum kartonları; hani kimse okumaz ya onları; yine de çocuğu olmuş kadınlar için önemli bir mesaj içerirler. Bu yüzdendir ki anne-çocuk yazarları için zaman zaman kullanılması kaçınılmaz bir analog olarak yerini almıştır literatürde...

        Neden derseniz, insan en kolay çocuğu olduktan sonra unutabilir oksijen maskesini kendine takmayı, kendine biraz vakit ayırmayı, biraz enerji depolamaya ihtiyacı olduğunu... Unutabilir. Çünkü çocuk için annesi, ne kadar verseniz daha fazlasını isteyeceği bir kaynaktır. Çocuklar, annelere doymazlar. Anneler de çocuklarını mutlu etmek için kendilerini paspas ederler. Lakin burada bir kısırdöngü başlar...

        *

        Anne olma ekseninde kendi olmayı unutan kadın, iyi bir anne olamaz pek. Arada bir kesintisiz uykular uyumazsa, bazen anne değil de eş olduğunu hatırlamazsa, zaman zaman kimsenin hiçbir şeyi olmamanın da ne kadar rahat olduğunu deneyimlemezse kuruyup kalabilir kadın. Rolleri tarafından sarmalanan gündeliğin içinde özünü unutabilir. Bana öyle oluyor en azından.

        *

        Herkeste başka başkadır etkileri mutlaka. Bende öldürücü. Her gün aynı yatakta kalkıp, aynı kahvaltıyı hazırlayıp, aynı “hadi”ler eşliğinde Uzay’ı okula götür, kendin işe yetiş, aynı yollardan geç, aynı kişileri gör, aynı masaya otur, aynı günü geçir, hop akşam da gerisin geri... Rutin işte.

        Hani bir gıdım öne, bir gıdım arkaya doğru dönüşen ritmi arasında gülmeyi unuttuğumdan; Uzay’ın bana “Anne sen neden hiç gülmüyorsun?” diye sorduğundan bahsetmiştim bir yazımda... Ne kadar çok “Bizde de aynen öyle oluyor Damla!” diye cevap geldiğini tahmin edemezsiniz... Demek ki benden başkalarını da öldürüyor rutin.

        *

        Şimdi başa dönüyorum. Oksijen maskesini kendime takmaya neden gerek var? Uzay doğduğundan itibaren öyle çok anne oldum ki ben, başka bütün oluşlarım silikleşti. Sebebini filan tam bilmiyorum; belki annesiz büyüdüğüm için, belki başka arızalardan ötürü; olan biten tüm kaynaklarımı oğluma adadım. İşim de bunu (olabilecek bütün işlerden daha fazla) destekleyince “kendisi olmayan anne canavarına” dönüştüm.

        Ne kadar kendimi geri plana atmış olsam da büyüklenen bir tarafı da var bu psikolojinin: “Uzay’a benden başka kimse bakamaz, hastalandığında, okula giderken, okuldan dönerken, sabah, akşam, hafta sonu ne gerekiyorsa bir tek ben yapabilirim bunu” tadında bir yanılgı da var muhteviyatında. Yüklerimi artıran; bana yardımcı olabilecek insanları saf dışı bırakan ve bir yandan da beni kurutan...

        *

        Burada sıkıntı iki yönlü... Şöyle ki, rutin tarafından boğulan bir annenin neşesi, hayatından memnuniyeti günbegün azalır. Belli aralıklarla kendini şarj edecek etkinliklerde bulunmazsa kendi kururken çocuğunu ve eşini de mutsuzluğuna ortak eder. Sonuç olarak suratsız anne, gergin aile ilişkileri hüküm sürmeye başlar, zaten dış etkenler tarafından yeterince sarsılan büyükşehir ailesinin gündeliğinde.

        *

        Benim şarj olmam için mekân değiştirmem gerekiyor. Şehirden, ülkeden, kıtadan uzaklaşmam, birkaç gün de olsa kendi kendime kalmam ve kimsenin hiçbir şeyi olmamanın tadını hatırlamam... Bunu ne zaman yapsam içimdeki coşkuyu yeniden keşfediyorum. Eve dönmeden diyorum ki: “Yokluklarını göstermesin ama bazen olmamaları ne kadar güzel...”

        Döndüğümde ise birkaç ay daha yetecek neşeyi, gülümsemeyi, enerjiyi yanımda getirmiş oluyorum... Bakıyorum ben yokken dünya yıkılmamış; Uzay da, kocam da sapasağlam ve çok mutlu, bana kavuştukları için daha da mutlular. Rutinime gönüllü bir şekilde dönüyorum böylece; aslında rutinimi de seviyorum. İşte böyle geçiyor hayat.

        Diğer Yazılar