Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        BİZ çocukken çocuk olmak başka türlü bir şeydi. Anneannemin yaşadığı tek katlı evlerin bulunduğu mahalle, okul haricindeki bütün boş zamanlarımızı geçirdiğimiz yerdi. O ev, o bahçe ve o mahalle kuzenlerimle benim, mahallenin diğer çocuklarıyla kaynaşma merkezimizdi. Mahalle demek, herkesin birbirini tanıması demekti; herkesin birbirini tanıdığı bir yerde ise başımızda bir büyüğün beklemesi gerekmezdi. Tanışıklık temelli bir güven zincirinin içinde özgürdük...

        KALİTELİ ZAMAN

        Bisiklete biner, solucan toplar, birbirimizi kovalardık. Ne annelerimiz bizimle kaliteli zaman geçirmeye çalışırdı, ne de biz bunun eksikliğini hissederdik. O zamanlar ne bizim kaliteli zaman diye bir talebimiz vardı, ne de evin her işini tek başına yapan annelerin böyle bir şeyi arz edecek hali... Bize özel olarak ayrılan zamanda hafta sonu sabahları çocuk tiyatrosuna giderdik. Onun dışında babalar işte, anneler mutfakta, çocuklar da sokakta olurlardı. Bizim çocuklar sokakta oynayamıyor. (Yeni bir araştırmanın sonuçlarına göre 1965 yılında ev hanımı olan annelerin çocuklarıyla birlikte geçirdiği süre haftada 10.5 saatken, 2010’da çalışan annelerin çocuklarıyla geçirdikleri süre haftada 13.7 saat.)

        AYNALAMA

        O zamanlar çocuğun duygularını aynalamak diye bir kaygı yoktu. “Duygusal okuryazarlık” terimi henüz yürürlüğe girmemişti. O zamanlar çocuk ağlıyorsa, “Boşu boşuna ağlama” denirdi. Şimdi, “Evet, daha çok oynamak istiyordun bu yüzden üzüldün” diyoruz.

        Çocuklar kendi aralarında kavga ederlerse ayrılır ve ikisinin poposuna nazik birer şaplak atılıp “Kardeş kardeş oynayın” demek suretiyle barış sağlanırdı. Şimdi öncelikle kendi aralarında çözmeleri için uzun uzun bekliyor; göz oyma safhasına gelinmişse “Evet, seninle oyuncağını paylaşmadığı için ona öfkelendin” diyoruz.

        Fırtınadan korkan çocuğa o zamanlar, “Gökyüzünde bulutlar savaşıyor” denirken şimdilerde “Şimşek gerçekten çok sesliydi ve seni çok şaşırttı” diyoruz.

        Böyle diyoruz ama bize hiç böyle denmediği için biraz sakil duruyor üzerimizde. “Boş ver ağlama” dememek için, popoya şaplakla barışa varmamak için, bulutlar savaşıyor dememek için kendimizle mücadele ediyoruz.

        BAŞARI

        Biz çocukken, “özel okul” pek tanınan bir kavram değildi. Çocuklar okula başlayacaksa bir yerlerden iyi bir öğretmen ismi bulunurdu önce. Onun okulunun bulunduğu semte ikamet aldırmak üzere tanıdıklar aranır taranır, işlem tamam olunca çocuklar (biz) o en süper öğretmenin sınıfında 80 kişi x 5 sene şeklinde dahil olurduk eğitim ordusuna. O zamanlar çocukların “mutlu, özgüvenli, lider” filan olmasına değil, notlarının 5 pekiyi olmasına; ne pahasına olursa olsun Anadolu lisesi veya kolej sınavlarını kazanmasına kıymet verilirdi.

        Öyle ki bu yolda (80 kişilik sınıfta öğrenemediği konuları öğretsin diye) sınıf öğretmenini özel öğretmen olarak tutanlar da az değildi. Bunun sonucunda bazıları öğretmenlerinden duydukları tehditler sayesinde asla matematik öğrenemediler (“Bu problemi yapamazsan kafanı kapıya sıkıştırırım”). Ve bu tehditlerle büyüyen nesil, kendi çocuklarının eğitim hayatı için şöyle söyler oldu: “Mutlu olsun da ne olursa olsun” ya da “Okuldan beklentim, çocuğumda var olan özellikleri törpülememesi...” Bu değişimde ne kadar okul okursa okusun, istediği işi ancak doğru kişiyi tanıyorsa bulabilen örneklere sık sık şahit oluşumuzun da etkisi oldu.

        LEGOLAR

        Diyeceksiniz ki bunun konuyla ne ilgisi var... Çok, hem de çok ilgisi var... Biz çocukken bir kutu dolusu legoyu yere serer, “İnce üçlü lazım, kalın tekli lazım” diye arayarak eve benzemeyen evler, köprüye benzemeyen köprüler, adama benzemeyen adamlar yapardık. O zamanlar hem pahalı, hem de her yerde bulunmayan bir oyuncak olduğu için bir çocuğun legolarıyla bütün çocuklar oynardı. Yapabildiklerimiz, hayal gücümüz ve el becerimizle doğru orantılıydı...

        Şimdiki legolar ise kullanma kılavuzuyla geliyorlar. Her kutunun bir teması var. Bu temaların çoğu o sıralarda popüler olan çizgi filmlerle bağlantılı. Temaların da modası, demodesi var. Doğru yapabilmek için anne-babadan yardım gerekiyor. Yani artık çocuklar bu oyuncaklarla yaratıcılıklarını kullanmayı değil, talimatları uygulamayı öğreniyorlar.

        Legonun doğrusu-yanlışı olmamalı diye düşündüğüm için Uzay’a hiç lego almadım. Arada hediye gelenler filan olunca çözümü şöyle buldum: Kullanma talimatlarını ve temaya dair ne varsa (yapıştırma vs. gibi) atarak, parçaları bir kutuda karıştırdım. Ortaya çıkan sonucu çok beğendim. Arabaya benzemeyen arabalar, gemiye benzemeyen gemiler yaptı Uzay ve hepsine ait birer de hikâye yazdı.

        Ben legonun kullanma kılavuzlarını attım ya işte böylece bağlandı oğlumla çocukluklarımız birbirine. Bütün farklar geride kaldı...

        Diğer Yazılar