Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Bazı şeyler üzerinde hiç düşünmüyoruz. Biliyoruz ki, çocuk doğar, büyür, okula gider, iş bulur, evlenir, çocuk yapar, çalışır, yaşlanır ve ölür... Böyle biliyoruz. Belki de bunun üzerinde düşünmek gerek...

        Bundan birkaç ay önce bir kitap okudum. Adı “Okulsuz Büyümek” (Sinek Sekiz Yayınevi)... Ben Hewitt ve karısı, Amerika’nın ormanlık bir bölgesinde, kendi yaptıkları evlerinde yaşayıp, ihtiyaçları kadar üretip, ihtiyaçlarını karşılayacak kadar tüketerek bir hayat kuruyorlar kendilerine. Bu hayatın içine doğan iki oğullarını da okula göndermemeyi seçiyorlar. Hewitt’e göre okul, çocukları evrensel bir rekabet ve başarı anlayışına, büyümeye saygı gösteren, başarı ve güvenlik hissini para ve güçle tanımlayan bir ekonomik sisteme yönelik olarak şekillendirdikçe, gerçek barış ve eşitliğin yaşandığı bir dünya fikri uzakta olmaya devam edecek.

        Kısaca okul denen sistemin, mevcut ekonomik sisteme göre hizalanmış neferler yetiştirdiğini söylüyor Hewitt ve eğer ekonomik sistemde yer almayı reddedersen ona hazırlayan sistemlere de ihtiyacın kalmaz diyor.

        Hayatlarını, evlerini kurdukları arazinin özellikleri ve günlük ihtiyaçları üzerine kurgulayan bu aile çocuklarının kendi öğrenimlerini yönlendirebilme yeteneklerini korumalarını istiyor aynı zamanda. Kendi dilediklerince çocuk olma, özgür olma, oynama, kendi hızlarıyla ve kendi ilgi duydukları şeyler üzerine gelişip öğrenmelerini istiyorlar çocuklarının. Bunun da kurumsallaşmış ve tek tipleştirilmiş performans anlayışına dayalı bir eğitim sisteminde olamayacağının altını çiziyor. Hewitt, “dayatılan bilgiyi ezberlemenin ve sonra da ezberden tekrar etmenin bir beceri ya da hayata dair bir kazanım olmadığını” anlatıyor...

        *

        Bu kitabı okuduktan sonra onunla aynı fikirde olmamak mümkün değildi benim için. Çocuğun, ona dayatılan değil kendi merakı olan öğrenmelerle beslenmesi fikrinin cazibesine kapıldım bir süre. Kitabı babama da okuttum. Birçok konuda bana kıyasla genel geçer fikre yakın düşünse de kitaptan benim kadar etkilenmişti babam.

        Kitaptan sonra Uzay’ın köy ziyaretleri bir nevi atölyeye dönüştü. Odun kesen, duvarı taş kaplayan, sulama kanalları açan bir çırağı oldu babamın. Uzay her öğrendiği beceride kendine daha çok güvendi ve her beceride, “Dedeme yardım etmem lazım, ben olmadan yapamaz” fikri geliştirdi. Onun yeteneklerini göstermesine ya da farklı beceriler edinmesine çok da izin vermeyen büyük şehir hayatının yanında, köydeki yaşantıları henüz 6 yaşına varmamış oğluma çok iyi geldi.

        Uzay bu hafta ilkokula başladı. İlkokul seçmek benim için çok zor bir süreçti. Gönlüm tıpkı Ben Hewitt ve oğulları gibi bir ormanın ortasında, her günümü, günümün her saatini oğlumla özgürce geçirmek isterdi. Elimdeki seçeneklerden oğlumu en az törpüleyecek olanı seçtiğime inanıyorum. Yine de bu seçim günde 8 saatini bizden ayrı bir binada geçireceği ve bunun ortalama 12 sene süreceği gerçeğini değiştirmiyor... Oğlum okul sistemine girdi; dereye girse daha iyiydi...

        *

        Geçen hafta bu konuyla ilgili bir de röportaj yaptım. HTHayat.com’da bulabilirsiniz: “Okulsuz Geçen Bir Yılın Ardından” başlığıyla. Röportajda, İstanbul’dan tanıdığım bir ailenin iki çocuklarını okuldan alıp Bodrum’a yerleşmesini, okulsuz geçirdikleri bir seneyi konuştuk ailenin babasıyla. Muadillerinin 10 katı kadar okunma rakamına erişmesi, bu konunun gerçekten çok insanın ilgisini çektiğini kanıtlıyor bana. Röportajda şöyle bir cümle var: “Okul kavramı mücbir olarak kabul edildiği için kendi faydasını her daim ispatlaması gerekmiyor. Bir ticari yapı gibi verimliliği ve faydası sürekli ölçülseydi eğer ortada okul diye bir şey kalmazdı.” Öyle mi olurdu sizce de?

        Diğer Yazılar