Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        TEMMUZ ayı İstanbul’a alışılmadık hava olaylarıyla geldi. Ayın başında 40 derecenin üstünü bulan sıcaklık; bir süre sonra yoğun yağış ve son olarak da iki hafta önce yaşadığımız doludan bahsediyorum. Afet dedik, betonlaşma dedik, rant dedik ama sadece bu kadar mı, küresel iklim değişikliğinin hiç mi payı yok diye düşünürken bu konuyu en iyi takip eden isimlerden birine danışmak aklıma geldi ve yine nemden nefes alamadığımız bir İstanbul sabahı Ömer Madra ile konuşmak üzere Açık Radyo’ya misafir oldum. O gün aynı zamanda dünyanın bir yıl için olan tüm kaynaklarını tükettiğimiz gündü. (Dünyanın 1 senede verebildiği doğal kaynaklar 1970 senesinde 23 Aralık tarihinde tüketilmişken, 1980’de 3 Kasım, 1990’da 13 Ekim, 2000’de 4 Ekim, 2010’da 28 Ağustos, 2015’te 13 Ağustos, 2017’de ise 2 Ağustos’ta tüketildi.)

        Ömer Madra’nın karşısına oturdum. Elinde son verilerin olduğu onlarca kâğıt vardı. İklim konusunun dünyanın her yerindeki gidişatını izleyen biriyle konuşmak, bir çevre ansiklopedisinin içine dalmaya benziyor. İklim dedim, neden hâlâ asıl konu değil? Neden kendimizi çok daha önemsiz şeylerle oyalayıp duruyoruz ki?

        Ömer Madra anlatmaya başladı: “Küresel iklim değişikliğinin adı 1988’de konuldu. James Hansen ve arkadaşları temsilciler meclisine giderek durumun vahametini anlattılar, ama sonra fosil yakıt üretim lobileri sayesinde gündemden düştü. Hansen önemli biri, sadece bilimsel verilerle dünyanın yanıp tutuştuğunu ortaya koymakla kalmıyor, bunlarla mücadele yollarını da çıkarıyor. Karbon salımlarının haritasını çıkarmak ve bununla ilgili vergiler koymak, otomobil ve uçakların kullandığı fosil yakıtlarla ilgili yüksek vergiler koymak. Bu toplanan vergileri daha sonra halka dağıtmak gibi. Durum ortada lakin biz bunu görmekten kaçıyoruz. Dostum Gündüz Vassaf buna ‘Ölüm unutkanlığı’ diyor. Ölmeyecekmişiz gibi davranıyoruz.

        “Bir de algı yanıltmaları var. Yeşil ofisin 30 yolu vs. gibi; ampulü değiştir, duvarları açık renge boya, merdiven kullan. Tamam bunları yapalım, kişisel hayatlarımızı çevre dostu hale getirelim ama bir yandan fosil yakıt şirketleri bizim bu kişisel çabalarımızı anlamsızlaştırıyor. Karbon salımının % 71’i bu şirketler tarafından oluşuyor. Şirketlere verilen gezegeni kirletme özgürlüğü sonsuz.”

        Kutuplardan koca koca buz parçaları kopup duruyor. Ortalama sıcaklık 3 derece artışa yaklaşmış durumda ve eğer iklimle ilgili ciddi adımlar atılmazsa geri döndürülemez noktaya gelmemize de 2-3 sene kaldı. Şirketler, lobiler filan diye konuşulunca sanki bunlar insan değilmiş gibi geliyor bana. Oysa bunların karar vericileri de insan değil mi; çocukları, torunları, torunlarının geleceğine dair kaygıları yok mu, diye soruyorum.

        “James Hansen, yazdığı Torunlarımın Fırtınaları kitabında şöyle diyor: Şirketler için anlık kâr, yıl sonu kâr-zarar tablosu, sonsuz büyüme her şeyin ötesinde. Kapitalizmin ve onun ardılı neoliberalizmin, torunun geleceğine dair bir anlayışı yok. Ve hatta failinin belli olmasına rağmen birey olarak sizin de suçlu hissetmenizi sağlamaya yönelik bir dayatma var. Neoliberalizm diyor ki: İyi bir iş bulamamışsan, kredi borcun varsa, aşırı stresliysen, arkadaşlarını görmeye bile vakit ayıramıyorsan bu senin suçun. Küresel ısınma da senin suçun! 125 bin yıldan beri görülmüş en büyük ısınmadan bahsediyoruz. Bu kişisel değil sisteme dair bir sorun. Kararlı bir zihinsel kopuşa ihtiyacımız var.”

        Burada merak ettiğim bir şey var. İnsan evet, gezegeni tüketiyor fakat bir şekilde insanlığın sonu gelse de (dinozorlara olduğu gibi) dünyadaki insan dışı yaşam kendini tamir etmenin ve devam etmenin bir yolunu bulamaz mı, diye soruyorum. Ömer Madra benimle aynı görüşte değil; bu gidişatın dünyayı da tüketeceğini söylüyor. 50 milyar tür arasında kendini, diğer türleri ve yaşadığı gezegeni tüketen tek tür olduğumuzu ifade ediyor. Önümüzdeki 20 sene içinde tüm türlerin % 67’sinin tükenmiş olacağını gösteren araştırmalardan bahsediyor. Konunun sadece iklim krizi olmadığını, aynı zamanda toprağın verimliliğinin de krizi olduğunu; kuraklık ve bunun yanı sıra deniz suyu seviyesinde gerçekleşen yükselmeleri hatırlatıyor. Deniz suyu seviyesindeki yükselmelerle New York’un, Şanghay’ın, Amsterdam’ın, İstanbul’un, Londra ve Paris’in sular altında kalmasının öngörüldüğünü anlatıyor.

        Peki diyorum ne yapacağız? Gidişatı nasıl iyiye çevireceğiz? Bunu değiştirebilecek tek şeyin kitle hareketleri olduğunu söylüyor Madra, “Şirketlerin ve politikacıların üstüne gitmeli ve talep etmeliyiz” diyor. “Bize bir şey olmaz düşüncesinden vazgeçmeliyiz” diyor... Biz tüketici değil vatandaşız; mahallemizi, çocuklarımızı, torunlarımızı düşünmeliyiz ve birey olarak düşünmekten vazgeçip toplum olarak düşünmeliyiz” diyor....

        Uzun bir sohbet bu; et yemezsek ne olur, savaşların asıl sebepleri, Paris Anlaşması bir sonraki yazıda...

        Diğer Yazılar