Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Salı sabahı henüz baharın gelmeye tenezzül etmediği New York’ta sert bir rüzgâr esiyor. Şapkalar uçuyor, turistlerin yaz kış çorapsız dolaşan çocuklarının üstlerinde babalarının ceketleri, reçelli bagel’larıyla etraflarına bakınırken, Delancey Street durağını arkama alarak, bir sağ bir sol müzenin kapısındayım. Tenement Museum’un boş olduğu saatleri yakalamak imkânsız gibi bir şey, ne kadar uzun olursa olsun bekleyeceğim. Burası New York’un Aşağı Doğu Yakası. Bilenler bilmeyenlere “Lower East Side” diye anlatabilir. Müzenin önünde hatırı sayılır bir kalabalık, saat henüz 10. İlk turun ziyaretçileri anons edilirken, bir grup ziyaretçi de bölgenin tarihini anlatan filmi seyretmeye koyuluyor. Kasadaki görevli müze mönüsünü uzatıp, soruyor: “Zor zamanlar turuna mı katılmak istersiniz? İrlandalı göçmenler mi? Yoksa asgari ücretli işçilerin hayatı mı? Ya da genel bir tur mu istersiniz?” Sorduğu soru aslında şu: Sefaletlerden hangi sefaleti beğenirsiniz?

        PAKETLE PAKETLE SAT

        New York bu tarz konularda şahane bir şehir, her türlü hikâyeyi paketleyip satmakta üstüne yok! Kentsel dönüşümü; çoluk çocuk bir odada hem yaşayıp hem çalışan, gece gündüz bilmeyen göçmenlerin hayatlarını güzel güzel paketlemiş, turlara bölmüş, gezdiriyorlar. Avantajları bu tarz müzelerin pek olmaması. Dileyenler, müzede canlandırmalı turlara katılıp New York’a gemilerle İtalya’dan 1916’da gelen göçmen Confino Ailesi ve ‘sweatshop’ yani üç kuruş paraya tüm gün çalışan insanları canlandıran aktörlerle tanışabiliyor. Burası New York’un sanat yerine bu yakadaki hayatı, göçmenleri anlatan tek müzesi. Giriş, 25 dolar. Bir saat süren her tur için ayrı ayrı 25 dolar vermek gerekiyor. New York pahalı, müze de öyle.

        ORCHARD STREET, NUMARA

        97 Hikâyelerine, “Orchard Street, 97 numarada yaşadım” diye başlayan binlerce göçmenin yaşadığı bir binanın önündeyiz. Rehberimizle kapıda buluşuyoruz, uzun uzun içeride yapamayacaklarımızı anlatıyor. “Duvarlara yaslanamazsınız, hiçbir şeye dokunamazsınız, bir yere oturamazsınız, fotoğraf çekemezsiniz” Orchard Caddesi numara 97’nin kapısından içeri girerken 1863’teyiz, 1935’e geldiğimizdeyse zaten yangın merdivenlerinden binayı terk edeceğiz.

        Çinli işçilerin bölgeye ilk yerleştikleri tarih 1815. Yer lazım, yurt lazım. Ucuz konutlar, buraya yani Lower East Side bölgesine kurulurken, şehir henüz bu kadar yabancı dile, bu kadar göçmene hazır değil. 1863’te bu binayı diken kişi, Lukas Golckner de bir göçmen. Ne elektriği ne suyu ne de tuvaleti olan binayı dikerken, burada 7 bin kişinin yaşayacağını o da bilmiyor! Niçin tuvalet yok? Rehberimiz, sınavda sorulan sorunun cevabını bilmeyip lafı uzatıp da kâğıdı alakasız konularla dolduran öğrenciler gibi lafı uzatıyor da uzatıyor. Şansımıza turda rehberden daha bilgili bir ziyaretçi var da tuvaletlerin nasıl yapıldığını anlatıyor. “1901’de çıkacak yasada şu yazacak: Gayrımenkul Ev Yasası’na göre, her kata iki adet tuvalet yapılabilir. Evlerde, iki aile başına bir tuvalet kullanılması uygundur.’’ Büyük depresyonu haftada 2 dolar karşılığında, günlerce pahalı ve süslü elbiseler dikerek atlatan insanların hayatı bugün de pek farklı değil. Rehberimizin, tura katılan küçük çocuklara, “Siz çalışıyor musunuz? Bakın o zamanlar küçük çocuklar çalıştırılıyordu” yorumu kendisinin ayağındaki ayakkabıların nasıl yapıldığından bihaber olduğunun göstergesi gibi canımızı sıksa da kimse sesini çıkarmıyor.

        İRLANDALILAR BAŞVURMASA DA OLUR

        Bir sonraki tur, İrlandalı göçmenler. 1869’larda mahalleye gelip yerleşen İrlandalılar, binayı katolik ve Yahudi Almanlarla paylaşırken sınırsız sıkıntıyla baş etmek zorunda kalıyor. Zira, çeşitlilik olsa da ırkçılık o günlerde de var. İş ilanlarında “İrlandalıların başvurmasına gerek yok” yazıyor. Yapacakları bir şey yok, müziğe ve dine sarılıyorlar. Onların acılarını anlamak için bu kez rehberimiz teypten İrlanda parçaları çalıyor. Sözleri ırkçılıktan, New York’taki salgın hastalıklardan, Amerikan rüyasını yaşamak için geldikleri şehrin varoşlarında verdikleri mücadeleden bahsediyor. Kat kat duvar kâğıtları bu binadan geçen her aileye dair bir şeyler anlatıyor. Kimi çiçekli duvar kâğıdı kaplamış, kimi çizgili. Kimi taş mutfaklarda yaşamış, kimi yerleri marley kaplamış. Rehberimiz, binada yaşayan insanlara dair kayıtları ve fotoğrafları elden ele dolaştırmamızı istiyor. Her ailede en az 3 çocuk var, en çok 12. Çoğu vasıfsız işçi, bazı kayıtlarda bir avukata, bir öğretmene rastlamak mümkün. Çoğu İngilizce’yi gemiden indikten sonra, yaşamak için öğrenmek zorunda kalmış. Bu kayıtlar, iki tane kırık çanak çömlek, o zamanlar bu kullanılıyordu diye demirden ütü göstermek yeterli mi? Ve hatta asıl soru şu; geçmiş olanca ağırlığıyla bir performansa dönüştürülmeli mi?

        Bunun dünyada örnekleri çok. Afrika’da kabile hayatının canlandırıldığı turlar, İrlanda’da şatolarda eski zaman kıyafetleriyle dolaşıp, akıllı telefonlarla selfie’ler ‘çekinmek’... İlk kez görüyor değiliz lakin biraz sahte değil mi? Yine de bir gün yolunuz düşerse burayı gezin. 25 dolar biraz pahalı olsa da en azından sırf o duvar kâğıtlarını, yer kaplamalarını, bir insanın zor sığacağı tuvaletleri görmek için bir tur alın. Yoksa geri kalanı İstanbul’un göbeğinde horon tepip, Karadeniz şivesiyle taklit yapmayı sadece “Uyy uşağum” demekle bir tutan insanların şovunu seyretmek gibi bir şey; fark yok.

        Diğer Yazılar