'Kahır, keder ve sert mevzularla ömür geçmez'
Ece Temelkuran'ın yeni romanı "Düğümlere Üfleyen Kadınlar". Twitter'da kitabın tanıtımı için hesap açılmış, adını @birkadinnasilsevilir koymuşlar. Romanı nefes nefese okuyorum. Çünkü işin içinde bir kadının kalbini fena kırmış bir adam, o adamı öldürmek için çölü geçmeyi göze almış 4 kadın var. Kadınlar intikam için yola çıktıysa o işi bitirmeden dönmezler. Roman, ne kadar sevilse de tamir olmayan o yaralı coğrafyada, Ortadoğu'da geçiyor. Saraylar devrilip, meydanlar dolarken sorular kalıyor geriye. Her yola en az bir soruyla çıkılır çünkü: Bir kadın ya da bir ülke nasıl sevilir sahiden? Okumak lazım...
Muz Sesleri'nden ve Beyrut'ta geçirdiğim zamanlardan sonra Kuran-ı Kerim çalışırken Felak ve Yasin sureleriyle tanıştım. Bu kadar kadim ve kutsal bir kitaba böyle bakabilmek insanın varoluşunu genişleten bir şey. Biz öyle bir eğitimden geliyoruz ki ya dinden nefret ediyoruz ya da sadece dinin içinde büyüyoruz. Ve buralarda yaşayan bir entelektüelin teolojik düşünme imkânından uzak bırakılması çok korkunç. Türkiye'deki yazarlar da aynı durumda. Ya din meselesinden çok uzakta ya da korkularından fazla içinde veya bir başka nedenle bilmiyorum, Kuran-ı Kerim'e çok fazla atıf yapmıyorlar. İncil, Batı sanatının metinlerinden biridir. Türkiye için öyle değil. Bizim hem laiklikle olan ilişkimiz hem dinle olan ilişkimiz o kadar yetersiz ki, o kadar kara kuru bir ilişki ki bu, teolojik düşünceden mahrum bırakılmış durumdayız.
Başıma gelmiş her şeyi ama her şeyi benim seçtiğimi anlamam biraz zaman aldı. 37 artı 1 yıllık bir süreden bahsediyorum. Bütün bunları ben istedim ve o yüzden oldu. Allah da dağına göre kar veriyormuş. Başka bir ruh haline geçtim. Ve bu çok iyi geliyor.
Evet, hem de her şey için.
Hiç. Kendimi çok katır kutur hissetmeye başlamıştım. Bir pişmanlık değil ama bir olgunluk belirtisi olabilir.
Yok ama biraz kıvamımı bozduğumu hissediyorum. Sadece kahır, keder ve sert mevzularla ömür geçmez. Ve bir insanın da kudreti buna yetmez. Sadece bunlarla yaşanmaz. Edebiyattan çok fazla uzaklaşmışım. Birazcık da kendimi ihmal etmişim. Şimdi bunlar edebiyata, içime geri gitme çalışmaları.
Kendimden çok fazla şey bekliyordum, şimdi daha az şey bekliyorum. Dünyayı kurtarmayı bekliyordum kendimden. İyiler kazanacak sanıyordum. Şimdi denizin ortasındayım. Yeni bir yolculuğun başında gibiyim. Yaşlanmıştım birazcık, şimdi gençleşiyorum. Baştan başladım. Çok keyfim yerimdeydi, çok para kazanıyordum ve en büyük anlamsızlık krizimi o zaman yaşıyordum. Şimdi her şey anlamını buldu. Kafam yerine geldi. Bu sefer dünyayı yemek istiyorum. Ama tatlı tatlı yemek istiyorum, hapur hupur değil!
Gazeteci olmak demek herkesin baktığı ve herkesin görebileceği şeylerden bahsetmek demek. Ben aslında herkesin baktığı yerlere bakmak istemiyorum, herkesin gördüğü şeyleri görmek zorunda kalmak da istemiyorum. Mesela, Bilge Köyü'nde bir katliam oluyor. Benim gözüm bir ayrıntıya takılıyor. Bir gazetecinin gözü o ayrıntıya takılmaz ve geri kalan olayı bırakmaz. Benim gözüm artık o küçük ve bütün insanların aynı olduğunu gösteren ayrıntılara takılmaya başlamıştı. Galiba edebiyatın başladığı yer de burasıydı. Çünkü haber, gazetecilik biraz şu başlıklardan ibaret: Olağanüstü, olağandışı, bu kez bambaşka! Hayır, hiçbir şey bambaşka değil, hiçbir şey farklı değil. Bu insan diğerlerinden değişik değil. Hiç enteresan değil. Politika yapılacaksa da edebiyatla yapılsın diye düşünüyorum.
Gerçekten şunu söylemem lazım: O koltukların ne kadar kıymetli olduğunun farkında değilmişim. Meğerse ne kadar önemliymiş herkes için.
'ARAP DÜNYASI BİZİM KADAR KABA DEĞİL'
Bir ara Tunus'ta, bir ara Beyrut'ta, bir ara da Londra'daydım. Sonunu Bodrum-İstanbul-Ankara arasında yazdım.
Çatışma, bahtsızlık, heyecan. Anlam var. Hâlâ her şeyin bir anlamının olduğu bir yer. Devrim var. Düşünsene devrim diye bir sözcüğü alay etmeden kullanıyorlar. Bu çok önemli. "Biz devrim yaptık" diye sana ciddiyetle anlatan insanlar var. Ve sen böyle alaycı gülmeye kalkıştığında hiç hoşlarına gitmiyor. Bu onlar için paha biçilmez bir şey. O coğrafyada o insanlardan bunu dinlemeyi Londra'da Soho'da içki içmeye bin kez tercih ederim.
Senin içindeki çatışmanın sağlamasını mı alıyorsun oralarda acaba?
Sadece kendimle konuştuğum yerler oralar. Bir de kendimden başka kimseyle Türkçe konuşamıyorum. Oralarda da bir kahvede oturup sabahtan akşama kadar yazıyorum. Muhtemelen hepsi benim deli olduğumu düşünüyor. Ama işte oralarda hayatım küçülüyor. O minik düzen bana çok iyi geliyor. Bir ev, bir kahve, üç insan, daha minnacık. Hayatımı dünyaya yayıp çok küçültmek istiyorum.
Daha yumuşaklar. Bizim kadar kaba değiller. Bizim kadar acımasız değiller. Twitter'daki linç operasyonlarına baksana. Türkiye'deki nefret bağımlılığı hiçbir yerde yok. İnsanlar birbirlerini öldürürken bile bu kadar nefret etmiyorlar. Bu çok patolojik durum. "Bir elime verseler de öldürsem" çılgınlığı başka hiçbir yerde yok.
'Yorgun yaşamak istemiyorum artık'
Çok iyi geldi. Daha da konuşasım yoktu ama işte romanım çıkıyor. Hiç yazı yazmak da istemiyorum. Bir, iki olay oldu çok yazmak istediğim. Ama "Allah'ım bu meclislerde niye ben yokum" diye hiç düşünmüyorum ve iyi ki de yokum. Yazmayı özlemediğim gibi saçma ve boş geliyor. Eskisi kadar etkisi yok. İnsanlar eskisi kadar köşe yazısı okumuyor. Bir de dünyaya bir sürü yerden bakma şansına sahip insanlardan biriyim. O zaman anlatacağın şeyler o kadar çoğalıyor ki gazeteler bunun için çok uygun yerler değil.
Yalnızlığımı ve kırılganlığımı kabul etmem de zaman aldı. Bunları kabul etmek gerekiyormuş. Bu kadar yorgun yaşamak istemiyorum artık. Yapabileceğim bir şey var. İyi bir kitap yazabilirim. Ve bunu yapmadan ölmek istemiyorum.
Popüler olan şey, nasıl yaşayacağını anlatıyor. Edebiyatsa neden yaşayacağını, anlamını söylüyor. Ferrari'ni sat, yok yoga yap, tai-chi yap; böyle bir sürü kitap var. Bunların çok satan edebiyatı da var. Kitaplar "Aşkı nasıl yaşamalısın" diye anlatıyor. Ama "Bunun anlamı nedir" diye soran şey edebiyat ve ben artık onunla ilgilenmek istiyorum.
Kovulmuşlar ama bunun keyfini çıkarıyorlar.
Ben kuğuları gördüğümü hissediyorum. Çirkin ördek yavrusu hikâyesi vardır ya, hani kuğuları bulur, biraz öyle hissediyorum. Hollanda'da bir yazarla tanışıyorum, sokakta sigara içiyoruz, Amos Oz bana fıkralar anlatıyor. Bütün bunlar artık bunları yaşamam gerektiğini düşündürüyor. Mesela, yazarın biri "Kasabın Estetiği" diye bir kitap yazmış. Fransa'da yazarı Kasaplar Birliği çağırmış, gittiğinde 500 kasap kitabı okumuş şekilde yazarı bekliyormuş. Kitabın imza günlerini de kasaplarda yapmış. Sonra yine başka bir konferansta tanıştığım başka bir yazar geliyor. Yaşar Kemal'e selam söylüyor. İşte bu hikâyeler iyi hissettiriyor.
Karısı "Amos fıkra anlat" diyor. O da anlatmaya başlıyor. Bir tanesi şöyleydi. Yahudi bir anne oğluna iki tane gömlek almış. Oğlan da bir tanesini giymiş gelmiş. Annesi sormuş: "Diğerini beğenmedin mi?"
'Daha iyi bir kadın oldum'
Bu kitapta olan şeylerin bir bölümü gerçek, bir bölümünü de değiştirerek anlattım. Ama hangi bölümü olduğuna dair bir şey söylememekle beraber, insanların düşündüklerinin tam tersi olacağını biliyorum.
Erkekler hikâyeleri olan kadınlardan korkuyor ve her zaman hikâyeleri onlar anlatsın istiyor. Ve eğer senin onlardan daha ilginç bir hikâyen varsa gözlerine bir bakış gelir ve ben o bakışı çok iyi biliyorum. Mesela sana anlatıyor, "Bugün işyerinde şu oldu bu oldu", sen de "Ben Kuzey Irak'ta kayboldum" diyorsun. Şimdi bu olmuyor, çünkü "Ben bu kadını etkilemek için ne anlatabilirim" diye düşünüyor.
Bence bu bir erkek romanı, bir tarafıyla zaten ve en çok erkeklerin okuması gerekir. Bu kitapla bir kadınla ilgili ne yapmaları gerektiğini çok iyi anlayabilirler. Kitapta Kraliçe Dido da diyor ya, "Kızlar yetiştiriyorum" diye. Mealen söylediği şu, "Kadınları doğru şekilde sevecek erkekler yetiştirmeyi beceremediğim için, onları sevmeyen erkekler karşısında güçlü duracak kadınlar yetiştiriyorum". Adamlar okumuyorlar, okusalar kadınlarla ilgili fikirleri olur, ne yapmaları gerektiğini değil de ne yapmamaları gerektiğini öğrenirler. Kadınları mutlu etmek için fazla bir şey yapmalarına gerek yok çünkü. Çok basit. Sadece sakince durup nefes almaya devam etsinler. Valla. Zorlaştırmasınlar yeter! Madam Lilla'nın dediğine de katılıyorum, "Hayret ve hürmet etsinler", gerisini biz hallediyoruz zaten.
Bence iyi gelecek. Hissiyatı şu olacak: Bu hayatı senin seçtiğini ve iyi bir dönemde seçtiğini hatırlayacaksın. Bütün bu olanların bir anlamı var.
Ben bu kitabı iyileşmek için, kendimden daha iyi bir kadın yaratmak için yazdım.
Oldum.
Kavga hayatın bir parçası. Ama bunu hayatının amacı haline getirmişsen tatsız tuzsuz sadece kavga eden bir insan oluyorsun. Bizi sinir sahibi insan yaptılar. En büyük karşı devrimci atak bu bence. Ama bana bunu yapamayacaklar. Zenginliklerimi onlara vermeyeceğim.