Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Geçen hafta sonu sevgili dostum İlber Ortaylı, Hürriyet’te müthiş bir yazı kaleme aldı.

        İstanbul ile Roma’yı karşılaştırarak iki antik Roma başkentini yazdı.

        Roma’nın nasıl korunduğunu, İstanbul’un ise nasıl heba edildiğini anlattı.

        İlber Hoca haklı olmasına haklı da Roma da İstanbul kadar göç alsaydı kendini koruyabilir miydi, emin değilim.

        Hocanın bahsettiği İstanbul’un kafasına sıkan Demokrat Parti iktidarıdır.

        Sonrası kendiliğinden geldi. Menderes’in devirdiği İstanbul’a gelen geçen tekme attı, atmaya da devam ediyor.

        Ona yapacak bir şey yok artık, ama benim şimdiki İstanbul’u daha da berbat hale getiren bir meseleden sıkıntım var.

        Şu “Light Emitting Diode” denilen şeyi, yani LED aydınlatmayı kim bulduysa gidip dövesim var.

        Gerçi mucidi de bu lambaların İstanbul’daki kullanımını görse büyük ihtimalle icadını çöpe atardı, ama ne yazık ki icat etmiş bulundu.

        Yemin ederim, geceleri İstanbul’da gezmek tam bir ıstıraba dönüştü.

        Her tarafta çirkin, rengârenk LED aydınlatmalar, küçüklü büyüklü tabelalar. Sürekli renk değiştiren, akan, kayan yazılar.

        İki büyük imparatorluğun bize miras kalan başkentinden daha çok Uzakdoğu genelevlerine benzeyen bir ışıklandırma.

        Felaket, yıllar önce rengârenk plastik palmiyelerin saldırısıyla başladı ve yayılarak bugünkü haline geldi.

        En lüks otelden döviz bürosuna, tostçudan nargileciye, otoparktan köprülere kadar her tarafta sürekli yanıp sönen, renk değiştiren ışıklar, tabelalar.

        Belediyelerin ise umurunda değil, hatta galiba onlar da bu işi seviyorlar; çünkü belediyelere ait tesislerde bile aynı ışıklandırmalar var.

        Bu iş nasıl çözülür bilmiyorum.

        İnşallah bir gün Cumhurbaşkanı Erdoğan bu konuda iki kelam eder de bu felaketten kurtuluruz.

        YAPMA ORAY

        GAZETEMİZİN “taze” sayılabilecek yazarlarından Oray Eğin’i yıllardır bazen kızarak, bazen gülerek, sıklıkla da beğenerek okurum.

        Sayıları giderek azalan iyi yazarlardan biri, nispeten genç sayılabilecek kuşağın önemli bir temsilcisi olarak gördüm.

        Dün de gazetede sayfa sırasına göre okurken Oray’ın yazısına gelince gözlerime inanamadım.

        Biliyorsunuz, Oray Eğin bir süredir ABD’de yaşıyor, yazılarını oradan yazıyor.

        Dünkü yazısında CNN Turk’te yıllardır anchorwoman’lık yapan Nevşin Mengü’yle ilgili yazmış. Başlığı da “Nevşin Mengü yazık etti”.

        Oray özetle diyor ki: “Nevşin Mengü epeydir hedefteydi. O da onlara bariz şekilde malzeme verdi. Erdoğan’ın ABD ziyaretiyle ilgili yorumunda alaycı bir dil kullandı. Ses tonunda küçümseme vardı.”

        Allah aşkına Oray, bir televizyoncunun, bir anchorwoman’ın ses tonuna bakarak işine son verilmesine ya da ekrandan çekilmesine nasıl “hak etti” diyecek kadar “hatalı” bir yorum yapabilirsin.

        Çok açık söyleyeyim.

        Nevşin Mengü’nün haber sunum tarzını asla çok beğenmedim.

        Fazla sert, fazla kişiselleştirilmiş buldum, hafif “dayılanan” tavrını sevmekle birlikte abartılı gördüm.

        Ama ses tonunda küçümseme var diye görevinden alınmasını asla normal bulmam Oray’cığım.

        Sen ABD’de yaşıyorsun. Orada televizyonlarda kimler hakkında neler söyleniyor görüyorsun, biliyorsun.

        Diyelim ki, Nevşin Mengü ziyaretin süresini “küçümseyen” bir tonda konuştu.

        Diyelim ki, Nevşin Mengü, Trump ile Çin Devlet Başkanı görüşmesinin de hemen hemen ayrı süre içinde tamamlandığını bilmiyordu.

        Bu onun işinden olmasını doğru yapar mı?

        Birileri de küçümsesin, birileri de farklı bir fikri savunsun. De ki, birileri de sana göre yanlış yapsın.

        Ecevit’e, Demirel’e neler dedik hatırlamıyor musun? O kadar mı gençsin!

        Özal’ı dergilere nasıl kapak yapardık, görmediysen de duymadın mı!

        Sen ki, böyle kelle avcılarından ötürü ABD’ye gitmek zorunda kaldın. Sen yapma bari Oray. Sen yapma...

        Not: Açıkçası ben Nevşin Mengü’yle ilgili siyasetten de böyle bir emir, talep geldiğini zannetmiyorum.

        YA MOORE, YA BROSNAN

        HABERTÜRK, eski James Bond’lardan Roger Moore’un ölümünü “En yakışıklı Bond öldü” diye duyurmuş.

        Hemen Ayşe Özek Karasu’yu aradım, “Sen mi attın bu başlığı?” diye. İşin içinde parmağı olduğunu hissetmiştim. Bu başlığa katılıyorum.

        Herkesin aksine, ilk James Bond, Sean Connery’yi bu role hiç yakıştıramadım ben.

        Başka rollerde hayranı olduğum Connery, bana göre kötü bir Bond’du.

        Ben Bond’u Roger Moore’la sevdim.

        Moore’un role kattığı “yavşaklık” çok hoşuma giderdi. Hafif komik, biraz alaycı, biraz sorumsuz Bond, biraz şehla bakışlarıyla benim favorimdi.

        Ancak yapımcılar bu kadar “laubali” bir Bond istemedikleri için yerine Shakespeare oyuncusu Timothy Dalton’u getirdiler.

        O hiç olmadı.

        Sonra gelen Pierce Brosnan da müthişti bence. Ama onu Thomas Crown Affair’de daha çok sevdim. Oraya daha çok yakışınca Bond olarak gözümden düştü.

        Son olarak Daniel Craig farklı, çok sert, hafif “Jason Bourne”vari bir Bond oldu ki, o da bambaşka bir Bond olarak çok çok iyi.

        Yine de favorim, toprağı bol olsun, Sir Roger Moore.

        Sizin favoriniz hangisi ise faltayli@ htgazete.com.tr adresine yazın. Bakalım hangisi kazanacak?

        MAGAZİN BASINI ÇOK MU GADDAR?

        GAZETECİLİK genelde “gaddar” bir iştir.

        Yaptığımız haberler, o habere konu olan insanların hayatında derin ve genelde olumsuz izler bırakır.

        Ama diğer yandan daha kalabalık kitlelerin, toplumun, düzgün vatandaşların haklarının korunması, toplum vicdanının etkin olması için bunu yapmamız gerekir.

        Dikkat etmemiz gereken şey, doğrudan yana olmak, yaptığımız haberlerin gerçek olmasıdır.

        Eğer yanıldığımız anlar olursa, bu vicdanlarımızda ölünceye kadar sürecek bir yük olarak kalır.

        Tabii sübjektif konularda bu hassasiyet biraz daha zorlu hale geliyor.

        Hele hele de magazin basınının ele aldığı konularda.

        Ne bileyim mesela Caner Erkin-Asena Atalay arasında sürüp giden davalarda.

        Magazinci arkadaşlarımızın bu konularda da bir hassasiyet içinde olmaya çalıştığını görüyorum, ama bazen magazin basınının çok gaddarlaşabildiğini düşünüyorum.

        Mesela geçen hafta bir haber.

        Bir sanatçı konser vermiş, fazla giden olmamış. Son derece alaycı bir başlıkla veriliyor haber.

        Yahu kadın zaten üzülmüş, bu haberin böyle verilmesinde okura fayda ne?

        Ya da 70’ine merdiven dayamış bir sanatçı, belli ki alelacele evinden çıkmış: “Bu kılıkla yakalandı.”

        Zannedersin ki, bunu yazanlar sürekli lord gibi geziyorlar. Evde otururken ipek pijama üzerine ropdöşambır giyiyorlar.

        Bizim işimiz insanları aşağılayıp kendilerini durduk yerde kötü hissettirmek değil arkadaşlar.

        NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

        Özgürlüğü “Ama”sızca savunduğumuz zaman.

        Diğer Yazılar